Medya Arkeolojisi Nedir? adlı kitabı yazarı, akademisyen ve sanatçı Jussi Parikka, güncel medya çalışmaları, dijitalleşme, arşiv pratikleri ve siyaset üzerine sorularımızı yanıtladı...
14 Aralık 2017 14:17
Medya, kültür, tasarım ve tarih alanında disiplinlerarası çalışmalarıyla bilinen akademisyen ve sanatçı Jussi Parikka’nın Medya Arkeolojisi Nedir? adlı kitabı geçtiğimiz günlerde Türkçeye çevrildi. Jussi Parikka ile kitabı, medya arkeolojisi, güncel medya kültüründe dijitalleşme, arşiv pratikleri ve siyaset üzerine konuştuk.
Kitabınıza dair konuşmaya başlamadan önce, medya çalışmaları ve medya arkeolojisi alanlarıyla ilgilenmeye nasıl başladığınızdan bahseder misiniz?
Finlandiya’da kültür tarihi eğitimi gördüm; Turku Üniversitesi’nde okurken tarih ve güncel medya kültürü gibi çeşitli konularla ilgilenmeye başladım. Medya arkeolojisi, dikkatimi çeken ilk meselelerden biriydi çünkü internet kültürü, dijital medya gibi yeni medyalara eskinin gözünden ve tarihsel bir bağlamda bakmamı sağlıyordu. Yani iki şeyi birden yapmama olanak sağlıyordu: hem teknolojik kültürün güncel meseleleri karşısında kültürel bir analist gibi davranmayı hem de en yeni eğilimler ve gelişmeler hakkında yazmak zorunda olmayan bir tarihçi gibi davranmayı. Medya arkeolojisi, 1990’lardan itibaren sanatçılar ve teorisyenler tarafından tartışılmaya başladı. Sanat ve teori alanlarının kesişimini önemsiyorum çünkü güncel kültürümüzün alternatif tarihlerini ne kadar geniş bir çerçevede yazabileceğimizi, hatta bunu hayalî yollar izleyerek, alternatif tarihler tasarlayarak yapabileceğimizi gösteriyor.
Medya arkeolojisi alanın anahatlarını tartıştığınız kitabınız Medya Arkeolojisi Nedir?, Türkçede bu konu üzerine yayımlanan ilk çalışma. Kitabınız tarihsel ve kavramsal olarak medya arkeolojisini nasıl ele alıyor?
Kitap medya arkeolojisi alanının genel bir değerlendirmesini sunuyor. Hem bu yaklaşımın ne olduğunu anlatıyor hem de “medya arkeolojik” biçimde nasıl düşünebileceğimizi tartışıyor. Yeni medya kültürlerine, eski alışkanlıkların, teknolojilerin, tekniklerin ve deneyimlerin birikimi olarak bakıyor. Unutmamak gerekir ki, yeni olan bazen eski olan vasıtasıyla ortaya çıkarılır; medya tarihinin unutulmuş güzergâhları illâ gizli kalmış bir arşivde bulunmazlar, sokaktaki bir hurdacıda, garip eski bir makinede, artık kullanımdan olmayan bir “ölü medya” aletinde ya da alternatif bir tasarımda bulunabilirler. Mesela, çevirmeli telefonları, telgrafları, zoetrope ve mutoscope gibi sinema öncesi aletleri bu bağlamda düşünebiliriz. Ya da 16 mm filmlerin cazibesine kapılan deneysel sinemacılar sayesinde zaman zaman yeniden ortaya çıkarılan, sinemanın zombi medyalarının süregiden gücünü.
Bu bakımdan kitap, medya arkeolojisinin film çalışmaları ve medya teorisi için ne anlama geldiğinin yanısıra, arşiv konusunda da teorik tartışmalara yer veriyor: arşiv kültürü ve tarihsel kurumlar da dönüşüme uğradılar ve dijital yazılım ortamları hâline geldiler. Öte yandan, hayalî medyalara da dikkat çekiyorum: hayalî medya teknolojilerinin ve pratiklerinin uzun kültürel tarihini ve bunun bize neden önemli bir bakış açısı sunduğunu tartışıyorum. Elbette bu teorik bir kitap, ama günümüz kültürünün hem eski, klasik (vintage) ve retro konusunda, hem de yeninin de yenisi, güncelleme ve sürekli yenilenme konusunda neden bu kadar meraklı olduğu sorusuna bir nebze ışık tutabileceğini umuyorum.
Önceki sorunun devamı olarak; kitabınız medya arkeolojisinin ortaya çıkışını ve temel tartışmalarını nasıl ele alıyor? Bu yaklaşım, medya kültürlerini araştırmak noktasında yaratıcı ve yenilikçi bir yöntem sunuyor mu?
Birçok açıdan, medya arkeolojisi Michel Foucault’nun çalışmalarını devam ettiriyor. Foucault’nun bilgi biçimlerinin söylemsel ve kurumsal yapısına dair araştırmaları, Friedrich Kittler’inkilere imkân sağlıyor. Kittler medyaları, dünyayı bilme, hissetme, algılama ve kontrol etmenin güncel biçimlerinin temel koşullarından biri olarak görüyor. Yani bilgiyi saklama, iletme ve işleme biçimlerinin medya platformları üzerinde gerçekleştiğini vurguluyor. Gramofon, film ve daktilo gibi aletlerin modern dünyayı nasıl değiştirdiğinden başlayarak İngiliz matematikçi Alan Turing’in icatları sonrası dijital dünyaya, çağımızın teknik medyalarının izini sürüyor. Çoğu medya arkeolojik soru Marshall McLuhan’ı andırır: medya, dünyayı anlama ve algılama biçimlerimizi nasıl etkiler? Fakat McLuhan’dan farklı olarak, Kittler insan algısının ötesinde matematik dünyasıyla, medyaların bilimsel bağlamlarıyla ve toplumsal dünyamız dediğimiz şeyin teknolojik olarak nasıl belirlendiğiyle ilgilenir. Bu da Kittler için savaş zamanları ortaya çıkan medya teknolojilerinin erken tarihlerini anlamayı gerektirir.
Önemli olan bir başka husus, medya arkeolojisinin yaratıcı bir yöntem olmasıdır. Bu noktada medya arkeolojisinin yalnızca teorisyenler ve tarihçilerin kullandığı bir yöntem olmadığını belirtmek isterim. Eski makinelere, fikirlere, taslaklara bakarak ve modası geçmiş teknolojilerle uğraşarak dijital estetiğe dair yerleşik fikirleri sorgulamaya hevesli sanatçılar ve tasarımcılar tarafından da icra edilmekte. Dolayısıyla, neyi teknolojik kültür olarak kabul ettiğimizi bile sürekli yeniden tarif etmek zorundayız. Alanın bilinen başat teorik figürleri Michel Foucualt ve Friedrich Kittler ile birlikte Anne Friedberg ve Thomas Elsaesser gibi sinema teorisyenleridir. Fakat onların yanısıra Zoe Beloff ve Paul Demarinis gibi muhteşem deneysel sanatçılar ve film yapımcıları; ya da Garnet Hertz gibi medya arkeolojisini eleştirel tasarım ve maker çevrelerine taşıyan daha güncel sanatçı-tasarımcıları da anmak lazım.
Teknolojiyle ilgili meseleler ve toplumsal organizasyonla ilgili sorunlar birbirinden ayrıştırılamaz, gözetleme ve iktidar teknikleri ister istemez medyalarla ilişkilidir. Bu bakımdan, medya teknolojilerini anlamak birçok konuyu yeteri kadar karmaşık bir düzlemde tartışabilmemiz için iyi bir başlangıç noktasıdır.
Medya arkeolojisi tarihsel olarak, iletişim ve teknoloji sosyolojisi, kültürel çalışmalar gibi farklı türde medya çalışmalarını da içeren entelektüel ve akademik bir alanın içinden çıkıyor ve bu disiplinlerle benzer konuları ele alıyor: elektrik, sinema, ulaşım teknolojileri, arşiv gibi. Medya arkeolojisini bu yaklaşımlardan ayrıştıran kavramsal ve metodolojik özellikleri nelerdir? Diğer bir deyişle, medya arkeolojisi ne yapar, nasıl çalışır?
Medya arkeolojisinin gücü tam da buradan geliyor; yöntemsel fikirlerini geliştirirken disipliner sınırların ötesine geçiyor. Akademi ve kültürel eleştiri konusundaki görevlerimizden birinin zamanımızın karmaşıklığını kavrayabilecek kavramlar ve yaklaşımlar ortaya koymak olduğu düşünülürse, bu oldukça heyecan verici bir durum. Teknolojiyle ilgili meseleler ve toplumsal organizasyonla ilgili sorunlar birbirinden ayrıştırılamaz, gözetleme ve iktidar teknikleri ister istemez medyalarla ilişkilidir. Bu bakımdan, medya teknolojilerini anlamak birçok konuyu yeteri kadar karmaşık bir düzlemde tartışabilmemiz için iyi bir başlangıç noktasıdır.
Aynı zamanda, sosyal teoriye yeterli dozda maddilik tartışması taşır. Medya arkeolojisinin Alman versiyonu medyaların, teknolojinin ve bilimin söylemlerin belirlenmesinde ne kadar etkili olduğunu incelemeye insan bilimlerini eleştirerek yola çıkar. Bu maddilik vurgusu günümüz dünyasıyla ilgili önemli hatırlatmalara da vesile olur: dijital teknolojileri belli bir oranda anlamadan dünyamızı anlayamayız. Ve diğer disiplinlerin unuttuğu yeni konular ortaya koyar: kültürel tekniklerin yanı sıra, medya arkeolojisi medya olarak mekânsal mimariyle, yazı makineleriyle, geçmişin tuhaf aletleriyle ve neyi medya olarak anladığımıza dair mevcut varsayımlarımızı sorgulayan fikirlerle de ilgilenir. Örneğin, hayalî medyalarla da ilgilenir.
Fakat, güncel retro kültürüyle ve klasik (vintage) olanı değerli gören hipster bakış açısıyla ilginç bir gerilim söz konusu. Günümüzdeki tüketimin başat arzularından biri eski/modası geçmiş değerleri ortaya çıkartmak iken, eski teknolojileri ve modası geçmiş fikirleri araştıran bir alanın hâlâ eleştirel bir yönü olmasını nasıl sağlayabiliriz? Medya arkeolojisinin hipster teori olmamasını nasıl sağlarız?
Özellikle son yıllarda, medya arkeolojisinden ilham alan akademik ve sanatsal çalışmalarda, araştırma ve sanat kurumlarında ciddi bir artış var. Medya arkeolojisinin yakın zamanda kazandığı bu popülerliği nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kısa bir süre önce Bilkent Üniversitesi’nde kurulan Medya Arkeolojisi Lab’in tanıtım etkinlikleri sebebiyle Ankara’daydım. Bu, medya arkeolojisinin neden ilgi çekici olduğuna iyi bir örnek: hem sanatsal üretime hem de öğrencilerin çalışmalarına ve eğitimine tahsis edilmiş bir alan etrafında bir söylem üretmeye imkân tanıyor; hem araştırmaya hem de örneğin Türkiye’deki görsel kültür mirasının bir parçası olan eski filmlerin ve video formatlarının onarılmasına olanak veren bir ortam. Bence medya arkeolojisi tam da derin teorik kavrayış biçimlerini somut aktüel pratiklerle diyaloga sokabilmesi sebebiyle canlı ve geniş bir alan. Kendi pratiğim açısından da aynı şeyi söyleyebilirim. Winchester School of Art adlı bir sanat okulunda çalışıyorum ve burada başında bulunduğum Medya ve Teknoloji Arkeolojileri araştırma birimi de medya arkeolojisinin nasıl böylesi bir kurumsal yapıya kavuşturulabileceğiyle ilgileniyor.
Medya arkeolojisi alanındaki çalışmaların daha çok Avrupa ve Kuzey Amerika kaynaklı olup, Batılı olmayan diğer coğrafyaların ve toplumların bu tartışmalarda pek yer bulamamasını nasıl görüyorsunuz?
Sadece medya arkeolojisi değil, medya tarihi çalışmalarının çoğu Avrupa ve Kuzey Amerika’ya odaklanıyor. Bu yapısal bir sorun ve aslında eğitim müfredatının yanı sıra sanat ve görsellik teorilerindeki yaklaşımların da sömürgesizleştirilmesiyle ilgili güncel tartışmalar bağlamında oldukça önemli. Medya arkeolojisi bağlamında, Siegfried Zielinski’nin variantoloji (varyantoloji-başkalık bilimi) projesi ve kitap serisi, küresel Güney (ve Doğu) coğrafyalarını deneysel medya sanatı tarihi bağlamında haritalaması bakımından oldukça etkileyicidir; Orta Doğu’dan Çin’e ve Güney Amerika’dan başka bağlamlara uzanan vaka çalışmaları bu önemli alanı yeni biçimlerde araştırmaya açtı. Bu sebeple, medya arkeolojisinin bu doğrultuda devam edip, alışıldık kurumların dışındaki araştırmacılarla birlikte çalışmayı sağlayacak kavramsal araçlar geliştirmesi ve yeni araştırma (ve sanatsal çalışma) ağları bulması gerekiyor. İki yönlü bir ilişki söz konusu: medya arkeolojisi güncel kültürümüzde medyanın önemini farklı coğrafya ve dillerde ifade etmenin yeni biçimlerini bulmaya yardımcı olabilir, fakat bu bağlamlar da medya arkeolojisinin çeşitli biçimlerde dönüşmesine katkı sağlayabilir.
Arşivlere erişmek önemli bir mesele olsa dahi, hangi arşivlerden ne tür bağlamlarda bahsettiğimizin farkında olmalıyız. Bazen siyasî şiddetin varlığını göstermek için arşiv bilgisine başvurabiliriz fakat bunun için öncelikle siyasî şiddeti tanıyabilecek hukukî ve kamusal bir altyapının bulunması gerekir.
Yakın bir zamanda Ankara’da olduğunuzu belirttiniz. Medya arkeolojisinin Türkiye’nin akademik, kültürel dünyasındaki seyri ve kitabınızın olası etkileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye birçok sebeple oldukça ilgi çekici ve bana yakın bir yer. Daha önce birkaç sene İstanbul’da yaşadım ve birçok Türkiyeli sanatçı ve araştırmacıyla çalışma keyfine eriştim. Bilkent Üniversitesi’ndeki gelişme özellikle önemli ama medya arkeolojisinin aynı zamanda Türkiye’deki güçlü maker, zanaat ve tasarım kültürüne de hitap edebileceğini belirtmek isterim. Bunu İstanbul Tasarım Bienali 2016 için yapmamız istenilen bir projede biraz denedik: Ayhan Ayteş ile birlikte Olağanüstü Tasarımların Medya Arkeolojisi projesini sergiledik. Genel olarak Orta Doğu diyebileceğimiz coğrafyadan, El-Cezeri’nin icatlarını da kapsayan eski otomatlar ve teknolojiler üzerine çalışıp, bunları spekülatif tasarım ve hayalî medya tarihiyle diyaloga sokmaya çalıştık. Örneğin, gelişmiş teknoloji kültürü 900 yılı civarında Bağdat’da başlasaydı ne olurdu; bu durum, tasarımlarda, jeopolitikte ve teknoloji kültürünün diğer meselelerinde nasıl alternatifler ortaya çıkarırdı?
Kitaplar platformlardır. Nasıl iş görüleceğyile ilgili kusursuz haritalar sunmaktan ziyade, yeni düşünme, yapma ve üretme biçimleri ortaya koyabilecek yöntemler önerirler. Umarım bu çeviri de böyle bir işlev görür; insanların yeni bağlamlarda değerlendirdikleri bir platform, sıçrama tahtası hâline gelir.
Sosyal hafıza ve arşivleme biçimleri bağlamında Gezi hakkında bir konuşma yapmıştınız. Ayrıca 15 Temmuz’un akustik altyapısını ele aldığınız kısa bir yazınız da bulunuyor. Politik olanın irdelenmesi ve siyasî aktivizm için medya arkeolojisi eleştirel araçlar sunabilir mi?
İstanbul Tasarım Bienali’ndeki projemizin tartışma noktalarından biri de, günümüz Türkiye’sinde de önemli bir konu hâline gelen tarih kültürüydü. Türkiye’de, mimarideki ya da televizyon ve filmler gibi popüler kültür ürünlerindeki eski kültür nostaljisi ve Yeni-Osmanlı klasikleri vurgusunda bunu görmek mümkün. Medya arkeolojisi zaman zaman tarih kültürüyle nasıl ilişkiye geçileceğine dair eleştirel fikirler verebilmenin yanı sıra alternatif tarihler, zaman aralıkları, farklı hafıza ve zaman siyasetleri düşünmeye yardımcı olabilir. Elbette tartışılması, işaret edilmesi gereken birçok acil mesele var, fakat medya arkeolojisi bazen daha uzun vadeli sorulara da katkı sağlayabilir. Örneğin, toplumsal meselelerde kimin hafızasının görünür olduğuna dair siyasî tartışmanın bir parçası olan hafıza altyapıları nelerdir? Kimlerin hikâyesi dolaşıma girmekte, kimlerin tarihi ulusal hikâye olarak sunulmakta? Kimler dışarıda bırakılmakta?
Medya arkeolojisine paralel çok faydalı ve ilgi çekici işler ortaya çıkaran birçok alan var, örneğin toplumsal adalet konusunda. Adlî Mimarlık (Forensic Architecture) bunlardan biri; görünürlük eşiklerini ve sorumluları belirlemek ve kamusal tartışmaya açmak için medya kaynaklı bilgi ve algılama biçimlerine dair soruları kullanmaktalar.
Devletin medya altyapıları ve iletişim ağları üzerindeki kontrolü ve kamusal bilgi dolaşımının alternatif mecraları bağlamında, dijital medya ve siyasî pratiğe etkilerini nasıl değerlendirirsiniz?
Nasıl mı değerlendiririm? Etkileri çok büyük! Bu çok geniş bir soru, dolayısıyla altyapılardan başlamak yerinde olur: iletişimin omurgasını oluşturan depolama ve dolaşım sistemleri kimin sahipliğinde ve kontrolünde? Devlet kontrolü her zaman vardı, dolayısıyla eskiden daha parlak zamanlarımız vardı türünden gözlemler yeni bir şey söylemiyor. Fakat bugünkü durumumuzu ve dijital olarak nasıl muhatap kılındığımızı kavramaya çalışmamız gerekir. Herkese öncelikle bir tüketici olarak hitap ediliyor (Burak Arıkan ile Türkiye’deki internet kültürü ve bunun tehlikelerini tartışırken yazdığımız gibi, internet bir alışveriş merkezi gibi[1]), öte yandan herkes (askerî-gözetim sektörü içerisinde) bir hedef hâline getiriliyor. Nasıl algılanamaz, fark edilemez olurum sorusu kadar, başkalarının konuşabilmesinin, sesini çıkarabilmesinin koşullarını nasıl yaratırım sorusu da önemli; bu, yalnızca çevrimiçi kamusal forumların değil, sunucuların, şifrelemenin ve diğer tekniklerin de önemini anlamayı gerektirir. Alternatif medyada bilginin dolaşımı, kontrol edilmesi kolay mevcut darboğazların dışında yeniden yönlendirmeler yaparak yeni yollar sunabilen alternatif medya altyapılarıyla başlar. Fakat çoğu zaman bu projeler zaten bu konulardan haberdar olanlar tarafından kullanılır –bunları geniş toplumsal kesimlerin kullanımına nasıl uyarlayabiliriz? Ayrıca, çevrimiçi ağ oluşturma (networking) biçimlerinin çevrimdışı aktivizm biçimleriyle nasıl bağlantı kurabileceğini göz ardı etmemek gerek– bu, tasarım ürünleri şeklinde de ortaya çıkabilir başka şekillerde de. Bu tür post-dijital kültürlerin, etkili iletişim projeleri için tasarımcılar, bilgisayar mühendisleri ve farklı becerilere sahip başka insanların birlikte çalıştığı aktivist ve yaratıcı projeler arasında geçişler üretme potansiyelleri nedir?
Son yıllarda arşiv kavramı ve arşivleme pratikleri sanatçılar, akademisyenler ve siyasî gruplar açısından oldukça merkezi bir konum teşkil etmeye başladı. Arşivlerin erişilir kılınması ya da onlara erişimin kısıtlanması bağlamında, günümüzdeki arşiv siyaseti ve kültürü hakkında ne düşünüyorsunuz?
Arşiv siyaseti hakkında bir soruyu cevaplamak bir makale ya da kitap gerektirir. Arşivlemeyi sömürgeci bir bilgi biçimi olarak kavrayan birçok postkolonyal araştırmacı arşiv konusunda, siyasî soruların ne kadar merkezi olduğunu, çok başarılı bir şekilde vurguladı. Bizler de günümüzde arşivin her yerde olduğu görüşünün yanıltıcı olabileceğinin farkında olmakla birlikte, arşivin aynı anda her yerde olabilmesinin neo-sömürgeci düzenin bir biçimi olduğunu görmeliyiz. Arşivde olmak hitap edilebilir, işaret edilebilir olmaktır. Arşivlere erişmek önemli bir mesele olsa dahi, hangi arşivlerden ne tür bağlamlarda bahsettiğimizin farkında olmalıyız. Bazen siyasî şiddetin varlığını göstermek için arşiv bilgisine başvurabiliriz fakat bunun için öncelikle siyasî şiddeti tanıyabilecek hukukî ve kamusal bir altyapının bulunması gerekir. Dolayısıyla, bilgiyle ilgili meseleler kurumsal meselelerle iç içe geçmeye başlar ve arşiv bu durumun yalnızca bir veçhesini sunar.
Şu an ne üzerine çalışıyorsunuz, yakın zamandaki projeleriniz nedir?
Birçok konu üzerine çalışıyorum ama bunların hepsi medya arkeolojisiyle ilgili değil. Yakın zamanda Medya Jeolojisi (Geology of Media) adlı, medya sanatı ve iklim değişikliği; büyük ölçekli çevresel felaketlerin sanat pratikleri ve medya teorisi tarafından nasıl kayıt altına alındığı ve tartışıldığı gibi konulara değinen bir kitabım yayımlandı. Şu an iki çalışma arkadaşımla birlikte laborotuvar kültürleri üzerine bir kitap yazıyoruz. Bu çalışma, İstanbul’dan Montreal’e, Londra’dan Helsinki’ye farklı bölgelerde gözlemlediğimiz, laboratuvarlara karşı büyüyen ilgiyi konu ediyor– insan bilimleri ve tasarım laboratuvarlarını, medya, medya arkeolojisi lablarını, ya da yaratıcı laboratuvarları, hatta coffee lab! gibi popüler kültür örneklerini ele alıyor. Sanırım benim çalışmalarım açısından maddilik ve çevre hakkındaki sorular ve dijital estetik ve görünmezlik konuları merkezi önemlerini korumaya devam edecek. Görsel kültür dediğimiz şeyin, Trevor Paglen’in dediği gibi, görünmez olduğu ve öncelikli olarak makinelerin erişimine açık olduğu gerçeğiyle; bilgisayar görüşü (computer vision), bilgisayar ürünü görüntü, yapay zekâ işlemleri gibi meselelerle nasıl ilişkileneceğiz?