Bloom’u nasıl ve neden okumalı?

"Roman, tiyatro oyunu ve şiir üzerine kırkı  aşkın denemeden oluşan Bloom’un Nasıl ve Neden Okumalıyız  adlı eseri, bir yandan okuduklarımızı okumuş olan biriyle söyleşme hazzını verirken, bir yandan içimizdeki şeytanı yetkin birinin ağzından dinleme şansını bize bahşediyor."

13 Ocak 2022 17:00

Bloom’un kitabına isim olarak seçtiği Nasıl, neden okumalıyız? sorusu onun hem kendisi hakkında bilgi verir hem de edebi esere yaklaşımındaki tavrını gösterir bir isimdir. Nasıl ve neden okumalıyız, şahsi bir tınıya sahip, kendinden emin bir eda içermektedir. Doğru okumayı göstereceğini imlediği gibi, yanlış ve kötü okumayı da ifşa edeceği vaadini barındırır içinde. Neden, nasıl okunacağını bildiğini ve bunu bizlere öğreteceğini de beyan eden bu soru Bloom’un öteden beri bilinen, kendine biçtiği, Paul de Man’ın deyişiyle “düzeltici” yanının bir dışavurumudur. Dolayısıyla bu eserdeki yazılar Bloom’un diğer konuşma ve nesirlerindeki gibi içten, doğrudan, sözünü sakınmayan, kendinden emin, her şeyden önce kendi estetik beğenisini referans alan, son derece öğretici metinlerdir bana kalırsa. Kitabın girişinde “Eğer şanslıysanız size yardımcı olabilecek bir öğretmen bulabilirsiniz” der Bloom. Sanırım bu yazıyı bana yazdıran şey de o öğretmen sıfatının en çok yakıştığı kişinin Bloom olabileceği düşüncesi olsa gerektir.

Sanat ve edebiyat alanında edebi akım ve kuramlar yerine kendi beğenisini referans alarak yapılan eleştiri ve değerlendirmelerin eleştirinin objektifliğine zeval getirdiği, üzerinde belli bir konsensüs sağlanmış edebiyat eleştiri bakiyesine gölge düşürdüğü kabul edilir. Özellikle akademide bu tür bir yaklaşımdan mutlak surette kaçınılması gerektiğine inanılır. Objektif ya da nesnel olmak (bu minval üzere bu iddiayı tam olarak anlamakta güçlük çektiğimi belirtmek isterim) iddiasıyla yapılan “akademik” eleştirileri metinlerinde şahsi beğeni ve söylemden, bireysel estetik referanslardan sakınıldığından ortaya çıkan eleştiri metinlerin soğuk ve renksiz, hatta bir anlamda derinliksiz olduğunu iddia edebiliriz.  Elbette bir teori ve kuram çerçevesinde ele alınan metinlerin edebiyat ve eleştiri literatürüne katkısını teslim etmek gerekir. Ama akademik bakışın dışında hareket eden edebi bakışı ve estetik görüsü gelişmiş kişilerin kaleminden çıkan metinlerin bilindik kuramların giremediği yerlere girebildiği, edebi eserle okuyucu arasında hâsıl olan ilişkiden doğan üstelik başka türlü elde edilmeyecek, yahut başka türlü ortaya çıkmayacak esere dair  özel bilgilere,  farklı kavrayışlara, ulaştığını da defaatle söylemek lazım. Nesnel ve belli kurallar silsilesi içinde yapılan eleştirinin bize bir eser üzerinde içten ve doğrudan söyleşmeye imkân vermediğini, yine çoğunlukla sevgi ve nefretimizi dile getirme coşkusundan ve hazzından bizleri mahrum bıraktığını da hatırlayalım. Bloom, mezkûr durumu, bu metne konu olan kitabın girişinde W. Woolf’tan yaptığı bir alıntıyla izah eder: “İçimizde sürekli şundan nefret ediyorum, şunu seviyorum diyen bir şeytan vardır ve onu asla susturamayız.” Kendi adıma, “susturamayız”ın yanına “susturmamalıyız”ı da eklemek isterim.

Wilde, Nabokov, T.S. Eliot, Samuel Taylor Coleridge, Dr. Samual Johnson, Borges, (Borges’in Türkçeye Kırmızı Kedi yayınları tarafından çevrilen, farklı yazarlardan seçkilerin yer aldığı kitaplara yazdığı kısacık ama bir o kadar zekice, başka söze hacet bırakmayacak kesinlikteki o nefis önsözlerini hatırlatmakla yetinelim) gibi estetik zevki incelmiş, derin edebiyat bilgisine ve görgüsüne sahip, kendi estetik beğenilerinin penceresinden yazdıkları yazılardan çok özel şeyler öğrendiğimiz bu yazarların yanına, “okumanın estetik zevklerden bir zevk olduğunu” hatırlatan Bloom’u da rahatlıkla koyabiliriz.

Okuma esnasında ve sonrasında zihnimizde ve ruhumuzda hâsıl olan duygu, düşünce, yargı ve kanıları edebi kuramların kılıfına uydurmadan, bin dereden su getirir gibi akademik referanslara ihtiyaç duymadan dile getirmenin eşsiz bir hazzı vardır. Bloom her satırda bunu okuyucusuna yaşatır. Bu minval üzerinden bakıldığında, sevilen yahut beğenilen edebi bir eser üzerinde yapılacak bir konuşma; yazılacak bir yazı için bir sürü yasa, edebi kuram ve referansla boğuşmak haz kaçırıcı bir durum. Sadece sınırları çizilmiş bir eleştiri kuramı çerçevesinde kitaplara bakmanın, onları değerlendirmenin kendi kendimize icat ettiğimiz aşılması zor bir engel, okuma keyfine konulmuş fahiş bir vergi olduğunu düşünmek işten bile değil.

Bloom bu eserinde ve diğerlerinde genellikle böylesi bir tavırla konuşur ve yazar. Nesnel olmama korkusu yerine öznel olma cesaretini, doğru söyleme telaşı yerine yanılmanın negatif hazzını önceler; edebiyat ve sanatı çepeçevre saran, edebiyat dışında ivedilik arz eden dünya meselelerinin yarattığı sosyal sorumluluk kredisini kapma yerine, birçok alanda demode görünen kadim mevzuları eski kafalı biri gibi görünme pahasına da olsa üstlenir. Roman, tiyatro oyunu ve şiir üzerine kırkı  aşkın denemeden oluşan Bloom’un Nasıl ve Neden Okumalıyız  adlı eseri, bir yandan okuduklarımızı okumuş olan biriyle söyleşme hazzını verirken, bir yandan içimizdeki şeytanı yetkin birinin ağzından dinleme şansını bize bahşediyor.

Edebi bir kriter olarak Shakespeare’cilik

Bloom’un birçok eserinde başat bir yer kaplayan Shakespeare mevzusu bu kitapta da kendine geniş yer buluyor. O, yazı ve konuşmalarında Shakespeare adını bir şair, bir yazar olarak değil, düpedüz dört başı mamur, edebi bir kriter olarak kullanır. Bloom için Shakespeare öylesine geniş bir estetik kriter ki, her edebiyatçıyı, her dönemi, her eseri onunla ölçebilir ve bir mihenk taşı olarak her kurmacanın kapısını onunla açabiliriz. Shakespeare, edebiyat ve sanat kuramcılarının yıllardır aradıkları ama bulamadıkları, tüm zaman ve dönemleri, bütün form ve türlerini ortak, tek bir değer çerçevesinde ölçüye vurabilecekleri bütünlüklü bir kavram fantazmasına karşılık gelir Bloom’un külliyatında. Elbette etkisinin böyle geniş olması umulunca, bu isim cümle içinde bazı eklerle çeşitlenip serpiliyor. Shakespeare’den daha zayıf, daha yakın, biraz uzak, Shakespeare öncesi, Shakespeare sonrası, Shakespervari, Shakespaerimsi, Shakespaersiz… gibi çeşitlemeler ve ton farklılıklarıyla arz-ı endam eyler bu tek isimden müteşekkil estetik kriter yelpazesi. Bu minval üzerine Bloom, Shakespeare övme şampiyonluğunu kimselere kaptırmaz, böyle yaparak biz fanilerin Shakespeare’i övme zevkimizi de elimizden alıvermiştir. İşin doğası gereği, Bloom’un aynı zamanda en sevdiği ve en çok yaptığı şey Shakespeare üzerine yazmak olmuştur. Batı Kanonu, Etkilenme Endişesi ve ele aldığımız bu kitapta kendisine uzun uzun yer vermesine rağmen, Shakespeare üzerine müstakil eserler de yazmıştır. Bu yöntemin tek kusurlu tarafının tam da Shakespeare üzerinde uygulanmayacak olması olduğu düşünülebilir. Ama Bloom buna da çare bulmuştur: Shakespeare’i Shakespeare’le ölçerek bu durumun üstesinden gelir. Öyle ya, Shakespeare bile kendine uzak yahut yakın düşebilir. Buna rağmen Shakespeare üzerine bazı yazıları sırf bu ısrar ve tutku yüzünden diğer metinlerinin yanında daha sönük kalır.

Bloom’u neden okumalıyız?

Bloom  bir yönüyle edebiyat okumalarında bir yazarın tüm hayatı boyunca bütün eserlerinde etrafında dönüp dolaştığı, her eserde farklı bir veçheyle dile getirdiği  temel  bir  tema olduğunu, kendisinin de bir eleştirmen olarak bunu arayan, sıklıkla da bulan, bulduğunda ise onu en sarih şekilde –kendi deyişiyle, vizyoner üslupla– ifade eden biri olduğunu söyleyebiliriz. Bir yazarda ya da eserde bulunan cevheri(mükerrer teması)  edebiyatın içinde diğer cevherlerin yanına yöresine yerleştirerek kanon kavramını da bu şekilde tanzim ettiğini görebiliriz. Bloom için bir yazarı büyük yapan şey kendi yazı bakiyesinde sürekli işleyip derinleştirdiği asli temanın  insanlığa düşürdüğü ışık ve insana dair kapsayıcılığıyla alakalıdır.  Büyük yazar miti Bloom için kurtulmamız gereken, usdışı bir durum değil, edebiyatın içinde hayat bulmuş ve her zaman kayda değer, sağlam bir ölçü olagelmiştir. Büyük yazar kavramı onda kendini büyük eleştirmen olarak görmesine ya da oluşturmasına denk düşer. Günümüzde büyük ya da yüce yazar kavramları eskimiş olduğu gibi, büyük eleştirmen tanımının etrafı da çoktan uzman, zeki ya da nesnel eleştirmen gibi sıfatlarla çevrilip yutuldu.

Bloom, eseri eserle, yazarı yazarla, hâsılı edebiyatı edebiyatla ölçer. T.S. Eliot’ın “Hiçbir ozanın, hiçbir sanatçının tek başına tam bir anlamı yoktur. Onun anlamı, değerlendirilmesi ölmüş ozan ve sanatçılarla olan bağının değerlendirmesidir” tespiti onun eleştiriye bakışına denk düşen bir tespittir.   Bunun için de en uygun ve en etkili kullandığı yöntem analojidir. Analoji, Bloom’da basit bir kıyaslama, tez elden bir benzerlik yamama hevesi şeklinde işlemez. Bloom’un eserlerinde analoji yöntemiyle ele aldığı yazar ve metinleri  birbirinin içinden geçen, birbiriyle konuşup çoğalan, birbirine ses ve el veren metinlerdir ve  son derece etkili ve derin analojilerdir. Bundan hareketle bize düşen şey, Bloom’u tam da edebiyat içinde konumlandırmak ve oradan okumak oluyor. Ben onu yaşamış bir yazar ve eleştirmenden çok, kurmaca bir eserde, klasik bir romanda ruh bulmuş, entelektüel bir karaktere daha çok yakıştırırım. O da iyi bilirdi: Ancak edebiyat içinde kalınarak insan ölümsüzleşirdi, belki Bloom da ölümsüzlüğü ya da kalıcılığı bu yüzden kurmaca eserlerde aradı. Bir mana da öldüğü için ölmeyen, tam da oradan yaşamaya başlayan yegâne karakterlerin (insanların) kurmaca karakterler olduğuna inandı.  Hayatını bu yüzden devasa okuma iştahıyla, benzersiz ezber yeteneğiyle kendini sürekli edebiyatın kalabalık, renkli, ölümsüz dünyasının kentlerinde, cadde ve sokaklarında dolaşarak geçirdi.

“Okumak için hiçbir zaman yeterince vakit yoktur. Gerek geçmişte gerek günümüze dair olsun, tarihselcilik bir nevi putperestliktir, çünkü zamana göre nesnelere tapınmaktadır” diyerek zamanın içinde sonsuz olana meftun olduğunu açıkça beyan eden Bloom, bunu da dört başı mamur, eğitilmiş, edebi bir içgörüyle yapmaya çalışır. Bloom edebiyat eserlerinde kalıcılığı sağlayan eseri zaman ve mekânın çok ötesine taşıyan temaları bulmak gayretinde oldu hep. Bu gayret Bloom’un popülist niyetlerle, politik dayatmalarla edebiyata yaklaşmasına mani oldu. Hakeza genel geçer birtakım sosyal ve politik meseleleri  (putları) edebiyat içinde çözmeye çalışan(!), edebiyatı dünya sorunlarının acil servisi haline getirmek üzerine yazılan eserleri de hep hakir ve zayıf görür.  Dünya sorunlarını raporlamayı iyi edebiyat sananların yanıldığını cüretle göstermekten de geri durmamıştır. Çünkü ona göre estetik sosyal değil, bireysel bir meseleydi. Edebi eseri bir yapboz bir makine, eleştirmeni de bir tekniker gibi gören kuramların aksine, eseri söküp, parçalarını maharetle sergileyip bütün büyüsünü dağıtmak yerine, eleştirisini de tıpkı incelediği edebi eserlerin üslubuyla yapar. Böylece bir eseri hem derinlemesine okuyup, açıklayıp hem de bütünlüğünü dağıtmayıp onu daha büyülü kılmayı başarmıştır.

Edebi eseri oluşum ve sonuç açısından bir an bir güle benzetirsek, Gaston Bachelard’ı hatırlayabiliriz:

“Bu durumda psikanalist, hayalin ontololojik incelemesini hemen bir yana bırakır, bir insanın tarihini kazmaya başlar, şiirin çektiği gizli acıları görür, gösterir. Çiçeği gübreyle açıklamış olur.”

Bachelard'ın bu sözüne binaen Bloom’un eleştiri yazılarında  edebi eserde; humusu, toprağı, gübreyi  değil, bu bir güldür diyerek ısrarla gülün kendisine ve onun imgelemine işaret ettiğini görürüz.  Böylece eseri sırf güzel olduğu için sevebilmeyi, bir fayda atfetmeden kabul etmeyi öğreten bilge bir öğretmen olmuştur aynı zamanda.

Son olarak Batı Kanonu adlı eserinde Tolstoy için sarf ettiği, “Tolstoy’u okuduğunuzda onun gördüğünü görmeye başlamazsınız ama kendi görme şeklinizin ne kadar keyfi olduğunu anlamaya başlarsınız” sözünün aynısını kendisi için söyleyebiliriz. “Okumak kendini ötekileştirmektir” diyecek derinliğe varabilmiş bu ender insanın sırf bunun için bile hem geçmişte hem gelecekte okunmayı fazlasıyla hak eden bir kalem olduğu kanısındayım.

Son bir not: Editörlüğünü Aykut Ertuğrul’un yaptığı EX-libris serisinde, son zamanlarda çoğunluğu ilk defa Türkçeye çevrilen eserlerin arasında çıktı Bloom’un kitabı. Güzel çeviriler, çok iyi kitaplar özel ve diziye yakışacak boyutta bu kitapların bulunduğu diziye bir okuyucu olarak bu yazı vesilesiyle bir öneride bulunmak isterim. Eğer çevrilirse, Dr. Samuel Johnson, George Steiner, Samuel Taylor Coleridge’in eleştiri yazıları, Richard P. Blackamur’un makaleleri, Georges Poulet’in dev eseri, I.A. Richards’ın eserleri de  dizinin ruhuna çok uygun düşecektir bence.