Çıkışsız göğün yıldızı

“Mitoloji ve siyaseti kişisel tarihin mahremiyle harmanlayarak resmî anlatıların sahte tekelini parçalayan, insanın en saklı hakikatini çırılçıplak ortaya koyan Gece Göğünde Çıkış Yaraları, kendimizi çıkışsız ve yaralı hissettiğimiz bütün zamanları çağırıyor.”

25 Aralık 2022 20:05

Okunduğu yerde kalmayan kitaplar var. Her bir kelimesi daha gözün onlara temas ettiği anda havada uçuşmaya başlayan. Sadece aklınızı, kalbinizi değil, ruhunuzu ve bedeninizi de ele geçiren. Kontrol kaybettiren. Ocean Vuong’un 2022 yılı Ocak ayında, besbelli bu şairin dünyasına bizzat âşık olan Gökçenur Ç.’nin çevirisiyle Harfa Yayınları’ndan çıkan Gece Göğünde Çıkış Yaraları işte böyle bir kitap.

Vuong’un bu ilk şiir kitabı 2016’da basılmış. Biz onunla, Türkçede 2020’de dünya çapında tanınır kılan romanı Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz’le, Deniz Koç’un muhteşem çevirisi aracılığıyla tanıştık. Dolayısıyla kronolojik olarak tersten ilerledik. İlk romanını okuma yazma bilmeyen annesine bir mektup olarak kuran Vuong’un, romana açılan bu şiir topografyası da hayatında ve aile fotoğraflarında hep eksik kalan babaya seslenen, onun yokluğuna bahane olabilecek farklı hikâyeler düşleyen bir kurguya sahip. Romanına adını veren bir şiir barındıracak kadar yolunda istikrarlı, hiçbir çıkış sunmayacak kadar kayıp.

2016 Whiting Ödülü, 2017 T. S. Eliot Ödülü, Forward Prize Ödülü ve Thom Gunn Ödülü’ne layık görülen Gece Göğünde Çıkış Yaraları, birden çok katmanda ilerleyen, sizden de boşluklarına talip olmanızı bekleyen, tekinsiz ve şefkatli bir kitap. En büyük boşluk olan ve her seferinde bambaşka bir suret ve sahnede yoktan var edilen baba için izlediği yolu şöyle paylaşmış Vuong:

“Batı mitolojisi baba imgesiyle dopdolu. Kişisel olarak her zaman babam kim diye soruyorum. Ve sonunda Homeros gibi onu kafadan uydurmanın daha iyi olacağını hissettim. Japonların bunun için bir sözü var: yugen, elinizde o kadar az şey var ki hayal etmek zorunda kalıyorsunuz.”

Ruh çağırma

1988’de Saygon, Vietnam’da doğan, çocukluğunun ilk yılını bir mülteci kampında geçiren ve kendini bambaşka bir ülkede ve dilde yeniden doğuran Ocean Vuong, Amerika’nın Vietnam’a saldırısını, savaşla un ufak olan hayatları resmî tarihin anlatısından özgürleştirerek kendi aile hikâyesi aracılığıyla yeniden kuruyor. Böylelikle insan hikâyelerinin aslında yegâne hakiki toplumsal tarih olduğunu da lirizmden zerre taviz vermeden hatırlatıyor. Bir ruh çağırma denemesi de diyebiliriz bu kitap için. Sadece tarihini değil, elinden kayıp gitmeye teşne şimdini de çağırıyorsun çaresizce. Hele de ayrıldığın sevgilin, yaşatamadığın ama hep içinde taşıdığın aşkın gerçekten de ölmüşse. Umut bu bilgiye karşın her gün sil baştan başlama ve hayatın her bir ayrıntısını yeniden fark etme azminde.

Sinematografik kurgu, hiç beklenmedik imgelerin yan yana gelişiyle oluşan şok dalgaları, okuyanı çarpıp duruyor sürekli. Dolayısıyla elimizde okunup bitebilecek bir kitap yok. Her seferinde bir yerine yeniden döneceksiniz. Bulduğunuz sandığınız şeyi kaybederek ve hiç fark etmemiş olduğunuzu keşfederek.

Sahiciliğiyle can yakan bir kitap bu. İnsana dair hiçbir şeyden muaf tutulmayacaksınız. Dahası, kendinizden kaçamayacaksınız – şair öylesine her şeyiyle ortaya koymuş kendini. Sizden de daha azını bekleyecek değil.

Mitoloji ve siyaseti kişisel tarihin mahremiyle harmanlayarak resmî anlatıların sahte tekelini parçalayan, insanın en saklı hakikatini çırılçıplak ortaya koyan Gece Göğünde Çıkış Yaraları, kendimizi çıkışsız ve yaralı hissettiğimiz bütün zamanları çağırıyor. Yalan ve sloganla örülü resmî tarihe, aile sırları, gece korkuları, alacakaranlık uyanışlarıyla karşılık veriyor. O yüzden okuması zor ve kaçınılmaz. İçeriğine göre şiirlerde farklı tarz ve biçemler de deneyen Vuong, kelimeler kadar boşlukların da sesine, tamamlayıcılığına başvurmuş. Her seferinde de tükenir olanda inatla aranan bir anlık sonsuzluğa talip olmuş. Hayatta kalmak ve devam etmek için. O yüzden çoğu şiirin içerisinde hiç çekilmemiş ama imgelerle kurulduğu anda gözümüzde flaşı çakan fotoğraflar gizli. Eski zaman fotoğrafları gibi sepya ve buğulu kenar çerçeveleriyle hep biraz da zamansız ve tablomsu fotoğraflar.

teşekkür ederim teşekkür ederim teşekkür ederim
diyorsun çünkü hiç öğrenmedin
beni affet demenin amacını çünkü hep böyle dersin
bir yabancı yazdan çıkıp geldiğinde
ve sana birkaç saatliğine
bir hayat teklif ettiğinde

Ürpertici, sarsıcı yan yanalıklar deniyor Ocean Vuong. “Çatlağın İçinde” şiirini seri katil Jeffrey Dahmer’in bir sözünü alıntı olarak kullanarak açıyor misal.

“Buradaki tek neden…
onları mümkün olduğunca yanımda tutmak
bu, sadece bir parçalarını tutmak demek bile olsa.”

Ardından sollu sağlı ve geniş boşluklarla öbeklenmiş şiirin içerisinde ancak yok ederek var olabilenin kararlı çaresizliğini dile getiriyor:

Bu kadar basit: Bilmiyorum
sevmeyi bir erkeği

nazikçe. Hassasiyet
döve döve öğrenmem gereken bir şey.

Severken ölmenin ve öldürmenin şiiri bu. Ve yaman çelişkinin. Her zamanki gibi doğaya sığınıyor Vuong. Kast ettiğini anlatmanın mümkün olduğu tek enlem ve boylama.

Korumak
Ve korunmak.

Bir tarlanın sırlarını
dönüştürdüğü gibi

şakayıklara.

Işığın koruduğu gibi
kendi gölgesini

yutarak.

The Guardian’da yayımlanan bir söyleşisinde “Hayat, manşetlerin anlatmaya el verdiğinden çok daha karmaşık; şiir de haberlerin yetmediği yerde ortaya çıkar” demiş. Amerikan Silahlı Kuvvetleri’nin 29 Nisan 1975’te Güney Vietnam’a Bell Irving’in “White Christmas” şarkısını şifre olarak çalarak başlattığı saldırıyı, bu şarkıyı ve Saygon’un düşüşünü harmanlayarak yeniden yazıyor. Tarihi, edebiyat olmaksızın anlatmanın imkânsızlığını vurgulayarak:

Şarkı şehirde bir dul gibi dolanıyor.   
        Beyaz… Bembeyaz… Düşlüyorum kardan bir perde

          kızın omuzlarından dökülen.

Kar camların kabuğunu kazıyor. Kar silah sesleriyle
                                       delik deşik oluyor. Gök kızıl.
Kar var şehrin duvarlarını yıkıp geçen
                                       tankların paletlerinde.
Bir helikopter hayatta kalanları götürüyor
                                                          tüm bunlardan uzaklara.

Öyle beyaz ki şehir, öyle hazır mürekkebe.

11 Eylül patlamasının akla ve dolayısıyla haberlere asla sığışamayacak kısmını da bu savaşı anımsatarak ve zulmün sürekliliğine selam ederek “Bir Defterden Parçalar” içerisinde ölümsüzleştiriyor:

Dünya Ticaret Merkezi’nde bulunan 13.000’den fazla.  
     kimliği belirlenemeyen parçalanmış beden
                  New York’ta bir yeraltı mahzeninde
                     depolanmış.

 İyi mi kötü mü bu?

Şimdiye kadar çok ağırlaşmış olmalıydı göklerdeki
    cennet, değil mi?

Bütün şiirlerin dip dalgası halinde kendini hissettiren oldurulamamış o aşksa “Adsız (Mavi, Yeşil ve Kahverengi): Tuval Üstüne Yağlı Boya: Mark Rothko, 1952” başlıklı başka bir şiirde felaketin içerisindeki izdüşümünü kuşanıyor.

Televizyonda uçaklar binalara çarpmış dediler
ve ben sana olur dedim kalmamı istediğinde.
Dizlerimizin üzerinde yakarırız tanrıya
çünkü tanrı belki de
sadece şeytana bu kadar yakın olduğumuzda
dinler bizi.

Bu iki şiirde âşıkken özlem duyulan şeyle acının kaçınılmazlığı bir arada. “Silik bir yara izi boyunda, bir sıcaklık olmak bir / adamın boynunda / Bütün isteğim buydu” diyor “Bir Defterden Parçalar”da. Adını unuttuğu bir adamın yanından ayrılırken ölmüş/ölememiş sevgilisinde yine kalbi. Kelimelerle bitmeyen hesaplamasında aklı: “Karda yalınayak senin evine kadar yürüdüğümü/düşledim. Her şeye mavi mürekkep bulaşmıştı / ve sen hayattaydın hâlâ. Hatta gün doğarken bile / pencerende ışık vardı.” “Odysseus’un Dirilişi”nin başlangıç satırları o sürekli yeniden kurulan ve durmadan kaybedilen ilk çarpılmasının ifadesi: “Caravaggio tablosundan fırlayan bir çoban / gibi girdi odama.” “Adsız (Mavi, Yeşil ve Kahverengi): Tuval Üstüne Yağlı Boya: Mark Rothko, 1952”daki satırlar da adeta sonrasının kehaneti:

Hiç unutmayacaksın beni en çok kırdığında
ne yapıyor olduğunu. Ne çok şey
anlatmam gerek sana – ama tek bir hayat
kazanabildim ve hiçbir şey geçmedi elime.


İki yaşındaki Ocean Vuong, annesi ve teyzesiyle birlikte Filipinlerdeki mülteci kampında.

Kitabın kapağında kullanılan fotoğrafta iki yaşlarındaki Ocean’ı tiril tiril yazlık kıyafetler içerisindeki iki gülen kadının arasında, tahta bir bankta otururken ve doğrudan kameraya bakarken görüyoruz. Oysa bu mutlu ânın arka plan hikâyesi pek çok şey gibi aldatıcı: Aile ABD’ye gitmek üzere Filipinler’de bir mülteci kampında sırasını beklerken, Ocean’ın çektiği fotoğraflar karşılığı yiyecek değiş tokuşu yapan bir başka mülteciye verdiği poz bu. Ya da Vuong’un sonradan anlattığı üzere, “Bu fotoğraf annemin anlattığına göre aileme üç porsiyon pirince mal olmuş. Her birimiz kendi payımızı görünmek için vermişiz.”

Görünmek ve göstermek o yüzden kaçınılmazı belki de. Süslemeden, en çıplak haliyle. Ve bu aynı zamanda okuyana da bir davet, hatta ondan bir talep. “Günlük Ekmek”te yaptığı gibi:

Dinle, bir yıl daha geçti. Hiç
tanımıyorum ülkemi. Bir şeyler yazıyorum.
Bir hayat yaratıyorum ve yıkıyorum
ve güneş parlamaya devam ediyor. Hilal
dalgası. Tuzlu çisenti. Tsunami. Sana bir
deniz verecek kadar mürekkebim var
ama gemiler verecek kadar yok, yine de
bu benim kitabım ve bu tenin içinde kalmak için
ne gerekirse yazacağım.

Yinelenen metaforlarla çerçeveler kuruyor şair. “Eşik” isimli ilk şiirini “Her şeyin bir bedeli olan beden denen beldede / Bir dilenciydim, dizlerinin üstünde” diye açarken, duş alan babasını dikizlediğini düşlüyor. “Şarkı söylüyordu babam, bu yüzden / kalmış aklımda. Sesi- / içime işledi / bir iskelet gibi gibi. Adım bile / diz çöktü içimde / aman diledi.” “Sadakat” başlıklı son şiirindeyse diz çökme perdesini en vurucu imgelerden biriyle kapatıyor.

                Oysa ben dizlerimle
parkeyi kazırken ve
                bir başka adam
boğazıma boşalırken
                başlar yeni yıl. Taze kar
çatlar camlarda, her kar tanesi
                bir harftir
içeri girmesin diye
                hiç durmadan uğraştığım.
Çünkü dua ve rahmet
               arasındaki fark
dilini nasıl
               kullandığından ibarettir. Ben dilimi
göbek deliğine sokarım
               pekmez iplikleri sarkar
sadakatime doğru ve benim için
               bir erkeğin soğuktan sertleşmiş
memelerini dişlerimin arasında
               tutmaktan daha kutsal
bir şey yoktur. Bu ağız
               son giriştir Ocak’a, sesi kısılmış
camda çıtırdayan
               taze karlarla.
ve ne olmuş kanatlarım
               tutuşmuşsa. Uçmayı
hiç istemedim ki zaten.
              Sadece tamamen
karın çıplak tenime
              dokunmasını
hissetmeyi istedim – ve oldu
               sonra ansızın kar
soldu.

Dürüstlüğü, çıplaklığı bu dereceye varmış şiirin ve onun şairinin sizden de aynı açıklığı beklemeye hakkı var –  işte neredeyse bir dikizciye dönüştünüz. Bu sesin onu hayat içerisinde indirmeye çalışanlara inat, diz çöktüğü yerden ürettiği bir onur var. Hayatta kalma, var olma gururu. Kendi seçtiği sadakati. Çırılçıplak, çaresiz iradesi.

“Telemakos”ta “Her iyi evlat gibi, saçlarından tutup / çıkarıyorum babamı sudan” dediği, “Babamdan Gelen Mapushane Mektubu”nda onu kendisine “uzakta bir deniz feneri var / bazı geceler sen oluyorsun o fener / bazı geceler deniz / bilmiyorum bir anlamı var mı bunun / ihtiyaçtan gelmeyen bir arzu / parçalanan ve yeniden yapılan / akıl unutuyor / bedenin suçu hayatta kalmak” derken hayal ettiği kayıp baba. Ve düş âleminde halden hale bürünen babayla muharebelerin sonu bir kabulleniş oluyor “Günün Birinde Ocean Vuong’u Seveceğim” başlıklı şiirde:

Ocean, korkma.
Çok uzakta sandığın yolun sonu
çoktan ardımızda kaldı.
Dert etme. Baban sadece baban işte
birinizden biri bunu unutana kadar. Omurganın
kanatlarını hatırlamadığı gibi, önemli değil
dizlerinin kaldırımları
kaç kez öptüğü. Ocean,
beni duyuyor musun? Bedeninin en güzel yeri
annenin gölgesi nereye düşerse orası.

Unutmak ve hatırlamak arasındaki zorlu tercih, yıkıntılar arasından tarihini sil baştan yazan şairin yaşananı sahiplenen ve düzyazı olarak akan şu dizelerinde de bir karar olarak beliriyor:

“Bilmeniz gerekiyorsa bir adamı tanımanın en iyi yolu dişlerinizledir. Bir seferinde yemyeşil bir yıldırımdan yağmur içtim ben. Zaman ardımda uzanmış, bir kızçe gibi açılıyorum. Bir tarlanın ortasındayım. Ne güzel. Şu yağmur. Sadece düşmek için yaşayan bir şey nasıl olur da bu kadar güzel olabilir. Bir tasarıyla yontulmuş su. Bir kıyı tasarımı. Herkes ama herkes bizi unutabilir –yeter ki siz hatırlayın.”


Ocean Vuong

Zaten unutmak ne mümkün! Neyi hatırladığına bakacaksın günün sonunda. Benim aklım hep o ölmüş, hep genç bir oğlan olarak kalacak sevgilide. Queer var oluş, queer aşk bütün iktidarların tehdidi. Doğmana, kendini bulmana vesile olanın ölümü senin elinden olsun istersin. Kavga edebilmenin güzelliğini dilersin. “Yuva Yıkan”da anlattığı üzere bu hak elinden alınmıştır oysa sonsuza kadar. Artık sadece kendinlesin.

Dudaklarımız birbirine değdiğinde sanki güneş
bir tabuta girdi. Kalplerimizin müzesinde

iki başsız insandık yanan bir ev inşa eden.
Her zaman bir tüfek asılıdır

şöminenin üstünde. Her zaman öldürecek vakit vardır–
yalvarırız sadece iyi zamanlar dönsün diye geriye. Tavan
arası yoksa araba vardır. Araba

yoksa, düşlerimiz. Çocuk yoksa, giysileri yoksa. Hayatta
değilse artık, kapat telefonu. Çünkü yıl uzaktır artık

daireler çizerek gezindiğimiz. Ki bu şu demektir: işte böyle
dans ederiz biz: yapayalnız uyuyan bedenlerimizin içinde. Ki
bu şu demektir:

işte böyle severiz biz: dilimizin üstünde bir bıçak
bir dil dönüşürken bir başka dile.

Ve bütün sonlar senin. İçinde kimselerin bilmediği bir milatla takvimleri alaşağı ettin. Hâlâ onlar gibi görünüyorsun ne garip, hâlâ uyum sağlayabiliyorsun bir şeylere. Oysa gecelerin canavara ait. Gecelerin ne edeceğini bilemediğin o yabanıl öfkenin. “Bir Savunma Mekanizması Olarak Artgönderim”de kaydedildiği üzere.

Uyuyamıyorsun.
Gri botlarından başka bir şey giymeden yağmura
çıkıyorsun. O beni terk etmiş olsa da, diyorsun içinden, ben
yine de ayık kalmak istiyorum. Keşke yağmur benzin olsaydı
ve dilin bir kibrit, yok olmadan değişebilseydin keşke. Keşke
o ölseydi
ve göbek adı ağzında yeni bir dişe dönüşseydi. Ama böyle
ölmüyor. Sadece onu el arabasıyla götürdüklerinde ölüyor ve
rahip seni odadan çıkarıyor, ellerin iki yağmur birikintisi.
Ölüyor kalbin daha hızlı çarptıkça başka bir savaş gökyüzünü
bakır kaplarken. Ölüyor her gece gözlerini kapayıp usulca
nefes alıp vermesini dinlerken sen. Karanlığın
boğazını sıkıyorsun. Banyodaki aynayı yumrukluyorsun.
Ölüyor, bir ev partisinde herkes gülerken, senin tek isteğin
mutfağa kaçmak.
Ve evi yakmadan önce bir omlet yapmak isterken. Tek isteğin
ormana kaçmak ve kurttan seni düzmesini istemek. Ölüyor
sonsuza kadar
Ekim kalacak bir sabah uyandığında sen.

Böyle işte. Başı ve sonu olmayan kitapla küçük bir muharebe bu. Cesareti olan, cilt yeri oynamaya, sayfalar terden şişmeye ve kapak aşınmaya başlayana kadar ve sonrasında bu kitapla kalır. Kendi miladına uluyarak. Gerisi sadece hikâye.