Her zaman ilahi, her zaman pîrüpâk ve sağaltıcı değildir kar. Ama her zaman bir hayatiyet hissi yaratır. Karla birlikte bir tür aciliyet gelir. Yaşamak için, düşünmeden, kendiliğinden bir savaşa girmek gerekir
08 Aralık 2016 17:05
İlkbahar yeşeren umudun, ihtimallerin getirdiği sürekli bir ince sızıysa, yaz uzun süren boğucu bir rehavet. Sonbahar en kolayı, karşı konulmaz bir değişimin huzuru, tatlı kederin yatıştırıcılığı. Kış ne peki o zaman? Hasan Ali Toptaş’ın o akılda dönüp duran cümlesini yineleyecek olursak, “Kar, neden yağar kar?” Toptaş’ın çok sevdiğini bildiğimiz Nuri Bilge Ceylan filmlerinde bu soruya bir cevap yoktur. Tam olarak bu soruya bir cevap aramamayı seçtiği için etkilidir o kar yağışı; o yüzden varlığıyla kadrajı doldurur, çoğu zaman kendi başına bir kompozisyon yaratır şehrin içinde bir şehir daha açarak. Bazen öyle yoğun yağar ki, ışığı emer, her mânâyı, her hissi kristalleştirebilecek bir beyazlıkla sarmalar çerçeveyi.
Ceylan’ın İklimler’ini hatırlayın. Mevsimlerin geçişiyle birlikte ilişkinin seyri, iki beden arasındaki hava durumu sürekli dönüşüme uğrar. Ya mevsimler ile birlikte değişen güneş ve gölgenin oyunlarıdır bizim ruh halimize etki eden ya biz içimizdeki halleri onlara yansıtmayı, onlarda okumayı severiz, yahut da ikisi birden... İklimler Kaş’ta geçen yaz sahneleriyle açılır. İlişkinin sahte mutluluğunun fonudur bir anlamda yaz. Yan yana, dertsiz tasasız, sere serpe uzanılır. Tasasızlıkla birlikte gelen bir donukluk, uyuşukluk vardır. İçlenemezsiniz o uyuşuklukta. İçlenemedikçe ilişkinin içi çürür. Yazın güneşi o çürümeyi saklar. İklimler’in mevsimlerle oynadığı oyun bu noktada güzelleşir bir bakıma. İki beden arasındaki duyguyu, yazın dertsizliğinde değil, Ağrı’yı kendine mesken eden kışın olanca yıpratıcılığı içinde hissedebilirsiniz ancak. Kaş’ta değil de Doğubeyazıt’ın karla kaplı, nefesi donduran havasında içlenebilir ancak iki sevgili. Orada ağlayabilir. Sevişmeleri ancak oradaki bir köhne otel odasında şiirini kazanabilir. Sevişmenin ertesi sabahında, pencereden bir beyaz ışık odaya vurur. Pencereden dışarıdaki beyazlığa bakıp rüyalarından bahsedebilirler orada. Yan yana uzanmak, hikmetine karşı konulmaz o soğuğun kuvvetine karşı tek vücut olmaktır artık. O kış bu ilişki bitecektir belki, bir daha birbirlerini görüp göremeyeceklerini bile bilmeyiz. Ama aralarındaki mesafenin en uzun olduğu mevsim kış değildir.
Kar her zaman şiirle alakalı değildir Ceylan’ın filmlerinde. Sözgelimi, Orhan Pamuk’un Ka’sının, kaybettiği şiirini Kars’ın karları arasında bulması gibi ulvi bir vazife yüklenmez omuzlarına. Her zaman ilahi, her zaman pîrüpâk ve sağaltıcı değildir kar. Ama her zaman bir hayatiyet hissi yaratır. Sanki kar yokken yavanlık hâkimdir hayat denen sahneye. Karla birlikte bir tür aciliyet gelir. Yaşamak için, düşünmeden, kendiliğinden bir savaşa girmek gerekir. Vücudu diriltir o soğuk, uyuşukluğu kırar. Adeta içgüdüsel bir teyakkuz hali yaratır. Sanki en önemli kararlar da yağan karın altında alınır. Şehir o beyaz umudun tesiri altına girmişken... Kışın hoşnutsuzluğunu kesintiye uğratan bir şeyler vardır o yağışta. İçi sıcacık ya da buz tutmaya yüz tutmuş evlerin, derme çatma bir ocakla ya da zeminden, kendini görünmez kılan bir teknolojiyle ısınan evlerin damları, belli bir süreliğine, o beyazlığın paydasında eşitlenir. Damların kiremitlerindeki farklar seçilmez olur. Bu da bir umuttur belki, kar eriyene kadar. Kış Uykusu’nda, Kapadokya’ya gelip otel işleten aydınla, onun evlerinden birinin kirasını denkleştiremeyen adamın damları, yağan karın etkisi altında eşitlenir bazen. Parası denkleşmeyen adam, gururunu dikleştirmeye belki de kar yoğunlaşınca cesaret bulur.
Dedik ya “Kar, neden yağar kar”ı cevaplamaya kalkmaz Ceylan’ın filmleri. Onu bir şiirle, gökten yağan bir tür merhametle eşleştirmeye kalkmaz. O yüzden de, yeri geldiğinde yapmacıksız bir şiir bulur onlarda; yeri geldiğinde de, en alelade, en dünyevi ayrıntıları bulur yağışın içinde, gündelik yaşama dair bir mizah yakalamasını bilir. Kış Uykusu’nun sonlarına doğru, aydınımız Kapadokya’dan gitmeye, trene binmeye karar verdiğinde, kar etkisini iyice arttırır. Tren seferinin kardan dolayı ertelenme ihtimalini sorar aydın, gitmemek için tek umudu budur artık. Şoförü aydını ufacık tren garına götürür. Hava buz gibidir. Ayaklar kayar buzdan, koca koca adamlar yerlerde yuvarlanırken hayata söver. Her türlü sefilliğin de sahnesidir kar bazen. Sonra aydın, garın girişindeki bir banka oturur. Şoförü de onun yanına oturmak ister. Ama aralarında, elinde bavuluyla yerel halktan biri durur. Şoför patronunun yanına geçmek için hamle etse de, bankın ortasında oturan adam oralı olmaz, diğer köşeye doğru kaymayı kabul etmez bir türlü. “Soğuk gelir ordan kardeş, sen geçiver,” deyiverir. Tüm bu yaşananlar, aldığı büyük kararlarla fazlasıyla meşgul patronun, aydının ilgisine mazhar olmaz elbette. Ceylan’ın filmlerinin kuvvetinin büyük bir kısmı işte böylesi anların resmettiği yan öykülerden gelir. Yalnızca kar yağmadan önce kümelenen kapkara bulutların yarattığı dramatik ışık ve gölge oyunlarında değildir onun sinemasının cevheri. Hiç beklenmedik anlarda çıkan bu tür bir gündelik mizah da o kar yağışının parçasıdır. Belki de şiirin varlığı, bu saçma anların varlığıyla anlam kazanır.
Tüm bunların dışında bir başka anlamı daha vardır karlı gökyüzünün Ceylan için. Bugün onun sinemasıyla özdeşleşmiş olan karlı İstanbul imgeleriyle ilk kez tanıştığımız Uzak’ta hissedilir bu en çok. Uzak’ta, filtrelerle karartılmış İstanbul semalarında, Fındıklı sahilinden, Haliç’ten uzaklara doğru bakarken, kasvet de karla birlikte çöker şehrin üzerine. Bu kasvet o karakterin evidir sanki bir bakıma. Bir tek o etrafını sardığında huzuru bulur. Kendi ruhunun yansımasını şehrin işaretlerinde görmek ister. Uzak’ın başlangıcında, ana karakterimiz taşra kasabasından kente doğru yola çıkarken, toprağın üstünde ince bir kar tabakası görürüz. O beyaz örtü, şehri sardığında, kasabaya ait sesleri, çocukluğun ve ilkgençliğin tanıdık ve huzur veren melankolisini yeniden canlandırır belki de. Kestirmek güç. Ceylan’ın imgeleri, tüm bunlar üzerine uzun uzun düşünmeden, ama sizin aklınıza kimi görüntü parçacıklarını işleyerek ve zihninizde yaşamaya devam etmelerini sağlayarak usulca geçip gider. İyi şiirin de, çabasızca, sessiz sedasız yaptığı buna benzer bir şey değil midir?