Çetin Altan yaşasaydı, bugün 91 yaşına basacaktı. Altan'ı, aramızdan ayrılışının üçüncü yılında sevgi, saygı ve özlemle anarken, umudumuzu biraz da onun kelimeleriyle korumanın minnetini duyuyoruz...
Edebiyatımızın büyük ustalarından Çetin Altan, yaşasaydı, bugün 91 yaşında olacaktı. Yetmiş yılı aşkın yazı hayatı boyunca edebiyatın hemen her türünde eser veren Altan, 2013’te “Cendere” başlıklı köşe yazısında, “Ve kelimeler... Ve sözler... Ve savaş... Ve geçim derdi... Ve çocuklar... Ve ille yazı makinesi. Ve kitap. Ve kâğıtlar...” diyor ve hatırlıyordu: “Yahu, bir de ben vardım vaktiyle...”
“Bir cendere ortasında, kendine sahip olmadan, sorumlulukların asansöründe bir aşağı bir yukarı...” diye tanımladığı hayatta, “aklının rüzgârına yelken açmayı” düşlüyordu aynı yazıyla Altan: “Acaba yazar olmasaydım? Bilmeseydim fakirler niçin fakirdir, zenginler niçin zengin. Ve neden boyuna yalan söylenir halka? Sonra iki ellerimi pantolonumun cebine sokup bütün şarkıları deneseydim ıslıkla aya karşı. Bakkal borcu, taksit, kasap faturası, telefon ücreti, elektrik... Hiç biri uğramasaydı semtime.” Ve “kutsal” dediği kâğıtta, yazıda buluyordu yegâne avuntuyu: “Bir teselli var ki, tek tutamak o. Daha güzel bir dünya için, daha mutlu insanlar için, vazgeçip bütün bu doyulmamış esintilerden, adam gibi çalışmak... Çalışmak adam gibi...”
Çetin Altan, 2006 itibariyle her yeni yaşını Milliyet gazetesindeki “Şeytanın Gör Dediği” köşesinde yeni bir yazıyla karşıladı. Altan’ı, aramızdan ayrılışının üçüncü yılında sevgi, saygı ve özlemle anarken, umudumuzu biraz da onun kelimeleriyle korumanın minnetini duyuyoruz.
Çetin Altan'ın 80'inci yaşıyla "göz göze, burun buruna geldikten" sonra yazdığı sekiz doğum günü yazısını paylaşıyoruz...
Hele hele 60’ını da aştıktan sonra; akıl ve öngörü radarlarının dışına düşmeye başlar, daha hangi yaşlarla el sıkışıp tanışacağın...
Bendeniz ve 80’inci yaş... Bir türlü büyüyemeden yaşlanıvermişliğin kara mizahı gibi...
Oysa Şark’ın köylü ağırlıklı toplumsal geleneğinde, henüz “dede” falan dahi olmadan; görmüş geçirmiş, durmuş oturmuş, akıllı uslu, olgun ve ağırbaşlı bir görünümü benimsemek vardır...
***
Bendeniz ise, ne yalan söyleyeyim, 80’imle de karşılıklı havada avuç şaklattığımız şu sırada; bir türlü akıllı uslu, olgun ve ağırbaşlı olamadım.
Ve akıllı uslu geçinen kişilerin, saçma sapanlık tahtlarından savurdukları hayat dersleriyle, endazesiz martaval ve böbürlenmelerine; nanik yapıp dil çıkartmaktan bir ömür boyu kendimi alamadım.
***
Gençliğimde uzun süre, -kendi ailem de dahil-, Hazine’den geçinmeli bir bürokrat olma yerine; yazıya çiziye savrulup, gazetelerde çalışmaya ve geceleri de şair dostlarla meyhanelerde kafayı çekmeye başladığım için; maalesef ziyan olup gittiğime inanıldı.
Yaşı 50’yi geçmiş olan, durmuş oturmuş, makam sahibi aile dostları; bana rastladıkça öğütler vermeye çalışıyorlardı kibarca:
- Gençken bizler de geçtik aynı yollardan; ancak serseriliğin sonu yoktur, bakanlıklarda bir işe gir, vakit henüz erkenken...
***
Ben ise, hayat tecrübesinin ağırlığıyla öğüt vermeye kalkanların; ne kendi ana dillerindeki kalemlerin, yazı doruklarında yarattıkları lezzetlerden; ne de dünyadaki sanat ve bilim bahçelerinde kümelenmiş renkli tarhların tadından haberli olduklarını görüyor ve doğrusu kuruluklarına şaşırıp kalıyordum.
Henüz daha aklıma gelmiyordu:
- Bu kadar cehalet, ancak makam sahibi olmakla mümkündür, diye düşünmek.
***
“Sevdiğin bir uğraşa layık olma özeni” diye bir ilkeye, kimsenin kulak astığı yoktu.
Kendilerini başarılı hisseden, üst düzey maaşlı ve asık suratlı paşalarla beyefendiler; beni karşılarına diktiklerinde, benim derdimin ne olduğunu, ne istediğimi sorarlardı. Ben de:
- “Yazı”ya layık olabilmek benim derdim efendim, derdim.
Hep aynı yanıt gelirdi:
- Sen önce vatanına layık ol.
***
Artık gençliğimde karşıma çıkan umacılardan çoğunu hatırlamıyorum bile...
Eğer onlar da, köylü ağırlıklı ve okuma-yazma özürlü bir Şark toplumunun değnekçi başıları olmasalar; onca eziyeti reva görmezlerdi bir kalem bir kâğıtla “basmakalıp”a teslim olmak istemeyenlere...
Ve şayet Hazine’den geçinmeli kesimin akıldaneleri de, kuşak kuşak “olduğundan fazla görünme hastalığı”na yakalanmış bulunmasalardı, dünkü Posta’nın manşeti şöyle mi olurdu:
“En pahalı sazan -Adana’da yapımına 7 yıl önce başlanan metro inşaatına bugüne kadar 339 milyon dolar harcandı. İnşaat bir türlü bitirilemeyince metronun geçeceği çukurlar yağışlar sonrası göle döndü. Şimdi o gölcüklerde her biri 2-3 kilo gelen sazanlar yüzüyor. Belediye ise kredi aldığı dış kaynaklı finans kuruluşlarına her ay 5 trilyon ödüyor.”
***
Tuzla’da çok sevdiğim Balıkçı Mustafa’nın, 5 aylık kız torunu Ekin’i bir görseniz... O minicik çıplak ayaklarını öpemeden edemiyor insan. Solmaz kendisini kucağına aldığında, başladı Solmaz’ın kolyesini incelemeye ve en sonunda da ağzına götürüverdi.
***
Ekin benim yaşıma geldiğinde... Yani efendim 2086 yılında...
İstanbul’dan Tokyo’ya gitmek, Göztepe’den Tuzla’ya gitmek kadar kolaylaştığında ve uzay tatilleri modalaştığında...
Siyasal liderlerimizin bugünkü nutukları da; acaba aynı etkinliği, -en azından Rodin’in heykelleri kadar- koruyabilecek mi dersiniz?
***
Bendeniz hiç sanmıyorum.
Bir ülkede ise zamana dayanmayan nutukların önemi; zamana dayanma özenine çaba harcamışların değerine bin basarsa; o ülke acaba, 21. yüzyılda ne tür çalkantılı sürprizlerle karşılaşmak zorunda kalır?
2086 yılında, şimdi 5 aylık olan Ekin verecek bunun yanıtını.
***
80’inci yaşla da göz göze, burun buruna gelivermek...
Her ne kadar durmuş oturmuş, akıllı uslu olamadıysak da; yürekli durmak gerek “geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan” geçmeye doğru...
***
Tek dileğim, bir ömür layık olmaya çalıştığım “yazı”dan, ancak o kapıdan geçerken kopmak...
5 aylık Ekin’in ayacıklarını öperken de, aynı dua şöyle bir kıpırdadı içimde...
22.06.2006
Plajlarda donla denize girmenin yasaklandığı sık sık hatırlatılan yaz mevsiminde; yılın en uzun 2’nci günü, 22 Haziran.
Bendenizin de, 80 yıl önce gece saat 23.30’da doğduğum tarih.
80 yaşına kadar yaşayıp, 81’ine basmak.
İnsanın 20’sine, 30’una, 40’ına, 50’sine kadar yaşamını sürdürüp gideceği kendisine doğal görünse bile, hiç aklına gelir mi 80’ine kadar yaşayacağı?
Cahit Sıtkı’nın “Otuz Beş Yaş” şiiri “Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder”, diye başlıyor ve şöyle bitiyordu:
N’eylersin ölüm herkesin başında;
Uyudun uyanmadın olacak,
Kim bilir nerede, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatım olacak,
Taht misali o musalla taşında.
Bizim ömür takvimi; Cahit’in, Dante’yi de örnek olarak belirlemeye çalıştığı dünya yolculuğunun sınırlarını, bir hayli aşmış gibi görünüyor.
Osmanlı protokolündeki “el etek öpme” dönemlerinin en sık tekrarlanan niyazı da şuydu:
– Allah uzun ömürler versin efendim!
Yeryüzünde daha uzun, daha uzun, daha uzun yaşama arzuları…
Uzun yaşamak, biraz da gitgide daha azalarak yaşamak değil mi acaba?
İnsanoğlu kendisinin ötesindeki yaşları, kendisi de o yaşa gelmedikçe algılayamıyor.
Bendeniz de, 20’sindeyken; merdivenleri çıkmakta zorlanan ciciannemin bacaklarından yakınıp durmasını, algılayamazdım.
Yaşlılar, kendi gençlik dönemlerindeki o güzelim dünyanın; gitgide bozulup pespayeleştiğini, sevgi, saygı, ahlak, zarafet diye bir şeyin kalmadığını tekrarlayıp dururlar hep.
Ömrün sonunda, dünyanın bozulduğu iddiasıyla dertlenmek; eski gençlik yıllarının sübjektif güzelliğine duyulan özlemlerle de ilgilidir biraz.
Türkiye’de bir yazı adamı olmak ve 60 yıl boyunca basıp durmak bizim “pancar motoru”nun tuşlarına…
Ve Yahya Kemal’in ünlü şiiri:
Dönülmez akşamın ufkundayız. Vakit çok geç;
Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç!
Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile,
Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle.
Hani, diyorum; pancar motorunun tuşlarından parmaklarım hiç ayrılmadan, konu verse şu son nokta…
22.06.2007
Yılın, uzaya uzaya sonuncusuna geldikten sonra, yeniden hafif hafif kısalmaya hazırlandığı bir günde; tüm Türkiye, “Vahşi Batı” filmlerindeki geleneksel düello sahnesinde yere düşmüş bir kovboyun, yattığı yerden ateşlediği tabancasıyla hasmını tam kalbinden vurması gibi, Avrupa Futbol Şampiyonası’nda Hırvatistan’ı da yenerek, yarı finale kalmanın zafer naralarıyla coşup taşarken...
***
Meydanlarda açılan bayraklar, kadınlı erkekli çekilen halaylar, Türk bayrağına boyanan yüzler ve sokaklarda sürekli çalınan kornalarla; yeryüzünün 5 kıtasına birden Türk’ün gücünü göstermenin gökler katındaki gururu kutlanırken...
***
Bendeniz de, ömür takviminde 81 yılı geride bırakmanın, sönük olmamasına çalıştığım gülücüğünü dopingliyordum.
***
Ömür takvimlerinin bitimindeki yapraklar özellikle şairlere; virtüozitesi, ancak kendileri için de artık aynı takvimin cılızlaşmakta olduğunu bilenlerin gönlünde yankılanabilen, bestesi gölgeli yüzlerce mısraın kemanlarını çaldırdı.
***
Necip Fazıl:
Kimbilir nerdesiniz, geçen dakikalarım
Kimbilir nerdesiniz?
Korkarım yıldızların düştüğü yerdesiniz,
Geçen dakikalarım...
Diyordu.
***
Yahya Kemal ise, 81’i de geçtikten sonra titreşimleri daha da derinleşen özel bir solo yapıyordu:
Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç;
Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç.
***
Ve de Ahmet Haşim’den, bir zamanların ünlü mısraları:
Bu bir gizli dildir ki ruha dolmakta,
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta.
***
Yaş ortalaması 29 olan 73 milyonluk, salt hamasete lehimlenmiş bir ülkede, Avrupa Futbol Şampiyonası’nda yarı finale kalınmışsa; lafı mı olur 81’i de pancar motorunun tıkırtılarına armağan etmiş bir yazı emekçisinin...
Geç bir kalem...
Bir dahaki yıl 22 Haziran’da, “83” bir yazı başlığı olamazsa, gayet doğal karşılanmaz mı, kim şaşar ki buna?
***
Gelelim bizim pazar fıkralarına.
Bir TIR şoförü, yüzlerce kilometrelik yorucu bir yolculuktan sonra, kamyonunu yol kıyısına çekip, direksiyonun üstünde azıcık kestirmeye başlamış; derken bir ses duymuş kulağının yakınında:
- Kuzum nolur gelip bana yardım eder misiniz, arabam bozuldu.
***
Şoför kaldırıp başını bakmış; kamyonun penceresi dibinde paparazzi yıldızlarına benzeyen genç bir kız, arabası bozulduğu için yalvarıp yakarmada.
Hemen inmiş 20 tonluk kamyondan ve şöyle bir göz atmış genç kızın stop etmiş motoruna...
5 dakika içinde de, karbüratörün yerinden çıkmış bir telini yerine takıp, çalıştırmış motoru.
***
Kız:
- Ah çok mersi çok, diyormuş; sizi uyandırdığım için kusuruma bakmayın. Şey, direksiyonun üstünde öyle rahatsız uyuyacağınıza, bize gelip biraz dinlenmek istemez misiniz? Evim çok uzak değil, yarın sabah yine getiririm ben sizi kamyonunuzun yanına.
***
TIR şoförü kulaklarına inanamamış. Gidip o güzel kızın evinde uyumak:
- Size mi gelip yatayım istiyorsunuz, demiş; gayet tabii hay hay...
Arkasından da hemen kızın arabasına binip oturmuş kızın yanına.
***
Bir saat sonra çiçekli bir bahçenin ortasında bir villaya gelmişler.
Kız terastaki masada akşam yemeğini hazırlayıp, 2 de romantik mum yakmış masada.
Şoför:
- Mercimek çorbası mı var, tavuklu pilavla, diyormuş; çoktandır yemediğim, ama bayıldığı yemekler... Allah mı gönderdi sizi, ne oldu; gözlerime inanamıyorum.
Kız, sıcak bakışlarla gülümsüyormuş.
***
Şoför yemeği bitirince kız, bir kadeh de konyak vermiş kendisine ve:
- Yorgunluktan ölmüşsünüzdür, demiş; size yatmanız için mavi odayı hazırladım.
Kamyoncu, kendi kendine mırıldanıyormuş:
- Olacak şey değil vallahi; sanki cennetteyim, cennete uçtum sanki.
***
Mavi odadaki karyolanın yatağı yumuşacık, çarşafları tertemizmiş.
Bizim şoför lambayı söndürüp yatağa girmiş ve tam dalacağı sırada, kapının açıldığını duymuş.
Şöyle bir doğrulmuş yatakta, ay ışığında ev sahibi genç kızın, sırtında salt bir gecelikle odaya girdiğini görmüş.
Genç kız:
- Yalnız yatmaktan korkuyorum, demiş; acaba yanınızda yatamaz mıyım?
***
Kekelemeye başlamış, bizim kamyoncu:
- Evet, tabii, şey... buyurun...
Kız yatakta şöyle bir sokulmuş şoföre, sonra da:
- Azıcık geriye doğru çekilebilir misiniz, demiş; burası çok dar da...
***
Şoför de azıcık yana doğru çekilmiş ve TIR kamyonundan aşağı yuvarlanmış.
***
Gönül isterdi ki, süre dursun güzel rüyalar ama; ne orman yangınları, ne kene ölümleri, ne cüzdanın durumu, ne elektrik faturaları, ne sövmeli-övünmeli Ankara kavgaları paylaşamıyor güzel rüyaları.
Derken bir yer geliyor, başını üstüne koyduğun direksiyonda güzel rüyalar görürken, pat diye düşüveriyorsun aşağıya...
***
Lermontov’dan, Ataol Behramoğlu’nun çevirisi bir şiirle bitirelim yazıyı:
Bir Şiir Defteri İçin
Hayır, ilgi beklemiyorum ben
Hüzünlü sayıklamalarına ruhumun.
Alışkınım el çekmeye isteklerimden
Eski günlerinden beri çocukluğumun.
Yazdıklarımdan da bir şey beklemem
Fakat isterim ki yıllar sonra
Kısa, fakat isyancı bir ömürden
Bir iz kalmış olsun onlarda.
Kim bilir, belki günün birinde
Tüm sayfaları hızla geçerken
Takılıp kalacaksınız bu dizelere
Mırıldanarak: “Haklıymış gerçekten”.
Belki o sevinçsiz şiir uzun süre
Durduracak üstünde bakışlarınızı;
Bir mezar taşının yol üstünde
Durdurması gibi bir yabancıyı.
22.06.2008
Doğduğum günün üstünden, yazları, kışları baharlarıyla tam 82 yılın geçmiş olduğu da noktalanır ve 83’üne basarken...
* * *
“Laf ola beri gele” sözlerden biri olan:
- Her yaşın kendine göre bir tadı vardır, değerlendirmesine; acaba bendeniz de birazcık kulak kabartsam mı?
* * *
Gerçi her yaşta “hayatın tadı, zamanı unutmaktadır”; bazen bir baş başalıkta, bazen bir “diziyi” izlemekte, bazen bir konserde, bazen bir meyhanede...
* * *
İnsanları neden tıkarlar cezaevlerine; zamanı unutmasın ve “günler bir türlü geçmek bilmesin” diye...
* * *
Gençlik ile yaşlılık hakkındaki bir başka saptama da şöyle:
- Gençler için günler kısa, yıllar uzun; yaşlılar için günler uzun, yıllar kısa...
Ve bir tane daha:
- Gençler bilebilse, yaşlılar yapabilseydi...
* * *
Yıllar geçtikçe, insanın sık duymaya alıştığı sözler de değişiyor.
20 yaş dostlarıyla konuşurken, gülerek soruyorum:
- Bakalım 62 yıl sonra benim yaşıma geldiğinde ne yapacaksın?
Aldığım yanıt:
- Ben o kadar yaşamam...
* * *
50 yaş dostlarıyla konuşurken de soruyorum:
- Ne yapacaksın 30 yıl sonra 80’ine geldiğinde?
Aldığım yanıt yine aynı:
- Ben o kadar yaşayamam ki?
* * *
Hayat tuhaf bir göle benziyor, ortasındayken ayrıldığın kıyıya baktığında yakın; farkına varmadan yaklaştığın karşı kıyı ise uzak mı uzak görünüyor.
* * *
Bendeniz de 50’sinde, 60’ında, hatta 70’indeyken; 80, varılamayacak uzak bir kıyı olarak görünüyordu.
* * *
“Kalem” adamlarından, yaşlanabilmiş de olanlar; çocukluklarını, gençliklerini yazmayı pek sevdikleri halde, o kadar benimsemezler ihtiyarlığı da ayrıntılarıyla yazmayı...
* * *
Hatırladığım kadarıyla sadece La Bruyere:
- Paradoks yapıyor denmesinden korkmasam; yaşlılığı, gençliğe yeğlediğimi söylerdim, diye yazmıştı.
* * *
İşin matrak tarafı, La Bruyere’in o satırları yazdığında 47-48 yaşlarında olmasaydı; 51’inde de hayattan ayrılmıştı zaten.
* * *
19’uncu yüzyılın ortalarına kadar, o dönemlerin gelişmiş toplumlarında dahi, insanların ömür cetveli 45-55 yıl kadardı.
Şeker fabrikalarının devreye girmesi ve şeker tüketiminin artmasıyla, insan ömrünün de uzadığı iddia edilmişti.
* * *
Türkçede de:
- 40’ından sonra azanı teneşir paklar, sözü; kadınlar arası dedikodulu sohbetlerde çok kullanılırdı.
* * *
Yine hatırladığım kadarıyla, Dale Carnegie’nin patlattığı:
- Hayat 40’ından sonra başlar sözü; o yıllarda 30’unda olan beni bile şaşırtmıştı.
* * *
“Hayat” kimseye öğretilemez. Kimseye öğretilemez Doğa’nın “libido”suyla, kasaba koşullanması ve ekonomik çaresizlikler çatıştığında, nasıl bir çözüm bulunabileceği...
* * *
1925 yılında 30 yaşındayken “Maarif Vekili” olan Mustafa Necati:
- Hayat bir katakulliden ibarettir, demişti.
Ve 35 yaşında da, hayata veda etmişti.
* * *
Gerçekten de hayat bir yutturmacadan, bir ikiyüzlülükten, bir riyakârlıktan mı ibaretti?
* * *
Ya o sanat ve bilim adamları, hepsi de birer sahtekâr mıydı?
2500 yıl önce yaşamış olan Sofokles, 350 yıl önce yaşamış olan Moliere, bizim Fuzuli, Neyzen Tevfik, Osman Hamdi, Orhan Veli, Tolstoy, Modigliani birer “katakullici” miydi?
* * *
Örneğin “Yazı”nın doruklarına bayrağını dikmiş olan Tolstoy da:
- Vatanseverlik köleliktir, demişti.
* * *
Mustafa Necati’nin “hayat” tanımlamasını, Tolstoy’un gözleyip özetlediği bir “Çar ordusunun disipliniyle” yan yana getirdiğinizde; Hazine’den geçinmeli mesleksiz “mevki sahipleri”nin olduğundan fazla görünme hastalığıyla, kendini beğenmişlik afurtafuruna, bir nanik çekmek geçmez mi içinizden?
Yaşınız 82’yi geçmiş bile olsa.
* * *
Her yaşın kendine göre bir tadı varmış.
Bendenize göre laf işte...
Hiçbir yaşımı bir kez daha yeniden yaşamak istemem.
* * *
4 yaşındayken, dedem Hasan Paşa’nın beni, “çarpım cetveli”ni ezberleyinceye dek, odalara kilitlemesini ve ezberleyemediğimi görünce de, topuğumdan tutup 2’nci katın penceresinden aşağı, tulumbanın mermer yalağına doğru baş aşağı sarkıtmasını da bir daha istemem; 8 yaşındayken bir pazar akşamı Ortaköy’deki Galatasaray Lisesi ilkokuluna, yatılı bir öğrenci olarak bırakılıvermeyi de...
* * *
Yahya Kemal, yaşlılığında şöyle demişti:
Gördüm ve anladım yaşamak macerasını,
Baki idiyse ruh eğer, dilemezdim bekasını.
* * *
Bendeniz bir türlü görüp anlayamadım yaşamak macerasını; ancak, bir daha yeniden görüp anlamaya çalışmak da istemem.
* * *
82 noktalığında da; 1 yılda orta boy bir kitap sayfasıyla hemen hemen 1000 sayfalık yazı yazmışım; “yazı” bendeniz için, bir “yaşam aracı” değil, “yaşam amacı”...
* * *
İşte Jean-Paul Sartre’in bayıldığım bir sözü:
- En büyük tembellik, sevdiğin işi yapmaktır.
* * *
Söz aramızda, tembellikten daha güzel de ne vardır?
* * *
Victor Hugo, 82’sinde yazdığı son şiirinden birini şöyle bitiriyordu:
Tanrım aç bana karanlıkların kapısını
Artık kaybolmam gerek.
* * *
Bir dahaki yılın 22 Haziran’ından sonraki ilk yazı başlığı, “84...” olmazsa, lütfen kusuruma bakmayın...
24.06.2009
Sanki her bebek, kaç basamaktan ibaret olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceği, görünmez bir ömür merdiveniyle doğuyor.
* * *
Bendenizin 30’undayken, aklıma mı gelirdi 83’ünü de bitirip 84’üne basacağım.
45’ine bastığımda da öyle bir olanağım yoktu, 70’ine bastığımda da...
85’ine basıp basamayacağımı, bilme olanağım da yok bugün...
* * *
Orta yaşlardaki kibar dostlar:
- Daha nice nice yıllara, diyorlar; sizi çok iyi gördüm, diyorlar.
Azrail’in tırpanının üstüme doğru kalkmış olduğunu, unutturmak istiyorlar bendenize.
* * *
Şayet ömür merdiveninin son basmağındaysam ve “85...” başlığını hiçbir zaman yazamayacaksam, çok doğal karşılayacaklardır bunu da:
- Zaten 80’ini çoktan aşmıştı, diyecekler...
* * *
Ünlü halk deyimlerini de unutmamak gerekir:
- Yaş yetmiş, iş bitmiş... Ahı gitmiş, vahı kalmış... Bir ayağı çukurda...
* * *
Eskiden bendenize kimse:
- Sizi çok iyi gördüm maşallah, demiyordu.
Şimdi ise günde en az birkaç kez duyuyorum böyle bir saptamayı.
* * *
Orta yaşlardaki dostlar da ne desinler yani:
- Amma da moruklaşmışsın, amma da çökmüşsün mü, desinler?
* * *
Cahit Sıtkı, daha 35’indeyken yazdığı şiirde:
Yaş otuz beş, yolun yarısı eder;
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
Diyordu.
* * *
Cahit, 47’sinde söndü gitti. 35’indeyken sadece 12 basamağı kalmıştı görünmeyen ömür merdiveninde.
* * *
Ahmet Haşim de, görünmeyen o ömür merdiveninin şiirini yazmıştı:
Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak...
* * *
Ne Victor Hugo alabildi kendini 82’sinde, artık çok yorulduğunu ve başka basamak çıkmak istemediğini yazmaktan; ne Yahya Kemal, vazgeçebildi:
Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç...
Demekten.
* * *
“Küçük Asya” yarımadasının, özellikle son yüzyılında; angutçasına çektirilmedik acı bırakılmadı şairlere, yazı adamlarına, sahne sanatçılarına, ressamlara, hatta Ruhi Su gibi müzisyenlere ve birçok akademisyene...
* * *
Büyükannelerinin yaş günlerinde, büyükbabalarının kendilerine bir gül dahi sunmadığı torunlar; özellikle Hazine’den geçinmeli bir “mevki sahibi” olduklarında; kendilerini ve uydurdukları hamasi sloganları yüceltmeye zorunlu, bir propaganda borazancısı olarak görüyorlar sanatçılarla, akademisyenleri...
* * *
Yoksa onları “hain” ilan ediyor ve ezmeye kalkıyorlar başlarını.
Tam bir barbarizm, üstelik de “uygarmış” imajlı.
* * *
Sanat ve bilim ise; yerelin toprağı, güneşi ve yağmuruyla yetişmiş, İNSANLIĞIN ortak bahçelerine ait değişik bir çiçekler tarhıdır.
* * *
Ayakları bakımsız milyonlarca kadının yaşadığı diyarlarda; sanatla bilimin değerini algılayacak siyasetçi kafası, çok zor çıkar.
* * *
Her şeyin bir bedeli var.
84’üne bastığında, tek ayağın üstünde öteki ayağını 90 derece öne kaldıramıyorsun.
* * *
Şimdi bir de kadınlarının ayakları bakımlı dünyalarda; adam başına düşen yıllık “ulusal gelir” birimlerine bakalım:
1- Lüksemburg, 77 bin dolar.
2- Norveç, 66 bin dolar.
3- İsviçre, 50 bin dolar.
4- ABD, 45 bin dolar.
5- İsveç, 40 bin dolar.
6- İngiltere, 37 bin dolar.
7- Fransa, 34 bin dolar.
8- Almanya, 34 bin dolar.
9- Yunanistan, 21 bin dolar.
10- İsrail, 18 bin dolar.
* * *
Ya Türkiye?
7 bin doları henüz aşmakta ve “ulusal gelir dağılımı” açısından da; İstanbul’la, Ardahan arasında yüzde 1300 bir fark bulunmakta.
* * *
Her şeyin bir bedeli var.
Uzun yaşadığında, ağzındaki protezlerle elmayı ısıra ısıra yiyemezsin; kaldırımın ne zaman başlayıp ne zaman bittiğini her zaman göremezsin; hızlı ve geniş adımlarla yürüyemez, koşamazsın; v.s...
* * *
“Onlar-biz” ayrımıyla, kendi tek çanaklık sefertasın içinde; “Türk’e Türk propagandası” yapa yapa, daha küçücük yaşlarda beyinleri dondurmaya kalktığında da; değişen, küreselleşen ve şeffaflaşan “uzay çağı”nın sabah esintileri önünde, çalkantılardan kurtulamazsın...
* * *
Günlük yaşam bir balıkçı lokantası...
Taze balıklar vitrinde, bayatlar çöp tenekesinde...
* * *
“Yazı”ya layık olma özeniyle hayatı hak etmeye çalışmış bir kalem; ona sevdalanmış eli de, taze tutmaya uğraşıyor ama; ona da Doğa, ömür merdiveninin basamakları bittiğinde:
- Yeter, bu kadar; diyor.
* * *
Ve hergele bir mizahçı da:
- Bir yazar, gelmek istediği yere geldiğinde; artık gitme zamanıdır, demekte...
23.06.2010
Her yıl, yılın en kısa gecesinden sonraki gün 22 Haziran... Ömür ruleti geçen yıl 22 Haziran’da 84’ü gösteriyordu, bu yıl 85’i.
* * *
Org. Faik Türün’ün İstanbul’da Sıkıyönetim Komutanı olduğu dönemlerde; Selimiye Kışlası’nda bir şafak vakti, önde tabancalı bir yüzbaşının yürüdüğü bir infaz mangasının ortasında, elleri arkadan kelepçeli bir “yazı” adamının; kışlanın uzun koridorlarından, “talimgâh”ın kapısına doğru yürürken attığı adımlar gibi koparmak, artık her yıl takvimin her yaprağını...
Doğrusu pek de hoş değil yürekli olmaya çalışmak; üstelik yürekli görünmek de yoruyor insanı.
* * *
Vaktiyle:
-Beni artık hiçbir şey şaşırtamaz, ben 50’yi çoktan aştım, diyen Nurettin Artam’ın tam tersine; bendenizi de her şey çok şaşırtıyor.
* * *
Şaşırmak, neden şaşırdığını düşünmeye başlamanın zembereklerini de çevirmeye başlıyor çünkü...
* * *
Dünkü Milliyet’in sürmanşetine de, manşetine de, ilk sayfa haberlerine de şöyle bir göz atalım.
Sürmanşete çıkarılmış, çerçeve içinde fotoğraflı bir haber:
“LUNAPARKTA ÖLÜM
LYS sonrası stres atmaya lunaparka giden Hatice Ataman ‘discovery’ adlı oyun aletinin emniyet kemeri açılınca, 20 metreden yere çakıldı...”
* * *
Sürmanşetin alt köşesinde de, haberin şöyle bir ayrıntısı var:
“YİNE O İŞLETMECİ
Beykoz’da 2004’te ahtapot denilen ‘twince’ aracının koltuğunun kopması sonucu Ekrem Şahin (28) ölmüştü. O kazada lunaparkın işletmecisi yine Ferhat Kavaklı’ydı.”
* * *
Lunapark eğlencelerinin neden olduğu ölümcül kazalar... Ölümcül kazalara neden olan lunaparkların işletmecisi ise hep aynı kişi...
* * *
Böyle bir habere 85’ine basarken de şaşarsın, basmazken de...
Şaşırmanın nedenlerini düşünmeye başlayınca da; T.C.’nin 90 yıllık süresi içinde İNSAN’ın değerine ne kadar önem verilmiş olduğu gelmeye başlar aklına...
Ve sonra da siyasal nutuklardaki övünmeler bulutlanır havada.
* * *
Gelelim Milliyet’in manşetine:
“HALKIN BORCU DEVLETİ ÜRKÜTTÜ
Halkın tüketici kredisi ve kredi borcu 200 milyar liraya ulaşınca devlette alarm zilleri çaldı. İşte devleti tüketici kredilerinin cazibesini azaltmak için tedbir almaya yönelten tablo.”
* * *
Haberin teknik ayrıntılarını Güngör Uras yazmış.
Güngör Uras da, siyasal propagandalarla, siyasal koşullanmaların üstüne çıkacak kadar iyi bilir ekonomik konuları da, ekonomik açmazları da...
* * *
20-25 yıl süreceğe benzeyen çalkantılı bir dönemin ilk çıngırakları bunlar...
Şaşırsam ne yazar, şaşırmasam ne yazar?
* * *
Bir başka haber de şöyle:
“ORGENERAL İÇİN 20 YIL İSTENDİ”
* * *
Ya Suriye’den kaçıp Hatay sınırındaki çadır kentlere sığınanlar...
* * *
85’ine bastığım gün, yeter de artar bile bu kadarı...
* * *
İçimden Yahya Kemal’den de, Cahit Sıtkı’dan da, Ahmet Kutsi’den de bazı mısralar yazmak geçiyor ama:
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan
Diye, mırıldanarak yakınan, boynu bükük bir ihtiyar izlenimi yaratıp, canım bir yaz gününden istifa etmiş gibi görünmek de istemiyorum.
* * *
Hem Ahmet’e, Mehmet’e, Zeynep’e ayıp olur; hem torunlarıma Sanem’e, Kerem’e, Ali’ye, Ömer’e, Tuğçe’ye ve 4 yaşındaki Leyla’cığa...
Hem de Solmaz’a...
* * *
Üstelik bütün orta yaş dostları; bendenize rastladıkça:
-Çok iyi gördüm sizi, deyip dururken ve bendenizin:
-Görünüşe aldanmayın dememe karşı; 90’ını aşmış büyükannelerinden, büyük teyzelerinden, dayılarının kayınvalidelerinden örnekler gösterirlerken...
* * *
Onlar da ne desinler yani:
-Sizi çok iyi gördüm, yerine; iyice moruklaşmışsınız, diyecek değiller ya...
Bazı genç dostlara da, bendeniz takılıyorum:
-Benim yaşıma gelince, ne yapacaksınız bakalım, diye.
* * *
25-30 yaş için, 55-60 yıl sonrası o kadar uzak, o kadar uzak ki:
-Ben o kadar yaşamam, diyorlar.
* * *
Ömür ruleti, geçen 22 Haziran’da 84’ü gösteriyordu, bu yıl 85’i...
Boş veriiin...
* * *
Bendeniz şimdiye dek, yumurtadan yeni çıkmış bir serçe yavrusunu hiç görmedim.
* * *
Portekiz’de, Porto’nun uzakça banliyölerinden Povoa de Varzim’de; Fernando ile ablası İria yolda gezerlerken, yuvasından yere düşmüş bir serçe yavrusu bulmuşlar.
* * *
İria, bir serçe yavrusunun nasıl beslendiğini incelemiş öğrenmiş ve öyle bakmaya başlamış serçe yavrusuna...
* * *
Yavruyu avucuna alıp yatağına götürünce de, yavru kulağının arkasına çıkıp, oraya saklanıyor ve minicik bir sesle de bağırıyormuş:
-Ciik, diye
* * *
İnternet sayesinde, resmini de gördük serçe yavrusunun; yarım başparmak büyüklüğündeydi.
Şaşkınlıkların en neşelisiyle baktık serçe yavrusuna.
* * *
Ne seçmenlerin, ne seçilenlerin, ne Caddebostan İskele Caddesi’nden saatte 100 km.’yi aşan bir hız ve gök gürültülü bir egzoz patlamasıyla geçen motosikletli delikanlıların; umurunda bile olmasa bir serçe yavrusu...
* * *
Bizim için o kadar da şaşırtıcıydı ki...
Tıpkı bendeniz için bugünkü yazı başlığı “85” gibi...
22.06.2011
Ana rahminde bebek canlanmaya başladığı an, “ömür ruleti” de dönmeye başlıyor. Bebek doğduktan sonra da; her doğum yıldönümünde, küçücük bilyasını bir sayı, yahut bir yaş öteye zıplatarak dönen “ömür ruleti”...
* * *
“Ömür ruleti”nin bir özelliği de, dönüp durmasının gitgide yavaşlaması.
Bendeniz geçen yılın 22 Haziran’ında, yazının başlığını “85” olarak koymuştum.
Ruletin dönmesi o kadar yavaşlamıştı ki, küçücük bilyasını bir sayı daha öteye zıplatmadan duracağına inanıyordum.
Ama ruletin dönmesi gitgide daha ağırlaşırsa da, durmadı ve bilya geldi “86”nın üstünde durdu.
* * *
“86” sayısını ters çevirsek ve “68” yapsak...
5-10-15-20-25-30-35-40-45-50 yaşındakiler için “68” de, epey bir yaşlanmışlık sayılmaz mı?
* * *
Ya 76 yaş?
* * *
Ve bendeniz, bu yılın 22 Haziran’ında yazının başlığını “86” olarak koydum...
* * *
Şimdi:
- “Oh ne iyi, daha ne istiyorsun? Çocukların büyümüş, bir tanesi ‘dede’ bile olmuş. En büyük torununun yavrusu, 5’ine basan Leyla’cığı bile görmüşsün. Her sabah yazılarını da yazıyorsun; ağır aksak, küçük adımlarla hemen yorularak yürüsen ve arabaya yardımsız binip inemesen de; genellikle Solmaz ve zaman zaman da babalarını yalnız bırakmak istemeyen Ahmet ve Mehmet’le; vakit geçirmek için İstanbul’un her yerine gidebiliyorsun Allah’ına şükret” diyenler olacaktır.
* * *
“Ömür ruleti”nin dönmesi ağırlaştıkça, yaşlılara neler ödettiğini anlamak mümkün değildir o yaşlara gelmedikçe...
* * *
Yahya Kemal, daha 70’ine gelmeden şöyle yazıyordu:
Hülyası kalmayınca hayatın ne zevki var,
Bitsin hayırlısıyla şu beyhude sonbahar.
Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi,
Müşkül odur ki, ölmeden evvel ölür kişi.
* * *
Ağızdaki protezler nedeniyle damak tadı kaybolduğunda ve elmayı ısırarak, kuzu pirzolasını dişlerinle sıyırarak yemek dönemi gerilerde kaldığında...
Bir de bu tür gövdesel azalmalara, gece uykusuzluklarıyla sık sık tuvalete gitmeler eklendiğinde...
* * *
Bir de ünlü bir söz vardır:
- Gençler için günler kısa, yıllar uzun; yaşlılar için günler uzun, yıllar kısa, diye.
Aynen öyle...
* * *
Kız kardeşim şair ve çocuk doktoru Gülderen Alpagut da, bugün 81’ine bastı. 5 yıl arayla haziranın 22’sinde doğduk ikimiz de.
Ve ne gariptir, doğduğumuz köşkün biçimi değişse de, yine aynı mekanda oturuyor ve aynı mekanda 81’le 86’ya basıyoruz.
* * *
Bizler, doğum günlerini; ailece toplanıp, bir pasta üstünde mumlar yakarak kutlama dönemlerinin çocukları değiliz.
* * *
60 yaşımın 22 Haziran’ını da hatırlamıyorum, 55 yaşımın 22 Haziran’ını da...
Sadece 45 ile 46 yaşına bastığım 22 Haziran’lar, Sağmalcılar cezaevinde geçmişti.
Suçum da, TCK’nın 142’nci maddesini çiğnemek ve yazıyla “sınıfı sınıfa düşman etmeye kalkmış” olmaktı.
* * *
Ha evet... Bir de ülke sorunları var...
Bendeniz 6 yaşındayken de vardı. 1933’te Edirne’de Kaleiçi’ndeki “İstiklal İlk Mektebi”nde okula başladığım yıl; kulağıma sık çarpan fısıltı eleştirisi:
- Eskiden 1 padişah vardı, şimdi 100 padişah var idi.
* * *
O tarihlerde gramofon da çok büyük bir lüks idi, bisiklet de, telefon da...
Elektrik ise henüz evlerde yoktu.
* * *
Şimdi 6 yaşında olan ilkokul çocukları da; 86’sına bastıklarında, kim bilir nasıl anlatacaklar 80 yıl öncesini?
* * *
İnsan yaşlandığında, gövdesinin eskisi gibi hayatla dans edemeyişinden bunalsa da, yine “can” taşıyor. Bir “idam mahkumu” gibi yaşamanın akrepli kıskacına dayanmak da kolay değil; hastane köşelerinde sürünüp kalmanın kaygısına da...
* * *
Bir dahaki yılın 22 Haziran’ında, yazının başlığının “87” olacağını hiç sanmıyorum.
Bu da çok doğal ama, Ezrail’in tırpanı da az korkutucu değil.
* * *
Lütfen kusuruma bakmayın, biraz fazla uzattık “22 Haziran”ı...
22.06.2012
Sabah saatin 4’ü, bendeniz için çalışma saati; yazıyı ne kadar erken yazarsam, o kadar rahat adıyorum kendimi, ertesi günü ne yazacağıma.
50 yıl önce böyle değildi. Gitgide böyle oldu.
***
Bu gün bendenizin yaş günü, 87 kapıyı çalıyor; mutlaka açtıracak. Ama gelecek yılın bu gününde ne olur bilemem.
Bendenizden önceki kuşaklar; yaş günlerini, kesinkes ne bilirler, ne de kutlarlardı. Onların takvimi de, zaten “Hicri takvim”di. “Miladi takvim” 1925’in sonunda kabul edildi. 1926’da uygulamaya sokuldu. Yılbaşı kutlamalarıyla, hediyeleri böyle başladı.
Hicri takvim, başlangıç olarak; Hz. Peygamber’in, Mekke’den Medine’ye “Hicret”ini, göçünü almıştı. Göç, yahut hicret, ailece başka bir yere yerleşmeye gitmek demekti. Hz. Peygamber’in göç süresi 20 yıldan uzun sürmüştü.
***
Ne tuhaf bir “dilemma”; “yaş” büyüdükçe, sahibi azalıyordu. Önce bacaklar merdiven çıkmaya nazlanıyordu. “Miyopla, hipermetrop da” perende atmaya başlıyorlardı gözlerde. Başlıyordun aranmaya:
- Nerede benim gözlüğüm, diye.
Eskiden sadece dilini tutamazken, gitgide başka şeyleri de tutamaz hale geliyordun.
***
Şairler, daha iyi anlatıyorlar “yok olma” duygusunu. Örneğin, işte Cahit Sıtkı’nın “Ölümden sonra” şiiri:
Öldük, ölümden bir şeyler umarak;
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü.
Nasıl hatırlamazsın o türküyü,
Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü,
Alıştığımız bir şeydi yaşamak.
Şimdi o dünyadan hiçbir haber yok,
Yok bizi arayan, soran kimsemiz.
Öylesine karanlık ki gecemiz,
Ha olmuş ha olmamış penceremiz;
Akarsuda aksimizden eser yok.
***
Neler yaşadığını, pek de bilip anlamadan, geçip gidiyorsun.
***
Hayattan yakınma, daha yaygındır bizde; sonra da sürekli korkup dur, ölmekten. En büyük tehdit, “öldürmek” olsun ve bol bol da uygulansın. Arkada kalanlar da avunsunlar:
- Tanrı verdi, Tanrı aldı, diye.
***
Yaş günü hatırına, klişe bir cümle yazmaya çalışayım:
Elbet her şey bir gül buketi değil, ama her şey bir demet devedikeni de değil.
***
Her yaş günü bir istasyon:
- Ha şuradan da geçtik, ha buradan da geçtik, derkeeeen...
Bir de bakıyorsun ki, yaşamakta olanların geçmekte olduğu istasyonlar, senin çoktan geçmiş olduğun istasyonlar.
***
Çocukken yaş günüm pek hatırlanmadı. O nedenle bendenizde de, epey geç uyandı, “1 yaş daha büyüdüm” bilinci.
***
13’ünde evdeki merdivenlerin trabzanlarına, ata biner gibi binerek, aşağıya kayarken, annem:
- Artık koskoca adamsın, utan utan diye azarlamıştı.
***
Mahkeme kapılarında mübaşir azarlamaz, sertçe uyarırdı:
- Kalk bakalım sıra sende, diye.
***
86 yıl, halı silkeler gibi silkelenmiyor.
Ancak torunum Sanem Altan’ın yavrusu Leyla’cığa, doğumundan 2 saat sonra, elimi dokundururken bambaşka bir gezegene gitmiş gibiydim.
Ne demişler:
Gelen gideni görmez
İki kapılı handır bu.
***
Yazının bugünkü başlığı son istasyonmuş gibi görünüyor bendenize, ne diyeyim, hayırlısı...
***
Korkuyor muyum, korkmuyor muyum?
Ne korkuyorum, ne korkmuyor; sadece kaygılanıyorum, ya dayanılmaz acılar çekersem diye ve becerebildiğim kadar, şimdiden başlıyorum duaya...
22.06.2013