Doğan Hızlan: Hangi televizyon kanalında bir edebiyat programı var? Bir yazarın, sanatçının hayatının diziye uyarlandığını gördün mü? Caz, yok! Saz, yok! Klasik müzik, yok! Biz neyiz? Birisi bu soruya cevap versin? Hiçbir şeyiz…
11 Ocak 2018 13:50
Hakkında çok söz söylemeye gerek yok. Kaldı ki, Cemal Süreya’dan İlhan Berk’e, Adalet Ağaoğlu’ndan Füsun Akatlı’ya, Ferit Edgü’den Tahsin Yücel’e ve daha ismini saysak sayfalar tutacak ustalar tarafından hakkında yeterince yazı yazılmış bir isim Doğan Hızlan. Edebiyatın merkez valisinden kültür sanatın cumhurbaşkanlığına kadar bütün unvanları almış bir kültür- sanat ve edebiyat neferi. Evet basit ifadeyle aslında bir nefer Doğan Hızlan. Günlük yazılarında, haftalık tanıtım yazılarında, dergiler için kaleme aldığı yazılarda veya kitaplarında gündemini hep edebiyat ve sanattan yana tutmuş bir isim. İnsanların “yahu başka derdin mi kalmadı, memlekette kıyamet kopuyor” diye eleştirdiği günlerde bile inadına edebiyattan sanattan söz edip, bunun daha önemli ve insanca olduğuna inanan bir isim. Temmuz ayında art arda kitapları yayımlanan Doğan Hızlan, bu sene 81. yaşını kutlayacak. Kitapları vesilesiyle onunla konuşmak istediğimiz şeylere de değinen uzun bir sohbete oturduk. Kitaplarından girdik söze çok satan dergilere hatta Köy Enstitüleri’ne kadar uzandık…
Geçen aylarda üç yayınevinden dört kitabınız art arda çıktı. Bunlardan ikisi farklı zamanlarda, kimi dergi veya özel kitaplarda yer alan uzun eleştiri yazılarınız, ikisi ise gazete yazılarınızdan seçmeler… Aslında dört kitabın da temel odağı “edebiyat.” Biz biliyoruz ki Doğan Hızlan’ın gündemi daima edebiyat ve sanattır. Yazılarınızda da bunu söylersiniz. Edebiyat, kültür sanatı gündemde tutmak gerektiğinden söz edersiniz, okurlarınızın size sitem ettiği e-postaları bile paylaşıp yine sanattan ve edebiyattan söz edeceğim, dersiniz. Bu tutumu nasıl açıklıyorsunuz?
Çünkü bu gerekli bir tutum… Bunun iki cevabı var, birincisi herkes bu tutuma sahip olmalı. İkincisi kimse buna sahip çıkmasa bile ben sonuna kadar bu tutuma sonuna kadar bağlı kalıp bu farkındalığı yaratmak için çabalayacağım bilinci. Bence herkes korumak zorunda, herkes sanatı savunmak zorunda, herkes edebiyatı hayatın içine yedirmek zorunda… Ama ne yazık ki böyle olmadığı için ben bunu daima tek başıma hatırlatıyor ve yazıyorum. Sanatsız bir şeyin olmayacağı, edebiyatsız hiçbir şeyin olmayacağı, bilhassa siyasetin, gündemin, olmayacağı kanısındayım.
Asla kendimi savunmadım, ama şunu söylemek isterim. İnsana dair şeyler daha önemlidir benim için. Deprem olduğunda, bir madende göçük yaşandığında, bir başka “insanlık dramı” yaşandığında, masum insanlar öldüğünde, dikkatli okurlarım bilirler, bütün dünya durur benim için. O olayı yazarım. Gündemime o hadiseyi alırım ama onu da yine edebiyat ve sanat çerçevesinde değerlendirerek yazarım. Asla değinmeyeceğim gündem, siyasî gündemdir. Okurlarımdan gelen e-postalara verdiğim cevaplarda da dile getiririm; son 10 yılın siyasî gündemlerine bakın, bir haftada yedi sekiz tane başlık çıkıyor tartışılan. Dönün geriye bakın, hangisini hatırlıyorsunuz? Hangisinin bizim yarınımıza bir faydası oldu? Üstünde günlerce konuşulan, televizyonlarda açık oturumlarda saatlerce birbirinin benzeri cümleleri kuran adamların değindiği gündem, ertesi gün bambaşka bir hâl aldı. Hangisi aklımızda?
Bir de şu açıdan bakalım. Onlarca gazete var günlük… Bu günlük gazetelerde onlarca köşe yazarı var. Bir bakın bakalım, hangisi edebiyattan, sanattan söz ediyor? Hiçbirisi edebiyatın sanatın gerekliliğinden söz etmiyor. Diyelim siyaset yazmayan, günlük hayattan konuları köşesine taşıyan yazarlar var… Onlar da değinmiyorlar. Belki aralarından biri, o sıra hasbelkader okuyup beğendiği bir kitaptan söz ediyor ama onu da ne kadar “edebiyattan söz ediyor” diye anabiliriz ki. Birçoğu edebiyat eseri bile değil söz ettiklerinin… Yaz mevsiminde sürekli Bodrum haberleri okuyoruz. Kim kiminle nereye gitti, nereye geldi? Yahu Bodrum’da o kadar sanat galerisi var, festivaller düzenleniyor. O “günlük hayatın nabzını tutan” köşe yazarların hiçbirisi buralarda neler olduğuyla ilgilenmiyor… Bir süre sonra baktım ki tek başımayım. Gazetelerde köşe yazarlığı yapıp, siyasî gündemin dışına çıkamayan yazarlara baktıkça inadına edebiyattan sanattan söz etmek zorunluluğu hissediyorum ben. İnsanların kafasında edebiyatın sanatın gerekliliği yer edene kadar yazacağım… Sanıyorlar ki, insanlar sabah kalkıp gece yatağa girene kadar AKP, CHP hakkında düşünüp hiç eğlenmiyor, hiç yemiyor içmiyor, hiç sinema izlemiyor, konser dinlemiyor…
Bir şey daha var ki hazin olan bu, insanlar sanatın bir lüks olduğunu sanıyorlar. Ne yazık ki bu Türkiye’de eskiden beri böyle…
Neden böyle peki?
Çünkü sanat, edebiyat bir çaba ister. Önce onu öğrenmen gerekir, bilmen gerekir. İnsanlar bilhassa Türkiye’de öğrenme heveslisi değiller. Şifahen bildikleriyle yetiniyorlar. Bildikleriyle yetinmek istiyorlar daha doğrusu. Okulda Orhan Veli’ye kadar okumuşsa, ondan sonra gelen Güven Turan’ı, Enis Batur’u, Küçük İskender’i, Murathan Mungan’ı ve diğerlerini bilmiyor, okumak istemiyor… Çünkü öğrenmesi gereken şeyler var o şairleri okuması için… Daktilo kullanan insanlar bilgisayara uzun süre geçemediler. Oysa daktiloyu da öğrendi bu insanlar. Ama bilgisayar kullanmasını öğrenmek zor geldi birçoğuna. Bir marifet gibi bilgisayarı ilk yıllarında gereksiz görenler oldu. Sonuç? Bugün daktilo kalmadı. Daktilo kullanan bir tek Selim İleri var, ama onunki öğrenmekten kaçmak değil, başka bir tavır! Bizim toplumumuzda her şey hazırlop önüne gelsin istenir. Sanatı, edebiyatı da böyle bir beklentiyle görmek ister. Zaten birçoğuna bakın, kendine ait fikirleri de yoktur. Gazetelerden okuduğundan bile değil, televizyondan reklam arası kanal geçerken tartışma programlarında denk geldiği adamların kurduğu cümlelerdir tekrar ettikleri. O adamlar bir gün A der, onlar da A demeye başlar, ertesi gün aynı adam televizyonda C diyordur, onlar da C demeye başlar… Neden dün A diyordu bugün C’den bahsediyor bile demez, düşünmez.
Diğer taraftan bakalım. İsimleri tamamen örnek veriyorum. Yahya Kemâl’i, Enis Batur’u biraz okuyup eleştirenler var meselâ. Bunlar Necatigil’i tam anlamadıkları hâlde çok sevdiklerini de söyleyebiliyorlar… İkinci Yeni’den birkaç şairin birkaç şiirini bilirler, ama sonradan Türk şiiri nereye gelmiş bilmezler.
Bir başka konuya geçeceğim ama. Bundan yaklaşık on yıl önce genç bir arkadaşım askere gitmişti. Kültür sanat gazetecisiydi. Orduda komutanları, gazetede ne iş yaptığını sorduklarında bizimki saf saf “kültür sanat muhabiriyim” dediğinde, komutanlar hemen “ooo Sibel Can’ı, Hüyla Avşar’ı, Hadise’yi gördün mü” diye soruyorlarmış… Sanat toplumun ne yazık ki birçok kesiminde çok önemsenmeyen, doğru algılanmayan bir alan... Öyle ki gazetelerde bile kültür sanat sayfasına “olmasa da olur” gözüyle bakılır. Elinde kitap gördükleri herhangi bir çalışanı kültür sanat muhabiri yapabileceklerine inanır yöneticiler… Ne yazık ki gerek köşe yazarları gerekse bütün gün gündemle oturup kalkan insanlar, siyasetin sığ içeriğine öyle batmış durumdalar ki hayatın kendisinden uzaklaşmış durumdalar. Onlar bir depremde de siyasî kamplaşma arıyorlar, madende yaşanan göçükte, sel felaketinde de ölenleri, onların geride bıraktıklarını değil siyaset gözlüğünden gördüklerini dillendiriyorlar. Her gün İstanbul şöyle oldu, böyle bozuldu diye yazıyorlar, bir tanesinin Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan söz ettiğini, Ahmet Rasim’in adını andığını görmedim.
Başka bir örnek vereyim. Son yıllarda herkes, Yunan adalarını eskitti, gide gele. Hangi mekânda ahtapot ne kadar, lezzeti nasıl, kim nerede nasıl yedi içti biliyoruz ama bir tanesinin Lawrence Durrell’den, Henri Miller’dan, Kazancakis’ten söz ettiğini görmedim… Bodrum Bodrum diyenlerin bir tanesi Halikarnas Balıkçısı’nın adını anmıyor. Yahu Halikarnas Balıkçısı olmasaydı Bodrum bu hâlde olabilir miydi? Bilen yok. Yevmin cedid rızkın cedid yaşayan bir toplum Türkiye. Ama baktığında Bodrum’da Halikarnas Balıkçısı için yapılmış bir müze de yok. Gitsen kitaplarını bulamazsın…
Hangi televizyon kanalında bir edebiyat programı var? Bir yazarın, sanatçının hayatının diziye uyarlandığını gördün mü? Caz, yok! Saz, yok! Klasik müzik, yok! Biz neyiz? Birisi bu soruya cevap versin? Hiçbir şeyiz…
Dolaylı yoldan baktığımız zaman, yeni kuşak için de edebiyat sanat boş iş gibi gelecektir. Sen yaşarken veya öldükten sonra sanatçına, yazarına sahip çıkmazsan, onu hatırladığına, ona değer verdiğine dair bir işaret vermezsen, yeni kuşak da ne yazar olmaya ne de okumaya kıymet verir. Haksız da değiller ki. Bütün gün paradan, servetten, futbolcunun güzel sevgilisinden, güzel mankenin yakışıklı ve zengin kocasından, güzel oyuncunun yeni arabasından, evinden söz ediliyor sadece. Öyle bir hâl aldı ki, adam sahtekârlık yapıyor, birkaç ay yatıp çıkıyor, aynı şeyi bir daha yapıyor, bu sefer daha çok insanı dolandırıyor! İnsanlar bunu görünce sanatı, edebiyatı niye önemsesin ki… Ama diğer tarafa bakınca kaç kişinin haberi var Baksı Müzesi’nden? Kaç tane Baksı Müzesi gibi örnek var? Yazık ki bu soruların cevabı hep üzücü şeyler oluyor… Köreliyor ülke her geçen gün.
Peki, bu gün geçtikçe körelmenin sebebini neyle açıklayabiliriz?
Halkın öğrenmek istememesi dedik, yazılı ve görsel basının sanat ve edebiyatı önemsememesi dedik, siyasî iktidarların etkisini asla göz ardı edemeyiz. Diğer taraftan çağın gidişatının da rolü var. Elli yıl evvel insan eve gittiğinde gazetesini okurdu, radyo kültürünün olduğu yıllardı, radyo dinlerdi ve kitap okurdu. Şimdi? Gider gitmez televizyonu açıyor. Televizyonda onlarca kanal var. Birçoğunda birbirinin aynısı diziler var, futbol maçları var o biter bitmez o maç hakkında konuşan onlarca adam var… Zaten eve gidip televizyonu açana kadar insanların elinde akıllı telefonu var, gözünü bir an olsun oradan ayırmıyor. Televizyondaki yayınlara bak hepsi aynı. Diziler bile aynı. Bir hafta izlememiş olsan bile bir şey kaçırmıyorsun, çünkü aslında bir yıl önce yayınlanan diziyle aynı hikâyeyi anlatıyor.
Televizyonun görevi bu mu? “Hangi devirdeyiz canım halkı televizyon mu eğitecek” diyenler var… Kaldı ki haksız da değiller.
Doğru diyorlar aslında. Meraklısı gider, özel belgesel kanalına parasını verir, müzik kanalına parasını verir seyreder. Ama parası olmayanı, o özel kablolu yayını edinemeyeni de düşünmek zorunda televizyon kanalları. Haftada on küsur tane dizi yayınlıyor kanallar, bunların tekrarını veriyor, yetmiyormuş gibi bir önceki haftanın bir saatlik özetini verdikten sonra yeni bölüme geçiyor. Bilmeyen mi var bunu. Yayın akışını ayarlasınlar, kimse prime-time sırasında edebiyat sanat istemiyor, lütfedip bir güne bir saatlik bir yayın koysunlar, çok mu? Diğer taraftan bakınca, bu tarz “özel” alanlar için dünyanın her yerinde dergiler var. Yıllar önce bir araştırma yapılmıştı ve sonuçta diyorlardı ki, insanlar daha özel zevk alanlarına yönelecek, gazete tirajları azalacak ve dergi okuru artacak! Tabii o zaman interneti hesaba katmamışlardı. Ancak yine de dünyaya bakınca onlarca dergi yayını var. Dergiler 100 binler satıyor, 50 küsur yıldır kesintisiz okurla buluşuyor… Bizde ne bu araştırmaya uygun bir sonuç çıktı, ne de dergiler aynı talihi yaşadı. Gazetelerin tirajı düştü, dergiler de kapandı ve yaşayanın da tirajı düşük…
Ama son yıllarda on binlerce satan “edebiyat” dergisi gibi görünen “popüler kültür” dergileri var. Hem de birkaç tane…
Evet, düzenli olarak alıyorum, okuyor ve ne yapıyorlar diye bakıyorum da… Ama onlar da o kadar pestenkerani ki insanın aklı şaşıyor. Bir kere emeksiz dergiler. Hepsi tasarım olarak hatta içerik olarak birbirlerinin aynısı dergiler. Yazdım da köşemde. 40 yazarı var bunların ortalama. Dört bilemedin beş tanesi edebiyatçı, yazar. Gerisi ne kadar tanınmış, meşhur olmuş isim gelirse akıllarına, onlar arasından seçilmiş isimler. Konuları ise döndür dur benzer şeyler. Nasıl magazin bültenlerinde dört beş tane ünlü, popüler isim dönüp duruyorsa onlarda da aynı üslupla Oğuz Atay, Cemal Süreya, Ahmet Kaya, Nâzım Hikmet vs. dönüp duruyor. Bir tanesi bir sayısında Cemal Süreya’nın olmayan ama Google’da aranınca onunmuş gibi karşımıza çıkan dizeleri dosya edinmişti. Aradan zaman geçti Turgut Uyar’a ait olmayan dizeyi onun diye kapaklarına koydular! İnsan burada editör ne iş yapar diye soruyor. Bir tanesinde kitap yok mu, bir baksın teyit etsin... Sen biliyorsun, bir yazımda sözünü edeceğim şiiri muhakkak kitaptan bakarak yazıya geçiririm, yıllardır. Ben bilmiyor muyum, internette bulabileceğimi. Popüler olanın da bir kalitesi var, magazini de kaliteli yapabilirsin. Bunun önünde engel yok. Basit bir soru, bu dergilerin hayatımıza kazandırdığı yeni bir “yazar” var mı? Aslında şarkıcı, oyuncu olanlardan ite kaka yazar çıkarmaktan söz etmiyorum. Belki arada yeteneklileri vardır, ona lafım yok. Ama dergilerin özelliklerinden birisi budur. Sen hazırlamıştın, ne yazık ki kapandı, IAN Edebiyat’ı örnek vereyim; oradan yeni yazarlar görüyordum ben. Gerek öyküsü, ürünü yayınlananı gerekse o dergide yazan genç yazarları görüyordum. Edebiyat öğrencilerine “eleştiri yapma” alanı veriyordun. Bunun bir örneği var mı bugün? Ne yazık ki yok. Dergi yayıncılığının başarısı girdiği riskle orantılıdır. Aldığı risk oranında başarısı yüksek olur. Belki satışı yüksek değildir ama geride bıraktığı değerlidir. Bu edebiyat dergisi için de böyledir, müzik dergisi için de, popüler kültür dergisi için de böyledir. Bugün açın arşivlere bakın dönemin Nokta dergisinin yarattığı etkiye, aldığı risklere bakın, ne demek istediğimi anlarsınız. Açın arşivlere bakın, dönemin Öküz dergisine bakın ne demek istediğimi anlarsınız. Bu yüksek tirajlı birbirinin benzeri dergilerde bir risk yok. Dergi dediğin zar atmalı. Ben bunların hiçbirinin zar attığını görmedim… Benim gibi, senin gibi insanlara söyleyecek bir sözü yok bu dergilerin. Bir başka açıdan bakalım, küçük İskender, Enis Batur, Selçuk Altun, Mehmet Güreli, Selim İleri gibi edebiyatçılar da var burada, ama onların yazdıklarını da çıkacak kitaplarından okurum daha iyi. Bu isimlerin bu dergilerdeki varlığını elbette önemsiyorum, ama genel olarak bu dergilerle ilgili şunu soruyorum; kaç tane okurunu kitaba yöneltti, kaç genç kuşaktan okuru, kendi yazarının diğer kitaplarını okumaya teşvik etti. Buna verilecek cevap önemli. Zaman zaman, en azından Enis Batur’u, Selçuk Altun’u, Mehmet Güreli’yi okuyorlar diyenler var… Bu da bana biraz züğürt tesellisi gibi geliyor. Gerçekten okuyorlar mı onları? Hep aynı bilinen şeyleri okuyoruz bu dergilerde…
Anlaşıldı. Bırakırsak bu konu, daha da uzayacak. “Aynı şeyleri okuyoruz” dediğiniz için sormak istiyorum. Örneğin İş Bankası’ndan çıkan kitabınızda Bedri Rahmi’den Cemil Meriç’e, Hasan Ali Yücel’den Abdülbaki Gölpınarlı’ya uzanan, deyim yerindeyse “niş” bir isim listesi var. Diğer taraftan YKY’den çıkan kitabınızda da 13 şair ve bir eleştirmen (Ataç) üzerine uzun yazılarınız var.
İş Bankası’ndan çıkan kitabınızın adı zaten Yeniden Okumak. Diğer taraftan bu iki kitaptaki hangi isim hakkında yazmışsanız, bir “yeniden okumak” meselesinden söz ediyorsunuz. Son dönem Hürriyet Kitap-Sanat’taki yazılarınızda, hatta sizin dışınızda Selim İleri Radikal Kitap ve Hürriyet Kitap-Sanat’taki yazılarında, Enis Batur kimi denemelerinde belki unutulmuş, belki kıymeti bilinmemiş, belki bilinse de yeniden okunması gereken isimlerden söz ediyorsunuz… Size sormak istiyorum, nedir “yeniden okumak” ve neden gereklidir?
Yeniden okumak, yapılan yeniliklerin tarihini öğrenmektir. Bir zamanlar Kahır Mektubu diye bir beste okumuştu Zeki Müren. Herkes heyecanlanmış Batı gibi farklı ölçüler kullanıyor falan demişti. Hâlbuki bunu Arap filmlerindeki müzikal unsuru çok iyi bilen Sadettin Kaynak yapmıştı. Edebiyatta da bugün bir yeniliği selamlayanın aslında o yeniliği yapan asıl adamı unutmasına tahammül edemiyorum. Enis Batur dedin, bir örnek vereyim; Fetret Notları kitabının başındaki denemelerde söz ediyor benzer durumdan. Genç şairlerin kendisine sitem etmesini makul bir biçimde aşağı yukarı şöyle değerlendiriyor; sizin yeni sandığınız, kendi buluşunuz gibi gördüğünüz şeyleri yıllar önce başka isimler yapmıştı ve bu isimler Türkçeye çevrilmiş isimler aynı zamanda…
Talip Apaydın’ı, Rıfat Ilgaz’ı, Mehmet Başaran’ı, Kemal Bilbaşar’ı, Necati Cumalı’yı, Halikarnas Balıkçısı’nı, Vüs’at O. Bener’i, Demir Özlü’yü, Kemal Tahir’i, Onat Kutlar’ı ve daha birçok ismi okuduklarına okudularsa doğru biçimde anladıklarına inanmıyorum. Birisi “zorundalar mı canım” diyebilir. Kimse kusura bakmasın ama zorundalar.
Yeniden okumak neden önemli? Ben eskilerin yeniden okunarak yeni isimleri, eserleri daha iyi anlamamızı sağladıkları kanaatindeyim. Okurlar sadece eski isimleri eserleri okuyup saygı sunsunlar, daha önce okumuşlarsa hatırlasınlar, değil derdim. Nereden gelindi nereye varıldı, edebiyat bir zincir şeklindedir, her yeni isim kendinden öncekine eklenir. Yeniden okumalar öncelikle okur nezdinde eskide kalmış zayıflamış halkayı güçlendirir. Yazar için de kendinden öncekini bilmek, kendi eserini daha güçlü bir hâle getirmesini sağlar. Neyi nasıl yazmaması gerektiğini bilir. Bugünü daha iyi anlamak için o yazılanların bugündeki izlerini görmek için yeniden okumak gerekir. Shakespeare’i bir kere okumakla biter mi sanıyoruz? Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Yusuf Atılgan’ı, Tezer Özlü’yü, Yunus Emre’yi, Dağlarca’yı, Nabokov’u… hangi birini sayayım! Shakespeare’i bilmeyip Beckett’i, Brecht’i bilmek mümkün olabilir mi? Ondan neleri aldıklarını veya onda nelere karşı durduklarını bilmeden nasıl değerlendireceğiz. Yeniden okuma ve okutma, eleştirmenin “hatırlatma” görevidir. Okurun da bilmesi ve bir zahmet buna iştirak etmesi gerekir.
Daha da önemlisi genç kuşak yazarların en başta yerine getirmesi gereken vazifesidir “yeniden okumak”. Bugün 25-40 arası yaşlarda olan, belki ilk belki ikinci- üçüncü kitabı yayımlanmış genç kuşak yazarların birçoğunun; örneğin Talip Apaydın’ı, Rıfat Ilgaz’ı, Mehmet Başaran’ı, Kemal Bilbaşar’ı, Necati Cumalı’yı, Halikarnas Balıkçısı’nı, Vüs’at O. Bener’i, Demir Özlü’yü, Kemal Tahir’i, Onat Kutlar’ı ve daha birçok ismi okuduklarına okudularsa doğru biçimde anladıklarına inanmıyorum. Birisi “zorundalar mı canım” diyebilir. Kimse kusura bakmasın ama zorundalar. Yazarım diyebiliyorsa zorundalar. Meselenin temelinde şu var, bizde hakkıyla hazırlanmış bir edebiyat tarihi yok.
Bizdeki edebiyat tarihi, okul müfredatıyla sınırlı bir edebiyat tarihidir çünkü…
Ve asıl edebiyat tarihi de o müfredata dâhil olmayan onlarca yazar sayesinde oluşmuştur! Ömer Seyfettin’i Genç Kalemler dergisinden, millî edebiyat döneminden bahislerle anlatırlar. Ancak Ömer Seyfettin’in metinlerinde kimi zaman ironik, çok zaman erotik unsurlar gözden kaçar. Başta da söyledim, okurlar okulda öğrenip okuduğu kadarını yeterli görüyor. Ne yazık ki edebiyatçılar da böyle davranıyor. Ders kitabındaki hâliyle, öğretmenin aktardığıyla sınıflıyor yazarları ve sonra bir daha dönüp bakmıyor. Bu Cemil Meriç için de, Necip Fazıl için de, Nâzım Hikmet için de böyle… Kimileri Türk şiirini uzun dönem Nâzım’dan önce Nâzım’dan sonraya ayırır, kimisi Necip Fazıl’ı kerteriz alır. Ama aradaki onlarca ismin bahsi bile edilmez. Bu siyasî, keyfi tavırlar bütünlüğün kopmasına, anlaşılmamasına sebep oluyorlar. Çünkü edebiyat tarihini bile siyasî militanlıklarıyla değerlendiriyorlar. Yazar dediğin ismin yazdığı beni bağlar. Siyasî görüşünden kime ne... Sağ hükümetin hazırladığı müfredat ders kitabından solcu yazarı, sol hükümetin hazırladığı müfredatın ders kitabından sağcı yazarı çıkararak edebiyat tarihi mi hazırlanır…
Kitaplara geri dönelim. Son yıllardaki bütün kitaplarınız üzerinden de bakarak söylüyorum; sanki ‘50 Kuşağı’na dair son yıllarda çok az yazınız var. Oysa sizin kuşağınız.
Kuşağımla ilgili aslında son yıllarda yazmadım diyemeyiz. Ortak bir önsözüm yayımlanmıştı, kuşağımın öykücülerinin kitaplarının yayımlanışının yıl dönümlerinde, 50’nci yıldı hatta, bütün kitapların başında yer alan bir önsözüm olmuştu. Diğer taraftan kitapları müstakil olarak çıktığı zaman onları asla ihmal etmedim. Ama söylemek istediğin, “yeniden okumak” açısından bir yazıysa ve ima ettiğin şey “ihmal”se, ihmal etmişim diyebilirim. Ama şu da var, ben en başta kendi kuşağımın eleştirmeniydim. Hem o kuşakta eleştirmenlikte ilerleyen bir isimdim hem de onların ilk eleştirmenliğini yaptığımı söyleyebilirim. Bu yüzden yakın zamanda onlar için bir şey yazmamış olmam, bence üzerinde düşünülmesi gereken bir şey değil. Şunu da söylemem gerek, ‘50 Kuşağı’nın yazarları kendinden sonra gelen birçok yazar için önemli bir noktadadır. Ya etkilendikleri isimlerdendir, ya karşı durmaya çalıştıkları isimlerdendir. Kendinden önceki kuşaklar da, sonra gelen kuşaklar da ‘50 kuşağının hakkını verdiler dilebilirim… Kuşağımın benim yazılarıma çok da ihtiyacı yok aslına bakarsan.
Kuşak meselesine değinmişken, çok konuşuldu edildi ama sizin de bir üyesi olduğunuz ‘50 Kuşağı’ndan sonra aynı şekilde bir araya gelmiş bir kuşak birlikteliğinden söz edemiyoruz. 60 yıldan fazla bir zamandır edebiyatın içindesiniz, genç kuşağın edebiyatını takip ediyorsunuz elbette, nasıl görüyorsunuz?
Ben her kuşağın bir sıçrama yaptığı inancındayım. Ben geçmişin ustalarına çok bağlıyımdır ve onların bilinmesi gerektiğine, okunması gerektiğine inanarak onları tanıtmak isterim. Ama bir okurun geçmişin ustalarında kalması o kalık hâli de rahatsız eder beni, bugün neler üretiliyor, ne anlatılıyor bilmeliler. Bir yere gittiğimde benim okumadığım bir yazar hakkında kurulan cümleleri, yapılan yargıları ilgiyle ve dikkatle dinlerim. Sonra muhakkak okur ve o cümleler birlikteliğinde tekrar değerlendiririm. Ama Yahya Kemal ve Orhan Veli hakkında yapılacak bir konuşma, o kadar ilgimi çekmeyebilir, çünkü bilmediğim yeni bir şey söyleme ihtimali çok düşüktür. Biliyorum, böyle bir soru sorulduğunda benden istenen cevap çok başka bir şey. Genç kuşağın yazarları hakkında çok övgü dolu veya yergi dolu cümleler kurmam, onları beğenmediğim veya artık hiç takip etmediğimi söylemem bekleniyor… Ancak unutmamalıyız ki birçok öykü, roman, şiir jürisinde yer alıyorum ve her sene ortaya konan eserleri güncel olarak takip edebiliyorum. En azından jürilere müracaat edenlerin hepsini biliyorum. İlanları görüyorum, çevremdeki genç okurların onlardan bahsettikleri sohbetlerini yakalıyor, dinliyorum. Biliyorum ki, aralarında daha çok mesafe kat etmesi gerekenler de var, birkaç kitaplık bir ömrü olup beş yıl sonra ismi bile hatırlanmayacak olanlar da var, bugün kimse hakkıyla farkında olmasa da ileride kalacak olanlar da var.
Birbirlerini okuyan, beğenen, hasbelkader aynı dergide bir araya gelen gençler olur ama aralarından birisi daha fazla sattığında, “şöhret” olduğunda, biri ödül alıp diğerleri almadığında o bağ da kalmaz… Bizim kuşağın temel özelliği buydu, biri ödül aldığında aslında hepimiz almış gibi hissederdik.
Diğer bir açıdan yani buna bir “kuşak meselesi” olarak bakarsak. Örneğin bizim kuşağımız benzer kitapları okur, benzer yazarlar üzerine tartışır, biri diğerlerinden önce keşfettiğini diğerleriyle paylaşır, beraber okur, kendi kendimize yazardık. Türkiye’de yeni yazar topluluklarından, kuşaklardan söz edemiyoruz ama dünyada da söz edemiyoruz. Bir akımdan, topluluktan, birliktelikten söz edemiyoruz. Çünkü artık daha bireysel bir dünyadayız. Her yönüyle böyle bu. Artık insanlar aynı pastaneye gitmiyor, aynı insanı “takip ediyorlar”. Ortak noktalar bu. Sosyal medyada aynı ismi takip etmek, aynı olaya tepki göstermek, aynı espriyi beğenmek, aynı takımı tutmak… Böyle bir fiziksel ortamda yeni bir edebiyat kuşağından söz etmek mümkün olmaz. Birbirlerini okuyan, beğenen, hasbelkader aynı dergide bir araya gelen gençler olur ama aralarından birisi daha fazla sattığında, “şöhret” olduğunda, biri ödül alıp diğerleri almadığında o bağ da kalmaz… Bizim kuşağın temel özelliği buydu, biri ödül aldığında aslında hepimiz almış gibi hissederdik. Ben her zaman genç kuşak yazarları ve yazdıklarını ilgiyle, sevgiyle, övgüyle takip etmişimdir. İyileri kalacaktır, bugün fark edilmeyen isimlerin kıymetini ileride bilecek eleştirmenler ve okurlar da çıkacaktır.
“İlgiyle, sevgiyle, övgüyle takip” ettiğinizi söylediğiniz için, herkesin muhakkak size defalarca sorduğu veya sizin olmadığınız yerde arkanızdan söyledikleri cümleyi kurmak istiyorum. “Doğan Hızlan hiçbir zaman kötü söz etmez yazdığı kitaplar, yazarlar için, hep onları över. Canım insan hep mi beğenir?”
Aslında gerek günlük yazılarımda gerekse diğer yazılarımda eleştirdiğim “noktalar” hep vardır. Diğer taraftan çok haklısın… Yıllardır bunu cesaret edebilenler sormuş, edemeyenler olmadığım yerde aleyhime söylemiş ve beni bu durumdan dolayı eleştirmişlerdir. Şimdi sakin sakin açıklayayım. Birincisi verilen emeği önemsiyorum ben. Bir insan ne emellerle, hayallerle, emeklerle bir şey yazıyor ve o çetrefil süreci aşıp yayınlatıyor. Onun emeklerini neden yok sayayım. Kaldı ki, ben okuduğum her kitabı yazmıyorum ki, okuyup beğenmediğim, yarısında elimden bıraktığım birçok kitap oluyor ve onlardan söz etmek gereği duymuyorum. Tabii buna bakıp, hakkında söz etmediğim kitapların hepsi kötü, onların hiçbirini beğenmiyorum gibi bir mantık çıkarılmasın.
İkincisi. Neden insanlar hep “yergi” beklerler, eleştirmenlerden? Ben beğendiklerimi seçiyorum. Beğendiklerimi, iyi olanı paylaşıyorum. Kötü olan zaten Görevimiz Tehlike dizisindeki mesaj gibi, belli bir süreden sonra kendi kendini yok edecektir. Bakarsan, benim de vaktiyle övdüğüm ama bugün kimselerin okumadığı isimler var. Bu da edebiyatın kaderidir. Övdüğümün de en iyi olduğu anlamına gelmez, benim de tutkularım var, benim de edebiyat konusunda saplantılarım var, benim de yazarlarım, tercihlerim, hatalarım var… Kaldı ki şu da var, gazetedeki yazıları birer tanıtım yazısı olarak görmek gerek. Benim uzun uzadıya kaleme aldığım eleştiriler incelemeler dergilerdedir, kitaplarımdadır… Bu soruyu soranlara şunu söylemek istiyorum; neden yazayım? Kötü olandan neden söz edeyim? Hatta bunu “çok kötü kitap, ben okudum siz okumayın” demek için neden zamanımı ve okurların zamanını hiçe sayayım? Kaldı ki masaya “şu kitabı bir yerden yere vurayım” diye oturanlar varsa şayet, o yazıyı yazmadan önce doktora görünmeliler…
Benim asla anlayış gösteremediğim kitle tembel okur kitlesidir. O beğenmiş iyidir, bu beğenmemiş kötüdür diyerek okunmaz kitap. Alacaksın, okuyacaksın sonra kendi kararını vereceksin. Benim beğendiğimi beğenmeyebilir, senin beğenmediğini çok beğenebilir. Ben neden iyi bulduğumu analitik gerekçelerle açıklıyorum. Ondan sonrası okura kalmış. Edebiyat fizik veya kimya değil ki, birtakım sayısal değerleri sabitlediğinde hep aynı sonucu versin. Kan tahlili yapmıyoruz ki, edebiyat eseri hakkında fikir belirtiyoruz…
Hepsinde olmasa da bu yazmadıklarınızda hafiften bir görmezden gelme durumu mu var peki?
Vardır tabii neden olmasın? Yazış tarzını sevmediğim, beğenmediğim, iyi bulmadığım isimler, eserler olabilir. Çok merak ediyorlarsa onları başkaları yazsın… Tabii şu da var. Artık bazı isimler var ki bütün gazetelerde haklarında yazılar çıkıyor, ilanlar veriliyor, söyleşiler yapılıyor. Bunlar arasında usta isimler de var… Onları görmezden geliyor değilim, onlar hakkında nasıl olsa yazılar, eleştiriler çıkıyor. Ben o imkâna kolay kolay erişemeyen küçük yayınevlerinin kitaplarına, hatta bilhassa son yıllarda kitlelere ulaşması gereken ama bir taşra üniversitesi tarafından yayımlanan kitaplara şans vermeyi daha kıymetli buluyorum. Kaldı ki yayımlanmış bütün kitaplara yetişmemiz mümkün mü? Hepsini okumaya vaktin yetse bile, yazacak mecranın bir sınırı var… Yine aynı şeyi söyleyeceğim etkin okurdan yanayım, okusunlar, baksınlar, iyi veya kötü olup olmadıklarına kendileri karar versinler. Ama eleştirinin görevinin ne olduğunu da bilerek davransınlar…
Okur eleştirinin önemini biliyor mu sizce?
Bizde eleştirinin talihsizliği budur biraz. Bir yazarın kitapları hakkında iyi şeyler söylersin söylersin, gün gelir bir kitabı hakkında uzun uzadıya bir inceleme kaleme aldığında arada menfi bir cümle kurarsın, birden “canım Türkiye’de eleştiri mi var” tepkisi doğar. Yazarlar metinlere yönelik eleştiriyi kişisel algılayabilir, bunun bir çözümü yok. Okur için eleştirinin önemi olup olmadığını tek tek bilmeme imkan yok. Şunu söyleyebilirim, deneme, eleştiri okumayan okur eksik okuyor demektir! İsterse her gün iki kitap okuyor olsun, deneme veya eleştiri okumuyorsa bu türlerin önemini bilmiyor demektir ve her zaman eksik kalacak demektir, benim için böyle. Bu türler okura bir kitabı nasıl değerlendireceği konusunda fikir verir, yol gösterir. Ölçütler toplamı verir, deneme ve eleştiri türleri size bunları sağlar.
Bütün kitaplarınızı bir araya getirip düşündüğümüz zaman kimi isimler var ki, hakkında birkaç kere uzun uzadıya yazılar yazmışsınız. Haftalık kitap yazılarınıza ve arşivlere baktığınız zaman kimi isimler çok kere karşımıza çıkıyor. Zaman zaman “yahu bıktım artık,” “sıkıldım bundan” dediğiniz oluyor mu, çok insanî bir durumdan söz ediyorum aslında.
Olmaz olur mu? Oluyor elbet. Ama burada da bir sorumluluk duygusu kalemimin prangası, o fikrimin gardiyanı oluyor. Ah çok kitabını yazdım, bu kitabını yazmayayım artık, beğensem bile yazmayayım dediğim de oluyor. Yazmıyorum. Kimi zaman bir yayınevi art arda birbirinden önemli kitapları yayımlıyor. Her hafta oradan söz edemeyeceğim, diğer yayınevlerine haksızlık olmaması için istesem de yazmadığım, yazamadığım zamanlar oluyor. Öyle zamanlarda da sıkıldım diyebiliyor insan. Bir de şu var tabi, kimi yazarlar var artık onunla ilgili yazacağım yazıda yeni bir şey söylemiyorsam, yazmamayı tercih ederim. Çünkü eski yazdıklarımın tekrarına düşmek istemem.
Deneme, eleştiri okumayan okur eksik okuyor demektir! İsterse her gün iki kitap okuyor olsun, deneme veya eleştiri okumuyorsa bu türlerin önemini bilmiyor demektir ve her zaman eksik kalacak demektir, benim için böyle.
Şiirin Coğrafyası kitabınızda bilhassa Hilmi Yavuz üzerine kaleme aldığınız yazıda dikkat çekiyor. Sonra bakınca başka yazılarınızda da karşımıza çıkıyor. Kendinize bir sonraki yazı için, okurlara yeni okumalar için ve Hilmi Yavuz üzerine yeni yazılar yazacak başka eleştirmenler için “notlar,” hatırlatmalar, çıkmalar yapıyorsunuz. Bu aslında sizde çok da alışık olmadığımız bir üslup.
Haklısın. Bunun sebepleri arasında Hilmi Yavuz’u çok okumuş ve onun hakkında çok yazmış olmama rağmen her seferinde yeni bir şeylerini keşfedebiliyor olmam yatıyor. Kaldı ki başka yazarlar için de geçerli bir durum bu, kimi şiirleri, kitapları yeniden okuduğunuzda bambaşka şeyler söyler bize… Diğeri de takipçisi olduğum anlayışlardan “yeni eleştiri”nin kurucularıyla alakalı. Onlar da hep bir kapıyı açık bırakırlar. Ben de kimi yazarlarla ilgili yazılarımda kapıyı açık bırakmayı ve o kapıdan okurları, başka eleştirmenleri davet etmeyi seviyorum. Herkes Nâzım’ın şiirinden söz etti, onun gazete yazılarına da bakmak gerek, yeni bir kapı açmak gerek…
Daha önceki söyleşimizde “hayatım roman değil, kütüphane” demiş ve okuma tutkunuzdan uzun uzadıya bahsetmiştiniz. Fakat işin diğer tarafı var; 60 küsur yıldır yazıyorsunuz. Bunun son 20 yılında, hatta daha çok zamandır belki, “her gün” yazıyorsunuz. Yazmak da bir tutku mu yoksa artık bir alışkanlık, bir güdü mü?
İkisi birden. Ama başka şeyler de var. Bu, çok karışık bir şey sanırım. Elbette yazmanın tutkusu vardır, o olmazsa birçok şey yarım kalır. Yazarak görünüyor olmanın hissi başkadır. Yazdıkların, önerdiklerinle dikkate alınmanın hazzı başkadır. Bunu çok zaman yapmaya başladıkça alışkanlığa döner. Zaman zaman rahatsızlandığım, hastalıklar atlattığım dönemlerde gazetede birkaç gün yazmıyorum meselâ, ama evdeki bilgisayarımda, hiç olmadı defterlerime notlar alıyor, oraya yazarak bu alışkanlık meselesine bir çözüm buluyorum… Ama en tehlikelisi, bir süre sonra insanın söyleyeceği şeyin önemine ve özgünlüğüne kendini inandırıyor olması. Bu sanrıya düşebiliyor insan. Çok örneği var bunun. Yazmasa çıldıracak olanlar vardır. Bu hem alışkanlık, hem yaşama biçimi, hem sanrı, hem tutku hepsi bir arada. Yakup Kadri’yle konuşmuştum vaktiyle Ankara’da. Sohbetin bir noktasında “artık yazmaktan nefret ediyorum, kalem kâğıt, daktilo gördüğümde huzursuz oluyorum” demişti.
Sizde oldu mu hiç?
Asla olmadı. Çünkü bir noktadan sonra çektiğin çileye âşık oluyorsun. Artık o kadar uzun zamandır bu yazma ediminin içindeyim ki, zaten başka bir şeyi düşünemiyorum. Önceki kitaplarımdan birinin adıydı, hep söylediğim sözden çıkarmıştık; “deme kış yaz oku yaz”. Bende okumak yazmakla birlikte gelişti. Yazmak ise okuma şeklimi değiştirdi. Okuduklarım yeni yazılara vesile oldu. O yazılar yeni okumalara… Böyle olduğu için okuma ve yazma tutkumdan asla şikâyet etmedim.
Celal Sılay ve Ercüment Behzat Lav’ın şiirlerini hazırlamıştınız. Elbette çok önemli isimler, birbirinden özgün şiirlere, poetikalara sahip isimler. Ancak edebiyatta majör bir etkileri olmadığı da ortada. Özellikle bu isimleri seçmenizin temel sebebi bu biricik olma durumları mıydı?
Birinci sebep, ikisi de yakından tanıdığım isimlerdi. Bence önemli şairlerdi. Evet, dediğin gibi majör bir etkileri yoktu belki, ama bilinmeleri gerekirdi. Vaktiyle daha çok kişi tarafından daha doğru biçimde okunsalardı majör bir etkide bulunmayacaklarını kimse söyleyemez… Bunu daha önce de söyledim, hep söylerim. Edebiyatın bir devamlılık olduğuna inanıyorum ben. Eksik parça kayıp demektir. Majörler zaten yazılıyor, minörler daha çok ilgilendirir beni. Ömer Bedrettin Uşaklı öyle bir isimdir örneğin. Bu isimlerle çok özel dostluklarım da oldu ve aradan geçen zamanda isimlerinin unutulmasını istemedim. Başka isimleri yapacak isimler hep olur, ama bu saydıklarımızı kim yapacak? Ben veya benim gibi düşünen kişiler dışında kimin aklına gelecek?
Zaman zaman sizinle konuştuğumuzda da söylerim, “Köy Enstitüleri üzerine sizin kadar yazan yok, hatta Köy Enstitülüler bile sizin kadar yazmadı” diye. Tamamen şüpheci yaklaşarak soruyorum; bunun altında o İstanbulluluk tavrıyla “onlardan da söz etmeli” fikri, biraz gösterişli aristokrat hoşgörüsü tavrı var mı?
Açıkçası bir gün bu soruyu bana soracağını biliyordum. Bugüneymiş kısmet. Vardır tabii. Yani bir İstanbullu olarak İstanbul dışındaki yazarları, taşradan yükselen sesleri duyurmak, tanıtmak kompleksi olarak açıklanabilir. Onlara imkân sağladığıma inanmanın ego tatmini olabilir. Tabii aynı şeyi iyi niyet olarak da görmek mümkün… Alper Akçam söylemişti bunu; “herkesin yazması ayrı önemli ama İstanbullu, köy nedir bilmeyen Doğan Hızlan’ın Köy Edebiyatı üzerine, Köy Enstitülerinin önemi üzerine yazması ayrı bir şey” demişti. Demek ki gerekliymiş. Bu açıdan bakınca, yine birinin bu görevi yerine getirmesi gerektiği bilinci de olabilir. Farklı bir açıdan bakarak söylemek gerekirse; o hep söylenen İstanbul merkezli edebiyatın diğer yerlerden yükselen sesleri bastırdığı, onlara imkân vermediği görüşünü haksız çıkarmak için, ona bir tepki de olabilir. Bu biraz psikanaliz gerektiren bir soru. Sen baktığında öyle bir “tavır” görüyorsan, o da doğrudur. Ben bilinçli olarak bakın Köy Edebiyatı, Köy Enstitüleri hakkında hoşgörüyle yazan bir İstanbulluyum diye bir tavır sergilemedim asla. O az evvel konuştuğumuz emeğin hakkını teslim etmek için yazdım. Yazmış olmam benim için bir kabahat değil asla, ama yazmadıkları için başka isimlere sorular sorulabilir bence… Kaldı ki benim yazmaya başladığım, eleştiriler kaleme aldığım dönemde önemli bir gündem oluşturuyordu Köy Edebiyatı, Köy Enstitüleri…
Diğer taraftan, benim gibi el bebek gül bebek büyüyen bir insan için, okuluna kar, çamur aşıp erkenden giden ve sınıftaki sobayı yakıp, sınıf arkadaşlarının da eğitim alabilmesi için gerekli koşulları sağlayan, eğitimini tamamladıktan sonra köyüne dönüp orada bir şeyler başarmaya çalışan insanlar benim için mitolojik birer kahraman gibiler. Bunun da altını çizmem gerek. Arabesk gibi durmasın. Köy Enstitüleri hakkında çıkan kitaplara bakın, okuyun, orada ne demek istediğim çok iyi anlaşılacaktır. Yakın zamanda, yaşayan en yaşlı Köy Enstitülü isimlerden Ahmet Özkan’ın anıları yayımlandı. O dönemin imkânlarıyla köyün kendi enerjisini üretebilen insanlardan söz ediyoruz! Bunu yazmak sadece bir aristokrat kibriyle açıklanamaz sanırım. Bana değil onlara haksızlık.