Nikolay Leskov’un Büyülü Gezgin kitabını bir roman değil, birbiriyle bağlantılı bir hikâyeler toplamı olarak ele almak gerekir. Leskov rengârenk anlatılarında bize dünyanın büyüsünün hâlâ bozulmadığını göstermek ister gibidir
07 Mayıs 2015 15:00
Leskov’un daha önce Mtsensk İlçesi’nin Lady Macbeth’i adlı uzun öyküsünü büyük bir beğeniyle okumuştum ve daha fazla eserinin Türkçeye çevrilmesini dört gözle bekliyordum. 2015 başlarında Everest Yayınları’nın, Kayhan Yükseler’in Rusça aslından yaptığı çevirisiyle yayımladığı Büyülü Gezgin, kitaba ismini veren roman boyutlarındaki hikâyeden, yazarın dört başka öyküsünden ve Walter Benjamin’in Hikâye Anlatıcısı: Leskov’un Eseri Üzerine Gözlemler adlı yazısından oluşan içeriğiyle, bu dileğimi gerçekleştirdi.
1873 tarihli Büyülü Gezgin’de, Ivan Flyagin’in ağzından olağandışı yaşam öyküsünü ve yolculuklarını dinliyoruz; anlatıcısı gezgin olunca, yaşam öyküsüyle yolculuk gerçek anlamda özdeşleşiyor. Büyülü Gezgin’in, pikaresk roman türünün bazı özelliklerini barındırdığı söylenebilir: Bir picaro, yani serseri, avare, alt sınıftan bir kahraman; çoğunlukla kendi isteği dışında, şanssızlık veya rastlantı sonucu içine sürüklendiği kimi tuhaf, yabanıl, çoğunlukla komik olaylar ve tüm bunlara eklenen bir parça hiciv. Büyülü Gezgin’deki olaylar öyle hızlı gelişiyor, öyle soluksuz bir şekilde anlatılıyor ki, kitabı kolay kolay elden bırakmak mümkün olmuyor. Okunma hızının anlatma hızıyla doğru orantılı olduğunu hep düşünmüşümdür; anlatma derken, açıklamayla (ve hatta betimlemeyle) oyalanmayan, doğrudan olayı aktarmaya odaklanmış bir hikâyecilikten söz ediyorum.
Walter Benjamin, Leskov üzerine yazısında, hikâyeyi açıklamalardan uzak tutmanın, anlatma sanatının yarısı olduğunu vurgular; Heredot’un yorumsuz, doğrudan anlatımını, bu tarzın bir örneği olarak ele alır ve çağdaş habercilikteki yorumlama takıntısıyla karşılaştırır. Bu bağlamda, Leskov’un da yorumu okura bırakmayı tercih ettiği söylenebilir: Bir ulak gibi haber getirir ve haberdar etmekle görevini tamamlamış olur. Okurun bilmesi gerekenleri, çerçeve hikâyedeki anlatıcı ile dinleyiciler arasında geçen diyaloglarla sınırlar; bunun dışında anlatılan her şey, olayların akışından ibarettir. Bu vahşi akış, Herakleitos’un, içine ancak bir kez girilebileceğini söylediği sembolik ırmağını çağrıştıracak şekilde tekrarsızdır; olaylar doğrusal bir hat üzerinde değil, dallanıp budaklanarak ilerler. Talih, talihsizlik, karşılaşmalar, çarpışmalar, kovalamacalar ortasında kalan kahramanın belli bir yönü yoktur; başına gelenleri yönlendirme yetisinden uzak bir şekilde, sadece olaylara maruz kalır; hikâyenin kurgusu ayrıntılı bir planı değil, savruluşu, sürüklenişi, geçici uğrakları izler. Klasik romandaki planlanmış kurguyu yapmacık bulan Leskov, vakaları kaydeden bir yazarlık anlayışıyla, yaşamın kendiliğinden gidişini yakalamaya çalışmıştır. Diğer yandan, kesin bir ayrımla iyi veya kötü diyemeyeceğimiz bir karakter olan avare kahramanımızın pek güvenilir bir anlatıcı olduğu da söylenemez; geçen yüzyıllardaki hısımlarından biri gibi iflah olmaz bir uydurukçu (Baron Munchausen), basireti bağlanmış bir safdil (Candide) veya azıcık kaçık (Don Quijote) olması pekâla mümkündür, ama anlatımı özgünleştiren asıl öğe de bu kişisel katkı, yani belli bir abartma özgürlüğüdür.
Abartıdan sakınmayan Leskov’un sözlü anlatım kaynaklarıyla beslendiği, sözlü geleneğin hayalperest bilgeliğini devam ettirdiği söylenebilir: Bay Flyagin, bir masal anlatıcısıdır– hikâyelerle büyülenmiştir ve dünyayı da büyülemek ister; bu yüzden Büyülü Gezgin’i bir roman olarak değil, birbirine bağlı bir hikâyeler toplamı olarak ele almak gerekir. Yolculuk eden ve çeşitli zorlu deneyimlerden geçen (yani bir bakıma sınanan) kahramanın hikâyesi, rüya alametleri türünden mistik görülerle de desteklenerek Odysseus benzeri mitolojik bir figür haline geliyor; fakat keşiş adayı anlatıcımız, bilgiçlikten uzak kalan ve naif duruşunu bozmayan tavrıyla, bir Rus köylüsü olarak kalmaya devam ediyor. Leskov, her ne kadar grotesk, gerçeküstü sularda gezinse de, aslında gerçekliğin toprağına demir atmıştır; birbirinden ilginç tiplemelerini yaratırken, Çarlık Rusya’sının çok- kültürlülüğünden, seyahatleri sırasındaki gözlemlerinden ve dinlediği anekdotlardan yararlanır. Şiddetin sıradan bir olay gibi aktarılması beli belirsiz bir ironi yaratır; paradoksal bir şekilde hem gereksiz hem de kaçınılmaz olan bu şiddet, günlük hayatın bir parçası haline gelmiş yabanıllıkla güdülenen rastgele eylemlerden kaynaklanır. Diğer yandan, tüm “kara komedi” ipuçlarına karşın, Leskov’da karamsar bir siniğin insan sevmez tavrını değil, halkının alışkanlıklarını, zaaflarını, folklorunu, boş inançlarını çok iyi kavramış bir yazarın arka planda hissedilen hoşgörüsünü ve anlayışını buluruz. Bu yüzdendir ki, fantastik öğelerden uzak duran Gorki bile, ondan, “kökleri en derin biçimde halkın içinde olan yazar” diye söz eder.
Leskov’un bir öyküsünün başında andığı Shakespeare alıntısını, kendi hikâyeciliğinin temel motivasyonu olarak da görebiliriz: “Bu dünyada bilgelerin hayallerinde bile göremeyeceği nice şeyler vardır.” Kitapta yer alan hikâyelerin tümünde ortak olan birkaç öğe, bilgelerin değil sıradan insanların tanık olduğu “nice şeyleri” dile getirmeye dayanır: İstemeden veya saflığı nedeniyle karmaşık işlere bulaşan, çoğunlukla vasıfsız ve mütevazi bir (anti)kahraman; sert gerçeklerle yüzleşirken bir kısmı doğaüstü sayılabilecek sürprizlere maruz kalma; dünyevi yaşantının en ucundan ilahi esinin en ucuna ani geçişler; düş ile gerçek arasındaki sınırın muğlaklaşması ve tam açıklamanın askıya alınması. Bu unsurlar, selefi Gogol’un ve çağdaşı Dostoyevski’nin bazı anlatılarına paraleldir; ancak o, tüm bunları öyle ilginç, öyle heyecan verici ve hepsinden önemlisi, öyle sahici bir şekilde biraraya getirir ki okur, Leskov’un anlatmaktan keyif alan, deyim yerindeyse gönülden anlatan bir yazar olduğunu sezer; böylece, yazarın anlatma hazzı okurun okuma hazzına dönüşür. Bu keyif, sözlü gelenekte anlatıcı- dinleyici arasında gerçekleşen deneyim paylaşımının bir benzeridir. Böylesi bir paylaşımı, köşesine çekilmiş romancının kendi odasındaki yalnızlığından kesin olarak ayırt eden Walter Benjamin, kitaptaki makalesinin bir yerinde şöyle diyor: “Öğüdün ardından yetişebilmek için her şeyden önce hikâyeyi bir anlatabilmek gerekir. (…) Yaşanmış hayatın malzemesine işlenmiş öğüt, bilgeliktir.”
Ağızdan ağıza, kulaktan kulağa aktarılan bu hayalperest bilgelik, Leskov’un anlatılarındaki gibi, bir ayağı gerçekte diğer ayağı düşte olan bir bilgeliktir; bu tür bilgelik filozofa, bilim insanına veya din alimine değil, sadece hikâye anlatıcısına aittir; çünkü sadece hikâye anlatıcısı, bilgelik iddiasında olanların hayallerinde bile göremeyeceği nice şeylerin kolektif deneyimine ortak olur. Leskov, rengârenk anlatılarında türlü tuhaflıkları araştırırken, bize dünyanın büyüsünün hâlâ bozulmadığını ve mümkün olanın olağanüstülüğünü göstermek ister gibidir.