Hayvan soykırımına karşı etik veganlık

İnsan haklarının, sürekli olarak hayvan hakları ile çarpıştırıldığı ve her nosyondan üstün tutulduğu; doğanın ise bir kaynak olarak görüldüğü bir sistemde, hayvanların hakları da tabii ki yok sayılıyor...

06 Eylül 2018 14:55

Tüm dünyada yükselen bir hareket var: Hayvan özgürlüğü ve veganizm… Son 10 senede, Türkiye’de ivme kazanmış olan hayvan özgürlüğü hareketi, ülkenin giderek otoriterleşmesi ile pek çok toplumsal mücadele alanı gibi bekleme safhasına geçip içine kapansa da, Türkiye’de veganların sayısı gün geçtikçe artıyor. Peki, nedir bu veganizm; insanlar neden vegan olmayı seçiyor?

İnsanlığın yakın tarihinde hayvanlara zarar vermeme ya da onlara şefkatli davranma üzerine pek çok düşünce, ideoloji geliştirilmiş olsa da, “vegan” kavramı, ilk olarak, bir aktivist olan Donald Watson ile arkadaşları tarafından İngiltere’de 1944’te ortaya atılır. The Vegan Society adlı derneğin de kurucusu olan Watson ile arkadaşlarının, literatüre bu katkısı zamanla daha da geliştirilerek, hayvanlara insanlık tarafından uygulanan sömürü ve tahakkümün ortadan kaldırılması için temel çözüm olarak sunulur.

Günümüzde pek çok insan, benimsedikleri etik ilkeler, sağlıklı beslenme amacı ya da inançları gereği veganlığı seçiyor. Etik nedenlerle veganlığı seçmiş bir insan olarak, ben de bu yazıda daha çok etik veganlık üzerinde duracağım.

Yaşam Hakkı Gasbı, HAKİM

İnsanlığın kendisinden ayrı tuttuğu hayvanlar, bütün dünyada, insan menfaati için kullanılan birer mal olarak görülüyor; oysa onlar acıyı, mutluluğu, sevgiyi hissedebilen, duygusal, sosyal ilişkileri olan canlılar... Yavrularından ayrıldıklarında, özgürlükleri kısıtlandığında, işkenceye maruz kaldıklarında stres, acı gibi duygular hisseden ve bizler gibi birçok mental problem yaşayan canlılar. Yani bizden çok da farkları yok.

Türkiye’de, tür ayırt etmeksizin hayvan hakları ihlallerini raporlayan Hayvan Hakları İzleme Komitesi’nin (HAKİM), Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerini de kaynak alarak geçen sene açıklamış olduğu 2016 raporuna göre, en az 1 milyar 156 milyon 407 bin 473 yaşam hakkı ihlali gerçekleşti. Bu sayının 1 milyar 106 milyon 235 bin 358’i, eti için öldürülen tavuk ve hindileri içeriyor sadece. HAKİM’in raporuna, toplumun geniş bir kesimi tarafından, acı çekmedikleri ya da hafızaları olmadığı düşünülen balıklar ve diğer su hayvanları dâhil edilemedi çünkü TÜİK verilerinde, sinir sistemine sahip olan bu hayvanların sayısı yer almıyor; onlar kilogram, ton olarak ifade ediliyorlar. Rapora; arıcılıkta, ipek böcekçiliğinde, kimyasal ilaçlamalar ve insan eli ile çıkarılan orman yangınlarında, savaşlarda öldürülen hayvanlar da dâhil edilemedi. HAKİM, sığır ile köpeğin, kuzu ile arının yaşam hakkını birbirinden ayıramayacağını vurguluyor. Yaşam hakkı ihlali kategorisindeki ana kıstası da yaşam hakkının insan eli ile gasp edilmesi, hissedebilen canlı bireylerin imha edilmesi olarak açıklıyor.

Yumurta endüstrisinde, bakımı külfet olarak görüldüğü için canlı canlı boğulan ya da öğütülen erkek civcivler de rapora dâhil edilemeyen bir diğer hayvan grubu… Korkunç koşullarda öldürülen bu civcivlerin sayısı, pazarlarda çocukların beğenisine sunulan boyalı civcivlerden katbekat fazla! Öldürülen erkek civcivlerin sayısı milyonlarla ifade edilebilir.

Yine aynı rapora göre, en az 1 milyar 505 milyon 404 bin 792 hayvanın özgürlüğü kısıtlanmış durumda. Bu sayının 1 milyar 505 milyon 382 bin 472’si ise insan menfaati ve keyfi, et, süt, yün, yumurta, tiftik, kıl, taşımacılık, birbiri ile yarıştırma için özgürlüğü kısıtlanan sığır, manda, koyun, keçi, deve, domuz, at, eşek, katır, tavuk, hindi, kaz ve ördekten oluşuyor. Türkiye genelinde en az 16 bin hayvan, hayvanat bahçelerinde tutsak edilirken, kürk işletmelerinde kaç tavşan ve çinçilanın tutsak edildiği bilinmiyor. Tarım ve Orman Bakanlığı verilerine göre, 2010-2016 yıllarında en az 1 milyon 864 bin 724 hayvan, deneyler için laboratuvarlarda tutsak edildi, işkence gördü ve öldürüldü.

İşkence, HAKİM

HAKİM raporundaki başka bir kategori ise işkence… Rapora göre, sadece bir yılda en az 8 milyon 216 bin 506 hayvan işkenceye maruz bırakılmış. Bu sayının 8 milyon 191 bin 436’sı yurt içinde sevk edilirken fiziksel ve psikolojik işkenceye maruz kalan sığır, koyun ve keçilere ait… Hayvanlar taşınırken işkenceye mi maruz kalırmış demeyin; ben bu işkencenin tanığıyım. Bu sene içerisinde, Brezilya’dan sürekli olarak Mersin Limanı’na taşınan sığırların durumunu belgelemek için Mersin’e gittiğimde, hayvanlara uygulanan şiddete, hayvanların taşındığı kamyonların durumuna birebir tanık oldum. 2018 yılı sonuna kadar da 975 bin hayvan, Türkiye mezbahalarında kesilmek üzere ülkemize taşınacak, taşınıyor. İnsanlık öyle bir duruma gelmiş durumda ki, ülkeler, okyanus ötesi uzaklıklardan, farklı ülkelere hayvan satıyor, gönderiyor. Bu durum, kölelik ile birebir benzerlik göstermiyor mu?

Süt endüstrisinde ise sistematik bir tecavüz ve esaret olduğunu görüyoruz. 2017 yılında, TÜİK verilerine göre, en az 28 milyon 505 bin 539 sığır, manda, koyun ve keçi makinelere bağlı bir şekilde sağılırken; 2017’nin başından 2018 Temmuz sonuna kadar, Hayvancılık Genel Müdürlüğü (HAYGEM) verilerine göre, en az 4 milyon 475 bin 568 dişi hayvan, “sunî tohumlama”ya maruz bırakıldı; 3 milyon 248 bin 534 erkek hayvan, cinsel şiddete maruz bırakılarak spermleri için sömürüldü. Sunî tohumlama; dişi hayvanların rektumlarına kol, vajinalarına ise demir bir çubuk sokularak yapay olarak hamile bırakılmaları için kullanılıyor. Sunî tohumlama için kullanılan spermler ise erkek hayvanların rektumuna bir elektrot sokulup giderek artan bir elektrik akımı verilerek elde ediliyor.

Sayılarını “en az” olacak şekilde belirterek verdiğim bu hayvan hakları ihlalleri, sadece Türkiye’deki, kayıt altına alınmış ve raporlanabilen vakalar... Dünya geneline baktığımızda ise yılda 150 milyardan fazla hayvanın sadece eti için öldürüldüğünü görüyoruz. Bu sayılar korkunç bir gerçeği ortaya koymuyor mu?

Soykırım, hem uluslararası hem de ulusal hukukta bir suç olarak kabul ediliyor. Hayvanların hakları için mücadele veren aktivistler de hayvanlara uygulanan sistematik öldürme ve işkence fiillerini, sonu gelmek bilmeyen bir soykırım olarak nitelendiriyor. Ben de yukarıda sıraladığım bu sayıları, bu soykırımın vahametini ortaya koymak açısından bu yazıda kullanma gerekliliği duydum. İnsanlar için suç olarak kabul edilen soykırım, hayvanlar için suç olarak kabul edilmiyor. Sadece soykırım değil, özellikle insan menfaati için sömürülen hayvanlara karşı hürriyetten yoksun bırakma, işkence gibi fiiller de suç olarak kabul edilmiyor.

Özgürlüğü Kısıtlama, HAKİM

İnsan-hayvan ikileminin gitgide arasının açıldığı, hayvanlara uygulanan soykırım ve zulmün medyanın da desteği ile görünmez kılındığı tekno-endüstriyel kapitalist sistemde, hayvanlara uygulanan sistematik zulüm toplumdan büyük bir ustalıkla saklanıyor. Saklanan ve normalleştirilen bu zulüm, insanlığın temel bir ideolojisi hâline gelmiş durumda: Türcülük… Vikipedi’den türcülüğün ne anlama geldiğini aynen alıntılıyorum: “Türcülük, kısaca, canlı bireylere sadece ve sadece ait oldukları türden ötürü farklı değer atfedilmesidir. Oxford Sözlüğü türcülüğü ‘insan türünün üstünlüğü varsayımına dayanarak belli hayvan türlerinin sömürülmesi ya da ayrımcılığa uğratılması’ şeklinde tanımlamaktadır.” “Ama onlar hayvan” söylemi ile başlayan türcülüğün, ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi/transfobi, yabancı düşmanlığı gibi ayrımcılık çeşitlerinden hiçbir farkı olmadığı kanısındayım. Bütün ayrımcılık çeşitlerini düşündüğümüzde, hepsinde bir inkâr, suçlulaştırma, yabancılaştırma, üstünlük kurma olduğunu kolaylıkla görüyoruz.

Türcülük ile paralel seyreden insanmerkezcilik de dünyayı daha yaşanılmaz hâle getiriyor. Türcülük ve insanmerkezcilik, hayvanları ve doğayı metalaştırıyor; insanlığa onlar üzerinde her türlü tasarrufta bulunma hakkını tanıyor. Bugün hayvan endüstrisi, su kaynaklarını tüketen, ekolojik tahribatı ve küresel ısınmayı hızlandıran sektörlerin en başında yer alıyor. İnsan haklarının, sürekli olarak hayvan hakları ile çarpıştırıldığı ve her nosyondan üstün tutulduğu; doğanın ise bir kaynak olarak görüldüğü bir sistemde, hayvanların hakları da tabii ki yok sayılıyor. İnsan, her türlü hakka sahip iken, hayvanların hakları esnetildikçe esnetiliyor ve “insanî kesim,” şefkat (!), ötanazi, “serbest gezen tavuk” gibi kavramlar hayatımıza giriyor. İnsanlığın suçunu hafifletmek için, devreye “hayvan refahı” giriyor.

Hayvanları koruma amacı ile çalışan birçok kuruluşun da maalesef arkasına takıldığı “hayvan refahı” teorisi, sömürüye maruz bırakılan hayvanların daha iyi koşullarda yaşatılmasını ve öldürülmesini salık veriyor. Yunus parklarında ve hayvanat bahçelerinde esir edilen hayvanların kafeslerinin genişletilmesi, yumurtası için birkaç metrekarelik alanlara hapsedilen kanatlı hayvanların kafeslerinin ebatlarının arttırılması, kesime sevk edilen hayvanların elektroşokla öldürülmesi belki insanların içini rahatlatabilir. “İnsanî” olarak sunulan bu uygulamaların tamamı, hayvan hakları ve özgürlüğünün tam karşısında duruyor. Mezbahaların, yumurta, süt üretim tesislerinin, hayvanat bahçelerinin, hayvanlı sirklerin, yunus parklarının, deney laboratuvarlarının içinde neler olup bittiğini göremediğimizi de hatırlatmak isterim. Buralarda, devletlerin çıkardığı mevzuat ile meşru olarak sürdürülen esaret, işkence ve sömürü koşulları, her türlü sivil denetimden de uzak. Sivil denetim olsa bile bu koşulların hafifini ya da fazlasını kabul etmek, hayvanlar açısından ne anlam taşıyor? Bunun üzerine de düşünmeliyiz.

Beden Dokunulmazlığının İhlali, HAKİMTüm bu uygulamaları, hayvanlara yönelik sistematik zulüm ve soykırım koşullarını dikkate aldığımızda, veganlığı politik bir kişisel duruş ve reddiye olarak düşünebiliriz. Veganların sayısının artması oldukça önemli ancak veganlığın bir kimlik siyaseti ve trend hâline dönüşmesi de hayvanlara yaşatılanların geri plana atıldığı izlenimini veriyor zaman zaman. 2013’te Can Başkent ile ilk Türkçe veganizm kitabını ve ardından Vegan Devrimi ve Hayvan Özgürlüğü kitabını yazan, veganlığın sadece bir diyet şeklinde gösterilip içinin boşaltılmasını önlemek ve etik yanını öne çıkarmak için yaklaşık 25 yıldır mücadele veren, Türkiye’deki ilk veganlardan gazeteci Zülâl Kalkandelen, önümüzdeki aylarda gerçekleşecek olan İstanbul Uluslararası Vegan Festivali’ni eleştirirken şunları yazmış: “Veganlığın son birkaç yıldır moda olmaya başlamasından çok önce bu ülkede ‘uzaylı’ gibi görülen birkaç kişiydik. O zamanlar özel vegan ürünler yoktu; veganlık da ticarî bir faaliyet alanının konusu değildi, tüketim toplumunun yarattığı bir ‘trend’ gibi algılanmıyordu. Hayvanlar için vegan olmuştuk; bizler için tüm mesele, insanın etik devrimi ile politik bilincinin kesiştiği noktada insan olmayan duyarlı canlıların da yaşam hakkı olduğunu savunmak ve sömürü karşıtlığına dair bilinci toplumda geliştirmek ile ilgiliydi.”

Hayvanların dirileri de ölüleri de aklımıza gelmeyecek şekilde, hayatın her alanında sömürülürken, veganlık, zulme ve soykırıma ortak olmamak için kesinlikle bir alternatif olarak karşımıza çıkıyor. Devletlerin çıkardığı yasalar ile hayvan haklarının korunamayacağı da ortada... Değişimi toplumdan ya da devletten beklemek yerine, kendimizi değiştirmek çok daha gerçekçi. Evlerimizi, sokakları paylaştığımız kedi ve köpeklerden de bizlerden de haklar bağlamında hiçbir farkı olmayan diğer hayvanlara uygulanan şiddeti umursayıp harekete geçersek, vegan olursak daha âdil, şiddetsiz bir yaşam sürdürmüş olmaz mıyız? Hayvan köleliği, soykırımı ve ekolojik felaketi durdurmak için tabii ki yeterli değil ancak bu da önemli bir adım. Hepimiz, kendimizden sorumluyuz ne de olsa.

 

*Burak Özgüner: Hayvan Hakları İzleme Komitesi (HAKİM) Koordinatörü, hayvan sağlıkçı