Türk edebiyatı nitelikli bir yazarını kaybetti, bense sağlam bir dostumu

"Oyunlarını, öykülerini, romanlarını, denemelerini okurken de, zihnimin en ışıltılı taraflarına kaydederken de çok şey öğrenmiştim kendisinden hiç kuşkusuz ama birlikte çalışma tecrübesi bambaşka bir şeydi. Nitelikli bir yazarın neden çok kolay yetişmediğini ortaya koyan dikkatleri mesela Adalet Ağaoğlu’nun, herkesin bir tarafından yaraladığı Türkçe konusundaki titizliği ve bunları derleyip toparlayan perspektifi, birkaç Edebiyat Fakültesi’ne denkti benim açımdan. "

15 Temmuz 2020 06:10

1.
Halim Ağabey’in ölümünden sonra telefonda konuşurken, “Oysa söz vermişti, benden önce gitmeyecekti” demişti Adalet Hanım ağlamaklı bir sesle. Arkasından da sözü Halim Ağabey’in Ankara’da defnedilmesine getirerek, “Beni hem yeryüzünde hem de İstanbul’da yapayalnız bıraktı” diye sürdürmüştü sitem ve serzenişini. Haklı mıydı? Hiç şüphesiz evet. Ölmeye Yatmak günlerinde Bir Düğün Gecesi depremlerinde, onca yıl onca badire ortasında birbirine destek olmuş iki insandan birisinin masayı erken terk etmesi, hele kalan insan ona çocuğu gibi bakmışsa son zamanlarında, derin bir köksüzlük duygusuna yol açıyordu demek ki. O güzelim Savun Sevdam Sen Savun öyküsü de böyle bir yarım kalmışlığı dile getirmiyor muydu zaten?

Oysa, bu konuşmadan birkaç ay önce memleketin edebiyat dünyası kadar benim edebiyat evrenimde de sağlam bir yeri bulunan Adalet Hanım’ı ve eşi Halim Ağabey’i (Ağaoğlu) ziyarete gittiğimde, her şeye rağmen bir tür direniş çabası hâlâ varlığını sürdürüyor gibiydi. Halim Ağabey, her zamanki köşesinde, her zamanki isyankâr çelebiliğiyle bastonuna yaslanmış oturuyor, Adalet Hanım ise gözbebeklerinin ta içinde cıvıldayan tebessümler eşliğinde konuşuyordu  Buna karşılık, anatominin ihaneti diye insanı çileden çıkaran bir olgu daha mevcuttu ara yerde ve hiçbir parlak zihin üstesinden gelemiyordu bu çözülmenin.  

Yıllar boyunca sohbetlerinden, dostluklarından özel bir zevk aldığım bu iki insanın durumu, anatominin imkânsızlıkları tarafından kuşatılmışlığın bütün tezahürleriyle yüklüydü ne yazık ki. Bugün benim bulunduğum yaşlardayken tanıştığım Adalet Ağaoğlu ve Halim Ağabey, neredeyse gözlerimin önünde yaşlanmışlardı yıllar içinde. Halim Ağabey’in, bir ara fısıltı hâlinde dile getirdiği, “Biz işte böyle bir şeye dönüştük” bezginliğinde düğümleniyordu belki de her şey. Öylesine yaralayıcı bir ifadeydi ki bu, içimden, “Bereket Adalet Hanım duymadı” tesellisinin köşegenlerine sığınmıştım bir müddet.

Birbirinden güzel roman, oyun, hikâye ve denemelerle ufkumuza şelâle şenlikleri bağışlayan Adalet Ağaoğlu, anatomisinin yol açtığı ihanet tarafından dört bir yandan kuşatıldığına aldırmadan, insanı hüzünlendiren bir gayretle yeni kitap projeleri peşinde koşuyordu bir taraftan da. 

Gene de varoluş biçimi hâline getirdiği inceliklerden asla vazgeçmiyordu Adalet Hanım. Anatomisine direnme gücünü, zekâsının ışıltısıyla yenileyebiliyordu.

2.
Halbuki, birkaç yıl önce, Adalet Ağaoğlu yaşlılığın getirdiği sıkıntılardan söz ettiğinde, bütün cesaretimi toplayıp doğrudan doğruya, “Neden Halim Ağabey’le birlikte intihar etmiyorsunuz” deyivermiştim bir solukta. Öyle ya, aydın intiharları konusunda uzmanlaşmış nitelikli bir yazar duruyordu karşımda. Hiç mi hiç şaşırmamıştı Adalet Hanım, tersine, öteden beri böyle bir fikirleri olduğunu ama Halim Ağabey’in yan çizdiğini anlatmıştı uzun uzun. Bu bakımdan, Halim Ağabey’in ölümünden sonra kendisini yolun ortasında bir başına bırakılmış gibi hissetmesi doğaldı. Edebiyatın tedavi gücü de bir yere kadardı işte. Gerisi, insan olmanın yol açtığı mahrumiyetlerden ibaretti sadece.

80’li yılların ortalarında, o devirdeki ismiyle Etap, şimdiki ismiyle The Marmara’nın alt katında düzenlenen ilk kitap fuarında karşılaştığımızda da benzer bir soru sormuştum sıradan bir okuyucu sıfatıyla. Adalet Ağaoğlu, kendisini ilk kez gören okurunun sorusu karşısında duraklamıştı bir parça. Zihninin ara sokaklarında yeni Tezeller arandığını sezmek o kadar da zor değildi tabii ki. Kalabalık yüzünden konuşmamız yarım kalsa da, mühim bir adım atılmıştı bana göre. Gene de, okurun, yazdığı romanlardan birinin kahramanını elinden tutup karşısına getirmesini beklemiyordu anlaşılan.

Derken birdenbire Boğaz’da bir akşam. Ahmet Oktay Yol Üstündeki Semender’le 1987’de Behçet Necatigil Ödülü’ne değer görülmüştü. Nasıl olduysa, Ortaköy’de, köprünün hemen altındaki Karayolları Tesisleri’nde düzenlenen yemekte Adalet ve Halim Ağaoğlu çifti ile yan yana düşüvermiştik. Fethi Naci, Hilmi Yavuz, Tahsin Yücel, Huriye Necatigil, Ahmet Oktay ve eşi Tülay Tura Börteçene de vardı tabii ki ama biz hemen kendi aramızda, sağlam bir dostluğun ilk adımlarını atıvermiştik işte. Kitap Fuarı’nda yaptığımız ayaküstü konuşma kadar, Göç Temizliği konusunda yazdığım Geç Kalan Temizlik başlıklı kısa yazının da katkısı olmuştu galiba bu yakınlaşmada.

3.
Fakat Adalet Ağaoğlu ile asıl dostluğumuz YKY’nin Seçmeler dizisi için çalışırken temellenecekti bütün boyutlarıyla. Daha sonraki baskılarda Adalet Hanım’ın Okurunun Yazarı ismini uygun gördüğü kitap, o güne kadar yazdıklarından yaptığımız bir seçmeydi esasen. Adalet Hanım’ı asıl şaşırtan, yazar sıfatıyla kendisinin bile unuttuğu kimi detayları, okur sıfatıyla bulup masanın ortasına bırakabilmemdi. Yazdığı eserlere bu ölçüde hakim olmam memnuniyet kaynağıydı bir taraftan da. Büyükdere ve Büyükada’daki evde hazırlanan kitap, derin sohbetleri de getirmişti beraberinde bu yüzden. Bilhassa Büyükada’daki ev, üç katlı köşkü derinden derine sarıp sarmalayan Mahler ve Bach ezgileri eşliğinde akşama hazırlardı kendisini.

Oyunlarını, öykülerini, romanlarını, denemelerini okurken de, zihnimin en ışıltılı taraflarına kaydederken de çok şey öğrenmiştim kendisinden hiç kuşkusuz ama birlikte çalışma tecrübesi bambaşka bir şeydi. Nitelikli bir yazarın neden çok kolay yetişmediğini ortaya koyan dikkatleri mesela Adalet Ağaoğlu’nun, herkesin bir tarafından yaraladığı Türkçe konusundaki titizliği ve bunları derleyip toparlayan perspektifi, birkaç Edebiyat Fakültesi’ne denkti benim açımdan.   

Akşam ise çalışma odasından salona çıkıp Halim Ağabey’in de katılmasıyla Heybeli üzerinden batan güneşe bakarak birkaç kadeh içki eşliğinde sohbet demekti. Halim Ağabey’in o tok sesiyle şiirlerimi okuması ise mahcubiyetten mahcubiyete sürüklerdi beni her seferinde. Gene de içimden, “Sadece Halim Ağabey’in sesinden dinlemek gayesiyle şiir yazmalıyım” derdim kendi kendime. Kimi zaman Mete Tunçay, kimi zaman da Salâh Birsel ve eşi de dahil olurdu Ada sohbetlerine. Böylelikle, Salâh Bey Tarihi’nin ara sokaklarında gezinen bir Fatma İnayet denklemi, edebiyat araştırmacılarını çileden çıkartabilecek kahkahalara eşlik ederdi Ada sahillerinde.

4.
“Her gündüz geceye hazırlıktır esasen. gündüzleri dağ başlarından, akarsu kıyılarından, derin deniz diplerinden, uçsuz bucaksız vadilerden, hayatın külfetleri kadar nimetleriyle de harmanlanmış kent meydanlarından, modernizmle postmodernizm arasında giderek daralan bir alanda talan edilmiş işyerlerinden edindiğimiz çoğu gereksiz yüklerle tutarız gecenin yolunu. Gece, geniş kollarıyla güvenli bir sığınak olmuştur hep, ana rahmini hatırlatan bir tarafının bulunması biraz da bundandır belki. Bindiğimiz mumdan kayıklar, gecenin ateşten dehlizlerinde erimek şöyle dursun, yepyeni varlık alanları edinir kendisine. Cahit Sıtkı’nın, ‘Gece bir sebep değil belki bir neticedir’ mısraının gerisinde yatan sır da muhtemelen buradadır. Ve aşklar, geceye yargılı su sarnıçlarıdır biraz da. Sızdırdıkları suyun mahiyeti değil, meziyeti belirleyecektir gecenin derinliğini ve o derinliğe aşina olması gereken aşklar, gündüzün hasarlarından kurtarabildikleri oranda kendilerini, onarabildikleri oranda kanayan yerlerini, yepyeni dirimlere dair yepyeni sözler verebilecektir birbirine. O derin sözlerin geceye ait olması bile başlı başına bir anlamlar manzumesidir zaten. Orada öylece durup bekler her biri bir suretten arta kalan aynalar, serinliği kendine yakıştıramayan saten çarşaflar ve ışıltılı bir ten... Yazarların yazdıkları kadar, belki ondan ziyade, yaşadıkları da ilgilendirir bizi. O hayatların, o yaşantıların geceye ait bölümü, daha bir mercek altındadır sanki. düşlerin ve düşüşlerin eşlik ettiği geceler, okurun açmaya korktuğu veya sürekli ertelediği bir penceredir kimi zaman da. Çünkü çiğ sahne ışıkları, yazıdan ve yazardan yana olmamıştır hiçbir zaman Misak-ı Milli sınırları dahilinde...

Gece Hayatım’ı benzersiz kılan sadece ülkenin mevcut koşulları değil, o koşullara rağmen direnişin ve başkaldırının burcunda duran Adalet Ağaoğlu’nun cesaretidir de...”

Gece Hayatım kitabının arka kapağında yer alıyor bu satırlar. O arka kapak yazılarını pek bir severdi Adalet Hanım. Öyle ki, bu yazılar yüzünden Adalet Ağaoğlu kitaplarını bana yakıştıran, ben yazmışım zanneden internet siteleri bile mevcut. Memleketi boydan boya kuşatan buna benzer cehalet örnekleri karşısında gülmek dışında pek bir şey yapamazdık maalesef. Bebek Oteli’nin barındaki yahut Etiler’deki evin balkonundaki akşam buluşmalara, buna benzer vurdumduymazlıklar yüzünden hüzünlü bir tebessüme eşlik ederdi çoğu kez.

5.
Bu sabah kızım İren Özlem’den Adalet Hanım’ın öldüğüne dair mesajı alınca, üzülmek yerine sevindiğimi söyleyebilirim gönül rahatlığıyla. Ölümlere üzülmek yerine sevinecek bir yaşa gelmenin yanı sıra, Adalet Ağaoğlu’nun, “Çok uzun yaşadım” şikâyetlerinin de etkisi vardı bu duyguda. Neresinden bakarsak bakalım, ‘kurtulmuştu’ işte. O inanılmaz ironisiyle, tıpkı Halim Ağabey gibi, “İşte ben de öldüm” gibisinden bir ölüm ilânı bıraktı mı arkasında, bilmiyorum. Sıradanlığa ve kolaya alıştırılmış edebiyat ortamından sıyrılıp Adalet Ağaoğlu imzalı onca nitelikli kitabı okuyarak bir şeyler öğrenmek isteyen birileri çıkar mı, onu da bilmiyorum. Bildiğim, bu ülkenin, Adalet Ağaoğlu yeteneklerine sahip bir edebiyatçıyı bir daha zor bulacağı gerçeği sadece.

“’Her insanın hayatı’ diyor Herman Hesse Demian’da, ‘onu kendine götüren bir yoldur, bir yol denemesi, bir yol taslağıdır.’ Ahmet Hamdi Tanpınar ise Hesse’den bir adım daha ileri gidiyor sanki: ‘Bir şairin en büyük keşfi, onu iç alemine götürecek muharriri bulmasıdır.’

Bu satırların yazarı için Adalet Ağaoğlu’nun ayrı bir önemi vardır; romancılığıyla, hikâyeciliğiyle, denemeciliğiyle, oyun yazarlığıyla, hesaplaşma biçimleriyle bir yol gösterici olmuştur hep; bu satırların yazarının kendi içine doğru sürdürdüğü yolculuk kadar, kendinden taşra düşüşlerine de açık bir adrestir Adalet Ağaoğlu.

 Bir Adalet Ağaoğlu okuru olmak, her zaman bir onur kaynağıdır bu satırların yazarı için; dostluğu ise edebiyat dünyasındaki en sağlam kılavuz.”

 2003 yılında yayımlanan Öyküler Seni Söyler  isimli hikâye kitabımı bu satırla ithaf etmiştim Adalet Ağaoğlu’na. Aradan geçen yirmiye yakın yılda edebiyat dünyasında karşılaştığım pespayelikler, daha da güçlendirdi bu fikrimi. Bir gün Adalet Hanım’ı görebilme ihtimali bütünüyle imkânsız bir hâle gelmiş bulunsa bile, onu tanımanın, dostluğuyla onurlanmanın tesellisine sığınabilirim artık. 

Güle güle Adalet Hanım.

 •

 

GİRİŞ  RESMİ:

Adalet Ağaoğlu, Halim Ağaoğlu. Fotoğraf: Manuel Çıtak