Yas, tutulamayan. Ağıt, yakılamayan... Yaslarımızı tutup ağıtlarımızı yazarak, söyleyerek yakıp nasıl, ne zaman iyileşeceğiz? Bu rehinelik kaç vakte kadar sürecek?
22 Eylül 2016 13:00
Arzunun kayıp nesnesinin peşinden koşadurduğumuz, hep eksik, hep yarım, olmamış hissettiğimiz ve kimliklere, cinsiyetlere, rollere, dillere, inançlara sığmayı, sıkışmayı kabul etmediğimiz, hatta zaman zaman yorgun düşüp denesek de beceremediğimiz kırık dökük, çatallı ve ağrılı bir çağa astılar bizi, salınıyoruz. Dilimizde yanıtsız çeşit çeşit soru. En cevapsızlarından ve başımıza gelmedikçe ötelediklerimizden biri şu değil mi? Gidenin ardından yaşamaklar nereye düşer usta? Ağıt ve yas nereye?
André Gorz'un Dorine'e yazdığı mektup hem elli sekiz yıllık bir ilişkinin dökümü, dilde yeniden kurulması hem ikisinin de “diğerinin ölümünden sonra yaşamak zorunda kalmama”yı dilemelerinin beyanı hem de yas ve ağıdın kalana yükleyeceklerinin reddi olarak okunabilir. Aynı zamanda, bir aşk hakikatinin tek başına tutulacak yasla ve yakılacak ağıtla kuşatılmasının da reddi. Son Mektup, “Zevkin alınan ya da verilen bir şey olmadığını seninle anladım. Kendini vermek ve ötekinde kendisini vermesini isteme biçimiydi zevk. Kendimizi tümüyle birbirimize verdik” diyen iki kişinin ölmeye yatmasıyla başlayan şenlikli ve hüzünlü bir ağıt.
Tanıdığı, bildiği, tamamlandığını varsaydığı kişiyle ölmeyi tercih etmek gitmenin bölücülüğünü, parçalayıcılığını ve kalanı baş başa bırakacağı azalma, eksilme ihtimalini ortadan kaldırıyor elbette. Yastan, ağıttan ve sorulardan kaçış mı? Belki de.
Gerçek anlamıyla kullanalım, ölenle ölünmediği zamanlarda geridekine ne kalır? Hafıza ve hatıra mı? Ya sonrası, gelecek? Javier Marias'nın hakikat- yalan, ölüm- yaşam, varlık- yokluk, suç- ceza, unutmak- hatırlamak, izleklerini bir cinayet vak'asının etrafında iç içe geçirerek işlediği Karasevdalılar romanı bizi yas ve ağıdın sapa yollarına, sorularına çıkarır.
Hayatları planladıkları gibi akarken kocası Desverne bir cinayete kurban gittikten sonra “Luisa'nın tam da aşırı bencillik etabında olması muhtemeldi, yani Desverne'in değil sadece kendisinin yaşadığı talihsizliği görebiliyordu, üstelik de adamın bunun bir elveda olduğunu anladığı son anı için duyduğu olanca ıstıraba rağmen.” Ben ve şimdi, peki ya sonra'ya dair kaygılar, neredesin sorusuna çengellenmiş hafıza ve hatıra'nın önüne geçebilir mi? Gorz belki de bu durumun vicdanda yaratacağı ağırlığı biliyor ve bunu reddediyor ya da bundan kaçıyordu.
Luisa ise bundan sonra "cinayet"in sorularıyla, boşlukla, kayıpla ve kendi hayatının tepetaklak oluşuyla baş etmeye çalışacak. Yıkımla hesaplaşacak, acısıyla, kendisiyle yüzleşecek ve bundan sonrasını kuracak. Çünkü, o kalandır ve “(...) insanlar sevilen birinin ölümünün, aslında bunu bizzat yaşayan merhumdan ziyade kendi başlarından geçen bir şey olduğunu düşünme eğilimindedir.” Gidenin ardında bıraktığı yaşanamamış koca bir ömürdür. Kalan hem “neredesin” hem de “ne yapacağım” sorularını yüklenmiş bir yas taşır kucağında.
Kalan herkesin yası aynı soruları mı yüklenmiştir? Uçuşan Etekler de John Berger ile Yves Berger'in eş/ sevgili/ anne Beverly Berger için baba oğul yaktıkları “Bir Ağıt”tır.
Son Mektup, nasıl ölümü beraber bekleyen iki sevgilinin ölmeden önce yaktıkları bir ağıt, tuttukları yas aracılığıyla kendileri, ilişkileri üzerine düşünme, bunu yeniden kurma ve okura gösterme, anlatma aracıysa Uçuşan Etekler de eş/ sevgili/ anne ilişkilerinin ve bu ilişkilerdeki hem ben'in hem o'nun üzerine düşünme, o'nu yeniden kurma ve anlatma aracıdır.
Hangi biçimde olursa olsun, ağıt giden/ kaybedilen/ ölen'e dair tutulan bir hafıza kaydıdır. Hafızanın hem en acı, ağır, yaslı hem de en şenlikli odası. Uçuşan Etekler de vakur, hüzünlü, zarif, kendini ve hayatı güzelleyen bir kadının hafızaya nakşedelişi olduğu kadar kaybın, boşluğun doğurduğu apacı bir yasın tutuluşu, incelikli bir ağıdın yazılarak yakılışına örnektir. Bütün bu süreç boyunca baba ve oğul bir şiirden, Beverly'nin saç tarayışından, elbisesinden, kasedeki ahududan, ceviz ağacından... hareketle tek soru sorar: “Neredesin?” Söz konusu metin, soruya cevap arama çabasıdır biraz da. Çünkü kaybedilen, bu sayede buradadır, şimdi'dedir. Dün'ü aşar.
Son Mektup ile Uçuşan Etekler yasın, ağıdın, aşkın ve hafızanın tarifi açısından birbiriyle konuşurlar. Hakikat üzerinden yas ve ağıdı tarifleyen bu iki metnin yanında bir kurmaca olan Karasevdalılar romanı hemen hepsi bağlamında söz konusu tarifleri tartışmaya açar, yer yer alaşağı ederken onlardan farklı olarak suç ve ceza üzerine de düşünmeye davet eder. İlk ikisindeki “idealize etme,” “yüceltme,” “kutsallaştırma,” “billurlaştırma” romandaki hiçbir ilişki için geçerli değildir neredeyse. Yazar, bunu tercih etmeyerek kurmacanın gerçekliğini yaşanmışın gerçekliğinin üstüne mi yerleştirir? Belki de.
Bir önemli nokta da bu her üç eserin ağıt ve yası, acıyı ve ağrıyı cinsiyetlerden arındırayazmış, neredeyse cinsiyetsizleştirmiş olması. Hatta coğrafyasızlaştırmıştır. Ne kimlik ne dil ne din ne inanç ne cinsiyet ve toplumsal cinsiyet rolleri sınır çizebilmiştir demek çok da yanlış olmasa gerek.
Sınırların kaldırılması Antigone ve Hamion'dan başlamamış mıdır aslında? Antigone ölüsünü gömmek ve yasını tutmak için Kreon'un emrine uymayarak ölmeyi göze aldığında, nişanlısı Hamion'un Antigone'nin öldürülmesine razı gelmeyip babası Kral Kreon'a karşı geldiğinde, onun kaybıyla baş edemeyeceğini görüp kendini öldürdüğünde ve bu haberi alan annesi kendini öldürdüğünde. İktidarın sınırları inandıkları uğruna bedenlerini ölüme yatıranlarca aşılmamış mıdır? Evet, üçü de ölmüştür; ama yası tutulup kendisi için ağıt yakılacak olan onlar değil, iktidarını kaybetmemek için her şeyini kaybetmeyi göze alan Kreon'dur. Onun nefreti, öfkesi, inadı ve iktidar arzusu canından can etinden et koparmakla kalmamış, ölüsünün gömülmesine izin vermediği Polyneikes'in cansız bedeni gibi onun bedeni de ortada kalmıştır. Kucağında oğlunun ölüsü, kulağında karısının ölüm haberiyle. Koca bir taziye çadırına çevirdiği ülkesinde, canlı Polyneikes'tir artık o.
Antigone, Hamion, Eurydike ise ölümlerinin ardından tutulacak bir yas ya da yakılacak bir ağıt değil; hakikatin, iradenin, direnişin ve aşkın, sevmenin reddedilişinin lanetini bırakmışlardır “Bir kadına yenildi diyeceklerine / yüz kere bir erkeğe yenilmeyi yeğlerim.” diyen Kreon'a. Tek kaybeden vardır, Kreon. Suç onundur. Cezası bitimsiz bir yas ve en uzun ağıt olduğu kadar, nesilden nesile aktaracağı lanettir de. Koro:
“Ne mutlu hayatında
hiç felaket yaşamayana!
Tanrı yuvasını temellerinden
sarstı mı kişinin,
nesiller boyunca belalar
gelir soyunun başına.
(...)
Asırlardır labdakos soyunda,
lanetlerin üzerine düşer
ölülerin laneti, tanrılar
yakıp yıkar ve nesilden
nesile geçer çaresizlik.”
Tutulamayan yaslar ve yakılamayan ağıtlar yaşadığımız coğrafyada bir kader midir? Ölümün ana rahminde tek kurşunla yakaladığı bu topraklarda, babadan oğula öldürmeye ve unutturmaya and içmişlerin elinde canımız ve hafızamız rehin midir?
Murathan Mungan'ın Geyikler Lanetler'ini okuduğumdan beri inanırım geyiklerin toprağına gelip konduğumuza, bitmeyen savaşın ve bu lanetin sebebinin elbette insan olduğuna.
“Beşinci Cin - Lanet uzun, insan hayatı kısaydı.
Altıncı Cin - İnsanlar yetmiyordu lanetlere.
Yedinci Cin - Hiçbir ölüm silmiyordu toprağın alnına yazılan laneti. Hiçbir ölüm kaldırmıyordu.
İntikam Cinleri - Ölüler yetmiyordu. Ömürler yetmiyordu.”
Her birimiz başka biçimde bir kurban değilsek, neyiz? Bir taziye çadırına kilitlenmişiz de nefessiz kalmış gibi değil miyiz? Ağıt yakmalara yetişemiyor yasımızı tutamıyoruz. Öfkemiz ve hafızamız direncimize can suyu olsa da ne bilmek yetiyor ne hatırlamak.
Bir yanda “Sevdanın hası sese de, söze de gelmez ağalar. Sevdanın hası suskun yaşanır. Hangi dilin gücü yüreği aşikâr etmeye yeter” diyerek “sevda destanı” anlatan, “Zati destanın bir yüzü sevda, bir yüzü ölümdür ağalar” diyen sevdayı suskunluğa ve ölüme mühürleyen Fasla kadın; bir yanda “Kan gütmekte üstüne yoktur” denen Şerho Ağa'lar, geyiklerin toprağına konup da “Yöreden nice mimar, nice taş ustası, nice taş işçisi getirt”ip, “kasr yaptır”ıp “yörenin toprağı(nı), taşa; taşları(nı), duvarlara dönüş(tür)meye başla”yan Hazer Bey'ler.
Nasıl dağıtacağız bu laneti? Yaslarımızı tutup ağıtlarımızı yazarak, söyleyerek yakıp nasıl, ne zaman iyileşeceğiz? Bu rehinelik kaç vakte kadar sürecek?
Mustafa'nın Kureyşa'ya dediğiyle bitirelim: “Hele dur, hele bekle. Ferah tut içini. Sıkıntılarını Rüzgâra savur, kaygılarını suya tut, ateşe ver bütün kuşkularını. Kalbini derinleştirme. Yoksa kaybolursun kendi içinde.”