Bilge Karasu'dan birkaç sergi yazısı

Bilge Karasu'nun 1950'lerde Forum dergisine yazdığı sergi tanıtımları ile resim ve heykel eleştirilerinden birkaçını sunuyoruz...

Bilge Karasu 1950'lerde kimi zaman takma isimle kimi zaman da kendi imzasıyla Forum dergisinde sanat yazıları yazmıştı. Bu yazıların içinden seçtiğimiz birkaç tanesini aşağıda bulacaksınız. Forum dergilerini tarayarak yazıları bulan Serdar Soydan'a teşekkür ederiz. 

Hasan Kaptan Sergisi

Forum, sayı: 2, 15 Nisan 1954 (B.K. imzası ile)

Helikon'da, H. Tiner'in sergisinden son­ra Hasan Kaptan'ın sergisi açıldı. Hasan Haptan tanıtılmaz. 1950’de ilk sergisini aç­tıktan sonra geçen yıllar içinde onu herkes tanıdı.

11 yaşındaki ressamın sergisine girer girmez, her yandan, en değişik bakışlarla bakan gözlerin karşısında irkiliyorsunuz. Hasan Kaptan tek tek yüzlere yer verdiği resimlerini geride bırakmış. Resimlerinin çoğu birer insan birikintisi. Her yerde in­san yüzü arar gibi, duvarlarda bile... Bir iki manzarasını, renkli bir boşluk içinde yüzen balıklarını bir yana bırakırsak bir yüz kalabalığı, bir göz dünyası içinde ka­lırız. Portrelerini hatırlatan, duruk bir ta­kım yüzler (Falcı, Kumarbazlar, Üç Arka­daş... gibi) yanında duygularını belirten yüzler var. Bu resimlerin içinde de en güç­lüsü, belki “Denizaltı'da Ölüm”. Sirk'lerde, resmin ortasına oturmuş olan hayran, şaş­kın yüzler çok bir şey anlatmıyorsa da, (“Falcı”, falcının duygularını değil, Hasan’ın falcının karşısındaki duygularını anlat­ması bakımından önemli, bu konuda) “Hokkabaz”larda, “Denizaltı”da üst üste yığılmış yüzler, duygularını, özellikle gözleriyle anlatıyor.


12 Mayıs 1952’de yayınlanan Life dergisinde Hasan Kaptan haberi. Sağda: Yine aynı sayı için çekilmiş fotoğraf: Hasan Kaptan ve ressam babası Arif Kaptan, Paris’te kaldıkları otelin balkonunda. 

Bu duygusal davranış içinde, Hasan hayvanlara ayrı bir önem veriyor. Atların, balıkların girdiği resimler, istif bakımın­dan daha yalın. Hayvanlara daha rahat, daha kolay olarak istediği biçimi veriyor. Oysaki gövdesiz başların yüzdüğü öteki resimlerinde yalınlık yok. Resim yüzeyinin bölümleri bile sık sık bir dizi başla sınırla­nıyor.

Renklendirme gücü öteden beri bilinen Hasan Kaptan'ın bu resimlerinde renklerin biraz koyulaşıp karardığı, parlak renklerin eskisi kadar çok kullanılmadığı görülüyor, iskambil kâğıtlarının, elmaların rengi par­lak ama elbiseler, atlar, yüzler, denizlerin, balıkların renklerini unutmuş gibi.

İstif bakımından önemli resimlerden biri gene “Denizaltı”. Deniz renklerinin do­laştığı çeperler arasında koyu bir çizgiyle sınırlanan bir yamuksu boşluğa başlar yığılmış. Kiminin bakışı, kiminin ağlayışı yer ediyor insanda. Ama, sıkışıklığı, bozluğu, acısıyla, bu sahneyi yaratabilen imge­lem gücü, mahkeme gibi, ressamın kolay­lıkla görmüş olabileceği bir görünümden çok daha az “yaşanmış, duyulmuş” bir re­sim çıkarıyor.

Balıklar, bir nakış düzeni içinde. İstif bakımından üzerinde önemle durulacak re­simlerden “Çoban”ı, “Vazolu Natürmort”u sayabiliriz.

Hasan Kaptan, dünyayı tanıma yolun­da yeni bir döneme girdi sanıyorum. Duy­gusal davranışı, insanların yarattığı kor­kulara, insanların acılarına yönelmiş. Bu dünya artık onun için de rahat bir dünya değil: Bakan gözler, kötü kişiler var...

Helikon'da Aloş'un Sergisi

Forum, sayı: 3, 27 Nisan 1954 

Helikon'da, Hasan Kaptan'dan sonra, Aloş, heykellerini, resimleriyle bakır dövmelerini, tahta tabaklarını bir araya geti­ren sergisini açtı.

Aloş, Güzel Sanatlar Akademisi hey­kel bölümü öğrencisi. Fakat yalnız heykel­le uğraşmaz, daha doğrusu heykelle yetin­mez. Bir yıldır resim çalışmalarını artıra­rak, bu yıl açtığı iki sergide (ilki, İstanbul’da, Maya galerisinde) ressam yanını da göstermek istedi. Resimlerinde heykel, heykellerinde de resim değerlerinin bulunma­yışına bakarak Aloş'un her şeyden önce elindeki malzemeyle oynamasını seven, o malzemeye hakkını vermeğe çalışan bir sa­natçı olduğunu söyleyebiliriz. Eline aldığı her şey, özelliklerinden dolayı, yeni bir yol denemek isteği veriyor Aloş'a. Malzemesi­ne boyun eğdiği zamanlar var. Fakat bun­ların arkasından, malzemesini buyruğu al­tına alış zamanları geliyor. Hızını aldıktan sonra yeni bir şey denemeğe girişiyor.

Örneğin, bu sergideki tabaklar, geçen yılların tabak merakının arta kalanları. Şimdi resim, onun için tabaktan daha önemli. Eskiden yaptığı tabaklar çok çeşit­liydi. Şimdikilerse yalnızca birkaç tane; hepsi de kaba yontulu. Birazdan açıklama­ğa çalışacağım bir ilkelliğe yönelmiş.

 1955-1956 yıllarında çekilmiş bir fotoğrafta Ali Teoman Germaner (Aloş) ve Tamer Başoğlu ahşap atölyesinde… (Fotoğraf: Salt Araştırma, Yusuf Tak Tak Arşivi)

Aloş, yıllardan beri heykel yapar. Bu sergideki heykelleri, büyük, yalın oylum­lu. Heykelin, çevresinde dolaşılacak, seyir­ciyi çevresinde dolaştıracak bir şey olması gerektiğine inanıyor. Yalnız bu sergideki heykellerin çoğu, yüzey bakımından öyle büyük bir yalınlık içinde ki bu dolaşma ge­rekmiyor, biçim hemen kavranıveriyor san­ki. Fakat bu, “Aloş, heykellerin yalnız bir yüzüne önem vermiş” demek değil. 

Bakır dövmeleri, sınırlı bir çalışma alanı onun için. Başları işleyişi, (hele “Si­lahlı Portre”lerinde de görülen başın işle­nişi, bu başın Bizans kökenli olduğunu, çev­resinin mozaiğe benzeyişi, oranlarının Bizans oranlarına yakınlığı bakımından da­ha iyi gösteriyor.) yalnız ana çizgilerini göstermekle bulmak istediği bir çeşit il­kelliğin, resimlerinde nasıl daha da arınmış olduğunu daha iyi anlamağa yardım edi­yor.

Bu sergide en önemli yeri tutan, re­simler. İlkellerin mağara resimleri; kızılderililerin çizgileri, çizgilerinden de çok renkleri; çocukların çizdiğine benzer dört­gen dörtgen biçimleri, bulmak istediği il­kel “ruh”u araştırmasında ona yol göster­miş. Resimleri arasında, bu satırlara uymayacak denemeler de var, fakat Aloş için ötekilerin daha önemli olduğunu sanıyo­rum.

Resimleri içinde en son yapmış oldu­ğu resim, sarı - kahverengi tablosu. Bunda Aloş'un bulmak istediği ilkel “ruh” en yalın biçimiyle görülmektedir. İnsan biçim­leri ilkellerin çizdiği biçimler olmamakla birlikte, bunların düşünüldüğü, fakat res­min değerleri üzerinde, renk bakımından, çizgi bakımından, istif bakımından titizlik­le durulduğu belli oluyor. Aloş, ilkellere özenmek değil, maddenin ilk, ilkel güzel­liğini bulmak istiyor. Bir iki resmi, bir iki heykeli, bunu çok iyi belirtmekte. Resimle­ri arasında, “Siyahlı Portre” adını verdiği bir dizi resim ilgiyi çekiyor. Bunlar art arda yapılmış. Bir esas resimle birkaç dene­me değil, çeşitli biçimlerde bir çok resim ortaya çıkarılmış. Ayrı ayrı malzemeler üstünde değişik çalışmalar gösteriyor Aloş. Limonlu'su, Mavili'si bunların içinde sivri­liyor.

Daha yirmi yaşında olan Aloş, içten bir çaba ile durmadan deniyor. Eserleri bir çeşit şiir havası içinde; uzağın, ilkelin şi­iri...

Sadi Diren'in Sergisi

Forum, sayı: 15, 1 Kasım 1954

Helikon’da Sadi Diren’in açtığı keramik sergisi, renkli, çeşitli bir sergi. Diren, İstanbul'da, sergisini Moderno'da açmış. Orada, eşyanın biçimine, rengine uydurularak yerleştirilen bir vazo, bir testi, yerli yerinde durmakla belki daha da değer kazanıyordu. Helikon’da bütün eserlerin yan yana dizili oluşu, bir çeşit soyutlama doğuruyor. Karşılaştırma, eserler arasında bir yakınlık yahut uzak­lık bulma kolaylaşıyor. Buna karşılık, bu eserlerin gerektirdiği, onları gerektiren bir ortamda olmayışları, keramik gibi de­ğeri, "yerini bulmasına" çok bağlı olan bir sanat için –hele Diren için bu büs­bütün öyle– biraz üzücü oluyor. Diren çalışmalarını vazo, testi, tabak yapımı alanlarına toplamış. Vazolar arasında yer vazoları var, onlar yerde duruyor fakat gene de bir köşe istiyorlar, kendilerini gösterebilecekleri bir köşe. Kimi vazolar heykel değerlerini toplamış kendinde. Hareketli biçimler yaratmış Diren. Yalnız en hareketli biçiminde bile düz, saran, sü­rükleyen çizgi değerlendirilmiş olduğu için, eserler dinginliği, titiz işçiliği getiri­yor akla.


Sadi Diren'in 1954 Moderno Sergisi (Fotoğraf: Salt Araştırma, Sadi Diren Arşivi)

Testiler, çeşitli boyalar, çeşitli süslerle, çeşitli beğenileri (zevkleri) uyarabilir. İşçilik bakımından değişik süreçler­le değişik sonuçlar alınmış: Cam eritme, kaynamış sır, türlü sır karışımlarıyla de­ğişik parlaklıklar, çeşitli boyama teknik­leri... Fakat bunların kendilerini gösterdikleri eserler daha çok tabaklarla birtakım vazolar.

Düz çizgiyi seven Diren, bir iki ese­rinde insan biçimine yaklaşmış ama bu biçimin onca önemi büyük değil. Soyut biçimler onu daha çok çekiyor. Ancak eserlerin biçimleri arasında büyük ayrı­lıklar olması, bu biçimlerin çeşitli oluşu Diren'in bu biçimlerin hepsini denemek istediğini sezdiriyor. Yalnız tabaklar üze­rinde daha çok durduğu söylenebilir.

Sadi Diren'in Maya Sanat Galerisi’nde sergi açılışı, 1953. (Arka sıra, soldan ikinci) Mengü Ertel; (sağdan birinci ve ikinci) Aliye Berger, Adalet Cimcoz; (önde, sağda) Sadi Diren. (Fotoğraf: Salt Araştırma, Yusuf Tak Tak Arşivi)

Buna karşılık, renklerinde daha bü­yük bir birlik, bu birliğin içinde daha büyük bir zenginlik var. Diren'in sergi­sinden alınan en kuvvetli izlenim bu renk izlenimi. Renk bakımından en büyük zen­ginliği taşıyan eserler, gene tabaklardır. Kakma tekniği gene bir tabakta kendini gösteriyor.

Serginin en beğenilecek parçaları, daha çok tabaklar arasında, bunların da en önemli yanları, renkleri. 

 XV. Devlet Resim ve Heykel Sergisi

Forum, sayı: 3, 27 Nisan 1954 (B.K. imzası ile)

Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesinde açılan XV. Devlet Resim ve Heykel Sergi­si, getirdikleri ile getirmedikleri bakımın­dan öncekilerden ayrı değil. Kataloga 242 resim, 6 heykel yazılmış. Heykeller, üzer­lerinde durulacak şeyler olmaktan uzak. Aralarında başarılı “portre”ler olabilir ama, heykelden beklediğimiz, bekleyeceği­miz şeyi göremiyoruz. Yurtta heykeltıraş da var, heykel yapan da var. Bunların eserleri sergiye neden girmemiş diye dü­şünmekten alamıyorsunuz kendinizi. Bun­ların çoğu yeni yollardan gidiyor dense bi­le, devlet, sergisine, çağdaş araştırmaları sokmaktan ürkmediğini, resimlerle göster­dikten sonra, bu yeni yollar bahane edile­mez. Sanatçıların sergiye katılmadıkları düşünülebilir. Neden katılmamışlar, onu düşünmeyelim ama ya o 6 heykelin % 90'ı kötü olunca...

Resimlerin karşısında insan üzülüyor. 91 ressam katılmış sergiye. Ama pek ço­ğunda sanatçının temel ırası olacak ye­ni yeni denemelere girişme, yapmış olduğu ile yetinmeme, kısaca, geveleme yerine eser verme gücü görülmüyor. Bu, eski-yeni, genç-yaşlı karşıtlığı değil, bambaşka bir sorav. Üslubu olmak, bir temel üsluba bağlı kalarak eser vermekle, kendini tek­rar edip durmak bambaşka şeyler. Üslup bir görüş, bir kavrayış oldukça, deği­şik eserlerin verilmesine engel olmaz ama yalnızca bir takım “teknikler, truc”lerle ayakta tutulmağa çalışılıyorsa, üslûp üslûpluktan, eser eserlikten çıkar. Yaşlılar arasında bir değişiklik yapmak isteyenler var ama bir tek değişik resmin yanında yıllar yılı alışageldiğimiz yolda, biçimde üç dört resim görünce bu yeniliğin, bu deği­şikliğin yaşanmamış olduğunu anlıyoruz, örneğin, Hamit Görele, “Bahar”ında, hem değişik hem de özelliklerini elden bırakmamış durumda, öteki resimlerini görünce ama düşünüyoruz.

Muammer Çin'in “Pamuk Hasadı” öl­çülü biçili bir resim ama yanında “Nazilliden” adlı bir resim var...

 
Nurullah Berk, Ütü Yapan Kadın

Nurullah Berk'in yeni figürü “Ütücü” eski ütücülerine bir şey katmıyor. Sabri Berkel, son gördüğümüz bazı resimlerinin bir sonucu olabilecek bir yola girmiş.

Cemal Bingöl, non-figüratif “Kompo­zisyon”ları ile en yeni çığırlardan birini sergiye sokmuş oluyor. Renk bakımından olsun, istif bakımından olsun ele alınabi­lecek resimler.

Adnan Çoker, koyu, sağlam resimlerin­den birini vermiş. Fakat özel sergisindeki büyük “Kompozisyon” değerinde değil gi­bime geldi. 

Özgür Ecevit'in iki resmi bir acemi tazeliği içinde. Birden ferahlık gibi bir şey. Semra Dağada için de aynı şey söylene­bilirdi, Matisse'i bu kadar hatırlatmasa...

B. R. Eyüboğlu, baskı ile uğraştığı yıllarda geliştirdiği yeni yolda iki resim koymuş sergiye.

E. Eyüboğlu'nun “Çınar Dibi” büyük bir tablosunun örneği. Başka bir örneğini de gördüm bu tablonun. Sergideki, derin mavisi, çınarla kalabalığın istifiyle ondan daha güzel. “Karı – Koca”sı, ressamın Anadolu’yu nasıl sevdiğini, süsleme bakımın­dan köylü işlerinden nasıl aşılandığını, bunlarıysa nakış değil, resim değerleriyle uzlaştırdığını çok güzel gösteriyor.

R. Gökcan, sağlam bir natürmort gös­teriyor. Arif Kaptan'sa, iyi kurulmuş bir yapı içinde çizdiği natürmort'la kompozis­yon güzel şeyler başarmış.

C. Tollu, “manzara”larıyla, biraz de­ğişmiş olduğunu anlatıyor. Salih Urallı, resimlerinden birine verdiği “Safo ve Ge­mici” adıyla o resmi daha çekici kılmıyor. Bahçede kadınsa insana, uzak, tanıdık bir yüzü bir türlü hatırlayamamanın acısını duyuruyor.

Sergideki kısırlıklardan birinin de ko­nu kısırlığı olduğunu söylemek isterim. İki üç “konkur” için ressamlar eser hazırla­mış olsalardı, bu sergideki resimlerin on­da dokuzu ortaya çıkmış olabilirdi.

İstanbul’da İki Sergi

Forum, sayı: 13, 1 Ekim 1954

Sanat Eleştiricilerinin Kongresi dolayısıyla Güzel Sanatlar Akademisi’nde açı­lan sergide Türk resmiyle heykelinin tür­lü örnekleri gösteriliyordu. Çeşitli anlayış­ta bir çok sanatçı yan yana gelmişti. Ye­ni anlayışlar büyük çoğunluktaydı. Sergi­deki eserlerin hepsi iyi değildi ama, bütünüyle, insanı sevindirecek bir sergiydi bu. 

Heykellerin en önemlilerinde ortak olan özellik, –malzemenin de değişik ol­ması yanında–  uzaya saldırma denebile­cek bir şey. Malzemenin değişik olduğunu söylerken, demirin, telin yahut tahtanın kullanılışını bir yenilik diye göstermek is­temiyorum. Sergide, heykeller için kulla­nılan malzeme arasında bakır da vardı, al­çı da. Ama demirin, levhalar, levhalarla çubuklar halinde kullanılması bir değişik­lik sayılabilir.

Kuzgun'un, arkadaşları arasında “Don Kişot” yahut “Quijote” diye tanınan atı ile atlısı, eski bir eseri olmakla birlikte, şimdiye değin kullanmış olduğu ip, sicim, bakır tel, kafes teli, kepçe, sap gibi şeylerinkinden çok daha başka bir gücü olan bir tel heykelidir. “Dolu” bir malzeme kul­lanmadığı halde, telin hafifliği, karışıklığı içinde bile, bir doluluk, bir dolgunluk izle­nimi veriyor. Boşlukların bir karşıtlık de­ğeri kalmadığı için, havadır biçimlenen şey.

İlhan Koman'ın heykelleri, yalın, ke­sin. Çubuklarla üçgen levhalardan yarat­tığı hareketli biçimler, matematik kesinlikleriyle, havayı biçimlendirmekten öte, uzayı kesici bir hal alıyor. Yalnız, bu bi­çimlerin kapalı olmasının, güçlerini topar­lamalarında payı büyük oluyor. Bunu da. Hadi Bara'nın heykellerine bakınca açıkça anlayabiliriz.

Bara'da, büyük demir levhalar, köşe­leri, açıları, boşluklarıyla; alçıdan kollar, dolulukları, yalınlıklarıyla, uzay içinde sal­dırıcı kuvvet çizgilerinden doğan biçimler yaratıyor.

Zühtü Müridoğlu'nun tahtaları da, “madalyonları” da, daha önce gördüğümüz eserler. Bunlarda da merkezden kaçan uç­lar görülüyor. Kapalı bir biçimi olan “Çıp­lak” bir yana, tahtalarının bir özelliği, uç­larından eriyormuş gibi bir izlenim uyan­dırması.

Heykellerle resimler arasında, Füreya Kılıç’ın seramikleri yer alıyor: Sevilecek iki parça.

Ressamlar arasında, yaş ayrımı, anla­yış, düşünüş, üslûp ayrımları büyük. Gü­zel resimler de az değil.

Adnan Çoker'in küçük sarı tablosu, büyüğünden daha çok dikkati çekiyor. Sabri Berkel, eğrileriyle renklerinin iyi bir ör­neğini vermiş büyük tablosunda. Nurullah Berk, “Ütücü Kadın”ın açtığı dönemin üs­lûbunda, yeni renk öğelerinin de girdiği re­simler gösteriyor. Resimlerinde renk bakı­mından, bu yakınlarda yeni bir gelişme beklenebilir sanırım.

Nuri İyem, koyu, ağırbaşlı, ölçülü re­simlerine bir yenisini katıyor.

Cemal Bingöl'ün iki “collage”ı başarı­lı. Ferruh Başağa, non-figüratif resimle­rinde çerçeveden gittikçe uzaklaşırken, renklerini daha büyük bir şiddetle çarpış­tırıyor.

Abdurrahman Öztoprak, Forum'da, Ankara'nın Helikon galerisinde açılan ser­gisi dolayısıyla yazdığım yazıda sözünü et­tiğim “Tavus Kuşları”nın yanında, çok da­ha duruk, daha sağlam istifli bir resmini gösteriyor.

Cemal Tollu, öteki resimlerinde de ol­duğu gibi, ölçülü biçili. Hamit Görele ise, portreleriyle dikkati çekiyor; renkleriyle, duygularıyla, tekniğiyle, bilinen ama sevi­len resimler koyuyor ortaya.

Adnan Varınca, genç ressamlar ara­sında en duygulu olanlarından biri. Büyük portreleriyle büyük çocuk başlarını sevdi­riyor her zamanki gibi. Onun da renk ba­kımından bir değişiklik geçirmekte olduğu­nu sanıyorum.

Orhan Peker, iki resmini koymuş ser­giye. “Hindiler”iyle “Kargalar”ının kara kütleleri arasında yahut çevresindeki hin­dilerin kırmızı ibikleriyle kirli sarılar, onu yeni bir yolda gösteriyor.

Hakkı Anlı, büyük, parlak, renkli ese­riyle, serginin güçlü resimlerinden birini veriyor.

***

Yapı ve Kredi Bankası’nın 10. yıl dö­nümü için tertiplediği resim yarışması üç yabancı sanat eleştiricisinin meydana ge­tirdiği eleme kurulunca sonuçlandırıldı. Bu sonuçları beğenenler var, beğenmeyen­ler var. Çatışmalar, dedikodular bile ga­zetelere geçti.

Bu sergi üzerine yazılan yazılarda sık sık rastlanan bu düşünce var: “Bu müsabaka hiç değilse bir çok ressamları büyük boyda resim yapmağa teşvik etmesi bakı­mından faydalı olmuştur.” Belki de. Yal­nız, büyük boya dökülünce, işin bir takım kimseler için nasıl güçleştiğini, bunların bocalayışlarını, göstermesi de yabana atı­lacak bir şey değil.

Yarışmaya katılacak eserlerin konu­su “Türkiye'nin İktisadi Hayatından Çe­şitli İstihsal Faaliyetleri” olacaktı. Res­samların çoğu 25-30 yıl önce yapılan re­simler havasında eserler vermişler. Bir kaçı, bunu kendi üslûplarına -kendi üs­lûpları böyle konular içinde gelişmiş olan­lar az değil- yedirdiler. Dört beş tanesi gerçekten üslûplarına, anlayışlarına bağlı kaldı (Karakaş, Anlı, E. Eyüboğlu, Bala­ban gibi... Eyüboğlu’nun resmi bir çok yeni öğeler taşıyorsa da ayrı ayrı incele­nebilecek her parçasıyla Eyüboğlu’dur. Ba­laban ise, zaten bu konuları işlemiştir, fa­kat üslûbunun, yarışma uğruna, herhangi bir ırasından vazgeçmemiş olması onu bun­ların arasında saydırıyor.) Bir tanesi, eline fırçayı almış, bir üslûp yaratmıştır: Yarış­manın birincisi, Aliye Berger.

Yarışmanın sonuçları üzerinde tartış­mak, resimleri teker teker yahut iyilerini ele alarak incelemek, böyle bir sanat ya­rışmasında konunun önceden koşulmuş bir boyunduruk haline gelmesinin doğru olup olmadığı üzerinde düşünmek, yarışmayı tertipleyenlerin birbirini tutmaz yanlış ya­hut doğru hareketlerini saymak pek mi işe yarar?

Yarışma sonuçlandırılmadan önce, ele­me kurulunu beğenmeyen kimseler pek az­dı sanırım. Ama kişi beğendiğini beğenir, beğenmediğini beğenmez. Kitapları sevilen kafalı adam diye tanınan kimselerin bir ta­kım resimleri beğenmemekle “cahil” yahut “iltimasçı” olması, hâlâ, başkalarında yer­diğimiz, kendimizde hoş gördüğümüz bir kafanın, bir düşünce yolunun belirtisi. Ba­şından sonuna değin her şart kabul edil­dikten, sineye çekildikten sonra sonuca kızmak yersiz. Yarışmanın konu ile sınırlandırılmasının doğrusu üzerine de, eğrisi üzerine de uzun lâkırdı edilebilir. Tertip­leyenlerin yanlış hareketleri üzerinde durabilir. Ne var, her kafanın düşüncesi ayrı olabildiği için, konuya sırt çeviren bir resmin gerçekte o konuyu en derin anla­mıyla işlediği de söylenebilir, savunula­bilir de...

 
Aliye Berger, Güneşin Doğuşu, 1954.

Eserlerin teker teker incelenmesi bir yana bırakıla. İyilerini, iyicelerini de geçelim. Aliye Berger'in resmi üzerinde du­ralım: Berger, konuyu doğrudan doğruya işlememiştir. (Bu bakımdan, resminin üze­rine, “mahallinde bizzat müşahede edile­rek” yapıldığını yazan ressamın karşıtı­dır). Koca resmin konuya yaklaşan ufacık birkaç noktası geniş renk parçaları için­de, çok yakından bakılınca görülebilmekte­dir. Ressam, resim öğretimiyle yetişmiş bir ressam değildir. Teknik bakımından zayıftır. Ama bütün bunlar sayıldıktan son­ra da ortada kalan resim, bir ressam kişiliği gösteren bir resim. Boyalarının hare­keti, bir çeşit izlenimciliği, güçlü duygulu­luğu ile dünyasını bir göz dünyası haline sokmuş olan bir kimse çıkıyor karşımıza. Resmin ötekilerden bambaşka bir resim ol­ması, eleme kurulunun seçmesine etki et­miş olabilir. Ama ne denirse densin, bu başkalık boş bir başkalık değil; serginin öte­ki resimleri arasında gerçekten bir değer taşıyan bu resim ayrıca bizde hiç rastlan­mayan bir resim üslûbunun öncüsü olarak da görülmelidir.

Kafaları kurcalayan bir başka soru, Balaban’ın hasat resmiyle neden herhangi bir ödül kazanmadığı. Duyduğumuza göre Balaban’ın resmi, zorla “primitif” görün­mek isteyen, kendisini Orozco gibi Meksi­ka ressamlarına benzetmeğe çalışan bir sanatçının resmi olarak görülmüş. Resmin güzelliği, –eksikleri olduğu halde–  kabul edilmiş, fakat özenti olup olmadığına ka­rar verilememiş.

Buna karşılık Karakaş'ın resmi ilginç ama kırmızı bir çizginin niçin çepeçevre dolaştığı anlaşılamıyor. Resim, iyi bir re­simdir ama kusurları da az değil..

Eleme Kurulu, kendinden isteneni yap­tı, resimleri seçti, ödülleri sıraladı. Ressam­larımıza gene çalışmak düşüyor.

 

 GİRİŞ RESMİ:

1950'lerden kalma bir fotoğrafta sanatçılar bir arada: (soldan sağa) Sabri Berkel, Hakkı Anlı, Hadi Bara, Hasan Kaptan, Cemal Tollu ve Arif Kaptan. (Fotoğraf: Salt Araştırma, Yusuf Tak Tak Arşivi)