Saati kır, zamanı çal, romanı yaz!

Yazabilmek için önce saatleri kırıp zamanı çalıyorum, sonra da yazdığım her deneme, her makale, her roman için tek tek, kaybolmamak, ihmal edilmemek, değerlendirmeye alınabilmek için erkeklerin alanından çalıyorum. Ben bir hırsızım. Yazmak için kendi yolumu bile çalıyorum

04 Temmuz 2019 09:00

Zaman, daha en başında, elle tutulamazlığıyla her türlü metafora boğulabilir elbette. İdeal ve doğurgan biçimiyle kadın bedenine benzer çünkü. Karanlık, ele geçmez, değişken, varlığı ve yokluğu belirsiz, çok ama çok tekinsiz... Kimin kadın olduğunu ve olacağını bilemeyiz, ideal beden algısı değişkendir, toplumsal cinsiyetler kültüreldir, doğurganlık da tartışmalıdır hatta politik olarak. Ama yine de zaman ve bedeni bir arada düşünmeye doğru, doğum ve ölüm döngüsünde bizi çeken bir şeyler vardır. Zaman görecelidir. Toplumsal cinsiyet ve akıl anlamında kimin dişi olduğu görecelidir. Eril düşünce bu muğlaklığın, bu göreceliğin düşmanıdır, zamanı titizlikle düzenler, dişili tanımlar, elle tutulamaz olanları hapseder tek tek. Yani hem metaforik anlamda hem de gündelik hayatta, aklımın ve bedenimin zamanına el koyar. Ama yazan bir kadın olarak, biyolojik ve duygusal şekilde eril düzenin altından kalkmak, bana inatla verilmeyen zamanın hakkından gelmek, yine zamanı kazanarak yazmakla, hayal ettiğim şeyleri gerçekmiş gibi kurgulamakla, söz sanatlarıyla, metaforlarla uğraşmakla mümkün olacaktır paradoksal olarak! “Sanat, doğanın kabusundan uyanmak için çırpınan biçimdir,” der Camille Paglia. Her ay tıpkı bir ay gibi büyüyüp şişen, gerilen, sonra damla damla küçülüp incelen bu dişi bedenin kendi zamanını fark ederek, dünyanın düzeninde bana biçilen rollere boyun eğmeden yaşamaya çalışmak sanatla, yazmakla mümkündür ancak!

kendime ait evlerim!

Yazarak yaşayan bir kadın olarak, kişisel deneyimimi paylaşarak başlamak istiyorum. Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda'sını yaklaşık 15 yaşlarımdayken okumuştum. Bugün herkesin Sabahattin Ali okuması gibi o yıllarda da herkes ne tuhaf ve ne harikadır ki Virginia Woolf okuyordu çünkü. Kendine Ait Bir Oda'yı da her genç kızın hatmetmesi gerekiyor gibi bir hava esiyordu etrafta. Malûm, Duygu Asenalar, Filiz Koçaliler ikinci dalgayı iyice halka yaymış, kadın dergileri, sembolik regl kutlamaları, kahve baskınları, bilinç yükseltme toplantıları falan almış yürümüş, kadın hareketi darbe sonrası apolitik ortamın siyaset üreten tek hareketi olmayı öyle ya da böyle başarmıştı. Woolf okumadan, olmazdı kısacası. O yıllarda ergen bir kızken bu kitaptan anladıklarım gayet açıktı: Yaşamın tüm koşulları, kadının bedenini, kadının aklını ve kadının yaratıcı üretimini özgür kılması için gerekli ruhsal durumlara düşmandı. Para kazanamıyorduk, duygularımız aşağılanıyordu, zamanımız, evimiz, bedenimiz ve hayatımız bizim olamıyordu. Hayatımız için toplumla her an mücadele etmeliydik! Şimdi, bu yazı için dönüp yeniden bakana dek, okuduğum hemen her şeyi unutmuştum. Bu, hariç: Yazmak ve geri kalan her şey için mücadele etmeliydik!

Sonrasında, benim kendime ait bir odam değil, kendime ait evlerim oldu hep. Bunun ne maddi güçle ne de kadınlıkla alakası vardı ama. Karakterle ilgili sanırım. Evin, tıpkı Jung’un rüyalar için tanımladığı gibi, benliğimi simgelediğini, hatta simgelemek bir yana, benliğimin kendisi olduğunu düşünüyorum çünkü. Evi seviyorum, evde olmayı tercih ediyorum. Evin içinde, evin düzenini kâh sağlayarak kâh onun dayattığı düzen ve ritimle uyum içinde olmaya çalışarak yazıyorum ve yaşıyorum. Bu ev ve gündelik hayat merkezli yaşamayla kavgası olabilir elbette insanın, sokaklar dışarı çağırır, yazmak para etmez, bir kadın olarak ruhunuz eve hapsolmak istemez vs. Ama yazmak için toplumun genelgeçer kurallarına kulak asmamak gerek. Bir evde, bir odada, bir masada, oturup yazmak gerek. Zamanı, evi, aileyi kendi yazma düzeninize göre dönüştürmek, bu konuda ısrarcı olmak gerek. Ev, sizin zamanınızdan, yaratımınızdan çalan bir gündelik iş girdabına hemen dönüşür, çeker, yutar, yok eder. Bunun için evle baş etmek gerek, kadın olarak onun düzenini ve ritmini sizden beklenen şekilde sağlamayı reddetmek, tıpkı bir roman yazar gibi toplumsal beklentilere kulak asmadan, hastalıklı bir ısrarla içinde kendi yazma düzeninizi kurmaya çalışmak gerek. Bu benim deneyimim, benim kişisel seçimim elbette. İnsanı aramak için, insandan eve kaçıyorum. Evin içinde benden beklenenlerden yazıya kaçıyorum. Yoksa kalabalıklar içinde, şehirde, sokaklarda olan, oranın içinden yazmayı tercih eden, çalınan zamanının, hayatının kavgasını oradan sürdüren bir sürü kadın yazara da uzaktan hayranlıkla bakıyorum.   

Peki, ne kadar başarabiliyorum? Belki hiç, ama ısrar etmekten de hiç vazgeçmiyorum.

Düzenle ilgili olarak da buraya bir işaret bırakmak zorunlu tabii. Evin düzeni, hayatın düzeni derken elbette ki, o masasının başında oturmuş, hiçbir şeye karışmadan yaşayan dâhi-eril-tanrısal-yazan-erkek imgesini kastetmiyorum. Yazan ve üreten hemen bütün kadınların böyle bir düzen içine davet edilmediklerini, bunun onda biri kadar bir müsamahaya asla erişemediğimizi biliyorum. Kimse bize gelip içine kapanıp yazabileceğimiz bir ev vermiyor; oda, masa, zaman, para vermiyor. Ev varsa hizmetçisi olmanız bekleniyor, işimiz varsa, daha ne istiyorsun deniliyor, odanın kapısı tekmelenmeden açılmıyor, zamanı ve parayı kavga etmeden imkânsız, alamıyoruz.   

Kısacası bizim zamanımızla, erkeğin, eril düzenin saati uyuşmuyor. Bunu diyerek kendimi zamanın dışına çıkarmadan ama saate ve düzene başkaldırmayı kastediyorum elbette. Haydi gelin, o efsane romanın efsane cümlesini hatırlayalım birlikte: “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır… Bu da gösterir ki, zaman ve mekân insanla mevcuttur!”* Burada insandan kastın erkek olduğunu hepimiz biliyoruz, değil mi! Ben yazmak için, bir kadın olarak bu “saati ayarlayan erkeği" insana çevirmeyi, ayara bir kadın olarak ortak olmayı bile değil, saati kırmayı öneriyorum. Yazmak için başka bir yol göremiyorum.

unutma beni!

Pekâlâ, diyelim ki saatleri kırdık, zamanı kendi zamanımıza ayarladık, toplumsal beklentileri reddederek yazmanın yolunu bulduk. Ya sonra? Alkışlar ve kapanış bekleyen, bizden değildir! Ya da şöyle söyleyeyim, yaşadığımız dünyada böyle bir beklentisi olan saf bir kadın yazar olduğunu düşünemiyorum. Çünkü eril düzenin zamanını aşmak, kendimize ait bir zaman çalmak asla yeterli olmaz. Düzenin tıkır tıkır işleyen saati gibi, yine tıkır tıkır işleyen kadınlara kapalı bir edebiyat ortamı vardır. Buna kanon denir. Kanonun kapısına gelip dayanan kadınlar titizlikle kapı dışarı edilirler. Eh, bir iki tane de çeşit olsun diye lütfedilip içeri alınanlar hariç. Ursula K. Le Guin, kadınların yazdığı kurmacaların edebiyat kanonundan tek tek, tüm kitapları ve tüm yazarlarıyla hariç tutulması için devreye giren dört temel tekniğe ya da yönteme işaret eder: Bunlar, “Kötüleme”, “İhmal Etme”, “İstisna” ve “Kaybedilme”dir.  Kısaca bir göz atalım. İlk yöntemde patronluk taslayan şaka yollu bir üslûp genellikle kadın yazarı kötülemeye hizmet eder, der Le Guin. Toplumsal cinsiyet, cinsel bir cazibe gibi okunur.- Sözgelimi hepimiz Halide Edib’in ve Fatma Aliye’nin ne kadar cazibesiz kadınlar olduğunu biliriz. Cahit Uçuk’un ve Suat Derviş’in güzelliğini, pek çok evlilik yapmış olmalarını da. Oysa ki, yine aşağı yukarı aynı dönemden devam edeyim, Reşat Nuri’nin, Refik Halid’in, Halit Ziya’nın ne karılarını biliriz ne yakışıklı olup olmadıklarını.-Ve bir kadının yazdığı kitap mutlaka başka kadınların yazdıklarıyla karşılaştırılır bu teknikte. Böylece bir eleştirmen asla bir kadının yazdıklarının bir erkeğin yazdıklarından daha iyi olduğunu söylemek zorunda kalmaz.

Neredeyse tüm dünyadaki süreli yayınlarda erkeklerin yazdıkları daha yoğunlukla ve ayrıntılı incelenir. Edebiyat ödülleri çok büyük bir ağırlıkla erkeklere verilir, derlemelere, antolojilere alınan kadın yazarlar erkeklerin ezici çoğunluğu altında sistemli bir şekilde ezilir. Bu, göz göre göre, ihmal edilmedir. Bizdeki en dehşetli örneği de Fethi Naci’nin Yüz Yılın 100 Türk Romanı’dır. 100 romanda sadece sekiz kadın romanı!

Bir erkek tarafından yazılan roman hiçbir zaman cinsiyetine göre değerlendirilmez. Norm, erildir. Kadın ise cinsiyet vurgusu olmadan değerlendirmeye alınmaz. Kadının yazması, hariç tutulduğu norm için istisnadır çünkü.

Ve en etkili yöntemin kaybedilme olduğunun altını çizer Le Guin. Kötüleme, ihmal edilme ve istisna, kadın yazarın ölümünden sonraki unutuluşuna, kayboluşuna bir hazırlıktır. Kadın sessiz ve güçsüz olduğunda eril saflaşmayı aşmak imkânsız olur. Kadın dayanışması hayatın her alanında olduğu gibi edebiyatta da, dilde de sürekli olmak zorundadır. Yine de kaybedilme karşısında durmak, kaybolmadan durmak çok ama çok zordur. Ama Suat Derviş’i, Safiye Erol’u nasıl hep birlikte unutuluşun içinden çekip çıkardığımızı hatırlayalım.    

Kısacası bir kadın yazar, önce yazabilmek için kendi zamanını çalmalı sonra da yazdıkları kendi zamanının ötesine geçebilsin, edebiyatın içinde görülebilir hâle gelsin diye söz konusu tekniklerle tek tek uğraşmalıdır. Burada bir mücadele yöntemi de kuşkusuz ki, kadın edebiyatçıların yazdıklarına her fırsatta yer vermek, onları işaret etmek, onları okumaktır.

Yazının başında beden ve zamanla ilgili, bazı okura biraz burun kıvırttıracak metaforlar kurmuştum ya hani, şimdi gitmeden onlara bir nokta daha koymak istiyorum. Kadının zaman algısının bedensel yaratıcılığından kaynaklanan sebeplerle farklı olduğunu düşünüyorum, evet. Zamanı eril düzenin saatine göre ayarlamak zorunda değildir kişisel üretimi için. Kanona giremiyorsa, kadın yazını kendi kanonunu da oluşturmalı ve izini sürmelidir. Ama bu düşünceler yine de çok yeniçağcı gibi çınlıyorsa kulaklara, ayakları yere basmıyor gibi görünüyorlarsa eğer, son noktayı şöyle koyayım: Yazabilmek için önce saatleri kırıp zamanı çalıyorum, sonra da yazdığım her deneme, her makale, her roman için tek tek, kaybolmamak, ihmal edilmemek, değerlendirmeye alınabilmek için erkeklerin alanından çalıyorum. Ben bir hırsızım. Yazmak için kendi yolumu bile çalıyorum!  

 

 

 

 

 

 

 

 

*Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, YKY

Kaynakça

Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf, Çeviri: Suğra Öncü, Afa Yayınları

Cinsel Kimlikler, Camille Paglia, Çeviri: Anahid Hazaryan, Fikriye Demirci, Epos Yayınları

Ursula K. Le Guin, Sözcüklerdir Bütün Derdim, Çeviri: Damla Göl, Hep Kitap