"Aslında Hume, Nietzsche ve Wittgenstein çizgisi onu belirlemekteydi sanırım. Kant çevirmişti belki; ama Kant ona uzak bir filozoftu bana kalırsa. Belki de 12 Eylül sonrasının hukuksuzluğunda, hukukun askıya alındığı dönemde, herkes haldır haldır hukuka başvurmaya çalışırken, Kant önemli bir yer tutmaktaydı. Hukukun dışında, bir de estetik açısından. Ama 'evrenselin aşkınlığı' Oruç’un 'içkinliğine' bence aykırıydı; çünkü 'salt' veya 'mutlak' lafını kullanmayı sevmezdi."
1990 yılı sonu, Paris'ten yeni dönmüştüm İstanbul'a, 15 yıl sonra... İskender Savaşır ki o zamana kadar sadece Defter dergisinden adını bildiğim biriydi, beni dayımın telefonundan bulup arayarak postmodernizm üzerine ders vermeye çağırıyor. O zamanlar tanışmayanların birbirini bulması ancak sofralarda mümkün gibi durmaktayken İskender nereye başvuracağını bilen bir organizatördü. Böylece beni ders vermek üzere davet etti BİLAR'a… Orada ders verenlerin hiç birisini o sırada fiziki olarak tanımıyordum. 11. Tez ve Defter dergilerinden yazılarını bildiğim isimler vardı. Ben de Defter’e bir iki yazı yollamıştım. Onlar da herhalde benim Paris’teki mevcudiyetimden bu şekilde haberdardılar diye düşünüyordum.
15 yıl uzun zaman. İstanbul’da sadece eskiden kalma birkaç arkadaşım vardı... Onun dışında bugün tanıdığım görüştüğüm herkesi 1991 yılından sonra tanımaya başladım. Oruç Aruoba ile de bu vesileyle Aziz Nesin’in çorak kültürel ortamı yeşertmek üzere kurmuş olduğu BİLAR'da tanıştım… Öncesi de var: BİLAR bir zamandır yayın yapma niyetindeydi ve bana bir kitap ısmarlamışlardı. Fransız yapısalcılık-sonrası felsefi ve sosyolojik düşüncesi üzerine bir kitap. Bu sayede yazmaya başlamıştım 1980’li yılların ikinci yarısında. Tekil Düşünce kitabını 1988 yılında bitirdim ve sonra da, BİLAR’ın yayın faaliyetinden vaz geçmiş olduğunu öğrendim. Elimde yayınlanmak üzere bir kitap durmaktaydı: Tekil Düşünce – Fransız Modern Düşüncesi. Bu kitap ben İstanbul’a döndükten Atıl Ant’ın yönettiği Afa Yayınları’ndan 1991’de yayımlandı.
O zaman BİLAR önemli bir okuldu... Gerçekten de 12 Eylülün çoraklaştırdığı kültür dünyasında tam bir vahaydı.. Yukarıda bahsettiğim gibi, orayı yönetenlerden biri İskender Savaşır’dı. Herkes onu çok sevmekteydi, değişik gruplarla ilişki kurabiliyordu... Bugün, bu çevrede benim kuşağıma ve bir önceki kuşağa mensup birçok insanı o günlerde, orada tanıdım: Nail Satılgan, Sungur Savran, Gülnur Savran, Ertuğrul Kürkçü, Saffet Murat Tura, Orhan Koçak, İhsan Bilgin, Ahmet Soysal ve diğerleri...
BİLAR; sanatçıların, YÖK sonrası üniversiteden çıkarılanların, Marksistlerin, neo-marksistlerin ve sonuçta yaptığım derslerle buraya –o zamanlar– çok yabancı duran modernistlerin (Foucault, Deleuze ve Guattari) ve postmodernizm içinden geçenlerin (Lyotard) yan yana durduğu bir mekândı; bir post-üniversiteydi.
BİLAR'ın Kasım-Ocak 1991 dönemi için Yılmaz Aysan'ın tasarladığı katlanır broşür.
Bu ortamda tanıdığım ve daha sonra birçok kere birlikte konuştuğumuz ve sofralarda buluştuğumuz Oruç Aruoba herkesin saygı duyduğu birisiydi ve bir BİLAR dostuydu... Birbirimizi sevdik, o günden bugüne kadar (son zamanlarda artık telefonla), hep görüştük. Babam ve dayım Gündüz ile de birlikte birçok kez buluşmuştuk 1990'lı yıllarda... Son zamanlarda Ümit İnatçı'nın İstanbul'a geldiği zamanlar sofralarda buluşmuştum onunla; aslında benim için son buluşmalar onlar sanırım.
Oruç 1990’ların hemen başında, Wittgenstein ve Nietzsche çevirileriyle okunmaktaydı. Metis yayınları tarafından de ki işte ve tümceler 1990 yılında yayınlanmıştı. Oruç’un bu filozoflardan gelen bir “minör” tavrı vardı kanımca; belki de Büyük Harf kullanmayı sevmemesi buradan ileri gelmekteydi. Bağlaçlar kullanmaktaydı (ile,1999); arada kalma hali onun durumunu da belki de belirlemekteydi. “ile” bağlacı iki kişinin birlikte ilişkilerini belirleyen bir bağ vazifesi görmekteydi. Hani (1993) de bağlaç vazifesindeydi. Bu sefer ayrı ama aynı görevde olan sözcükler arasında anlam ilişkileri kurmaktaydı. Yazar ve metin yakınlığı veya ayrılığı arasında neredeydi? Yaşanan anlar, yazılan anlar mıydı? Yoksa ikisinin arasındaki bir duruş muydu onunkisi? O nedenle mi acaba bazen Oruç konuşmak yerine “mırıldanmayı” severdi? Dictum onun için teksesliydi, ama teksesli olan (Univocite), olası heterojenliği ve çokluğu içinde barındırmaktaydı. Zamanları aşarak: Dun Scotus’dan Deleuze’e kadar.
Bu Oruç için, hem kendisiyle olan hem de diğerleriyle olan bağını paradoksal bir şekilde ortaya koymaktaydı sanırım. Hem birey olarak yalnızlık (Wittgenstein’dan alıntılıyor: “kendisiyle kafa kafaya vererek”) çekmekteydi, hem de yalnızlık ile ilgiliydi. Ama ortak anları paylaşmayı da sevmekteydi. Kapalıydı (uzak); ama yakınlaşınca (yakın, 1997) açılmaktaydı. Yani yakın ve uzak (1999) kitapları onun yaşam içindeki tavırlarının bağlayıcısı mıydı? Yakın ile uzak, bir anlamda başka türlü okumaya kalkarsak, en yakında duran ile mesafeli uzaklığıyla ve en uzakta duranın sırdaş yakınlaşmasıyla aynı “içkinlik planında” yer almakta değil miydi? Heterojen birliktelik, o bakımdan, bu iki zıt gibi duran şeyin birleşmeyen senteziydi.
Aslında Hume, Nietzsche ve Wittgenstein çizgisi onu belirlemekteydi sanırım. Kant çevirmişti belki; ama Kant ona uzak bir filozoftu bana kalırsa. Belki de 12 Eylül sonrasının hukuksuzluğunda, hukukun askıya alındığı dönemde, herkes haldır haldır hukuka başvurmaya çalışırken, Kant önemli bir yer tutmaktaydı. Hukukun dışında, bir de estetik açısından. Ama “evrenselin aşkınlığı” Oruç’un “içkinliğine” bence aykırıydı; çünkü “salt” veya “mutlak” lafını kullanmayı sevmiyordu.
Her zaman aykırı bir laf duymak mümkündü ondan. Bir gün bana Nietzsche’nin tüm eserlerinin hâlâ zorluklarla yayınlanabildiğinden söz etmişti, Alman ve İtalyan yayın dünyasının, Alman Nazilerden ve İtalyan Faşistlerinden kalma tutukluğunu kınarcasına, bunun hâlâ nasıl mümkün olabildiğini sorgulamaktaydı. Nietzsche gibi Almanları eleştirmiş, yerden yere vurmuş birisi nasıl Nazi düşünürü olarak sunulmuştu? Diğer yandan, onunla konuştuğumuz bu konu bir başka noktayı daha akla getirmekteydi; Nietzsche’nin “Aydınlanma düşmanı” olarak gösterilmesini. Halbuki Voltaire’den hoşlanmaktaydı Nietzsche. Oruç, bir bakıma, onun takipçisi gibi duruyordu. Felsefenin şiir ile olan dilsel yakınlığı bir yana, Nietzsche’nin yalnızlık içinde olan insanın birden çok kişi olduğunu ileri sürmesinde bir çelişki yoktu; çünkü o hem İsa idi hem de Dionysos. Kitaplarının kendine has zaferini anlattığını yazan ego da, ona düşman “herkes olan” da kendi egosuydu. İki ego aynı insanda bulunmaktaydı: ego ipissimum. Oruç’un da minör oluşu içinde alt-benlikleri vardı. Nietzsche ve bambaşka bir Wittgenstein; ikisi de oydu sanki! Onca alt-ben onu kimi zaman suskun kimi zaman konuşkan hatta geveze bile yapabiliyordu. Onun kendi içinden hangi hali gelirse ?
Türkiye’de 1990’lı yıllarda çağdaş sanatta ilk küratörlük tartışmaları yapılmaktayken, Oruç dönüp bana şöyle söylemişti: “Biliyor musun küratör iyileştiren anlamına gelmekte”. Yani, küratör sanatı iyileştiren mi demektir? “Salos” budala demektir demiştim; o da aynı anlama gelmekte Hıristiyan mistiklerde: Genelde mutfakta tuhaf ve en zor işleri yapan kadınlar bunlar. Ve saloslar büyülü ilahi bir güce sahipler. Yalnız başlarına mutfakta yaşayıp ve bir gün güçleri ortaya çıktığında o diyardan uzaklaşırlardı. En yakın ile en uzak arasında durmaktaydılar. Bu mistikler Doğu diyarlarından Batı diyarlarına gelmiş kişilikler. İskenderiye, Konstantinopolis ve sonra da Batı Avrupa’ya. Yani budalalar birer mistik kahraman. Oruç bu dönemleri düşünen, bunlar üzerine kafa yoran birisiydi; demek istediğim, en önemli yanlarından biri, zaman-dışı olmasıydı. Moderndi, ama antikti de. Modernler ve Antikler tartışması onun için, zannederim, iç içeydi: Sokrates ve Nietzsche karşıtlığını sindirmiş, aynı “içkinlik planının” yerine yerleştirmişti iki farklı zamanı. Yani Oruç ile gölgesi birlikte yürümektelerdi.
Dirençliydi, bağlıydı ilkelerine. Ödün vermek istemedi. Sağlam durdu. Canı isteyince konuşmayı bile kesmesini biliyordu, kamu önünde konferans verirken bile... İstediklerini yapmayı bildi. Onu otonom, özgür, ilkeli, bildiğinden şaşmayan ve tatlı biri olarak hatırlayacağım. Sonunda, “Ensesinden tutup kaldırdığı kendini” yavaşça bırakıverdi.
Kitapları, çevirileri, şiirleri okunmaya devam edecek... Kozmosta ender bir "yıldızdı"... Işıklarda yatsın!
“Ustası” diye adlandırdığı Bilge Karasu ile sohbete uzandı, başka yerlerde ve bilmediğimiz başka mekânlarda, diyarlarda...