Johann Sebastian Bach'ın yapıtında amatörleri ve profesyonelleri çeken pek çok yön var. Bunlar en temel düzeyden başlıyor: Tekrar içinde çeşitlilik, birbiriyle sohbet eden, konuşma ritimlerini izleyen, bir sohbet gibi iç içe geçen melodiler...
03 Mayıs 2018 14:22
Bach’ın dinlemek, araştırmak için bir ömür vakfetmek gereken dev yapıtı, aslında, çok kısıtlı bir çevre için, çok kısıtlı amaçlarla yazılmıştı: Büyük ölçüde dönemin birkaç taşra şehrinin kilise ve belediye merasimlerinde kullanılmak, zamanın Lutherci teolojisini halka açıklamak, bunun yanında bestecilik ve icra sanatlarını örneklemek ve öğretmek amaçlarıyla. Bugünün gözüyle inanmak zor belki ama, Bach öldüğünde ünlü bir besteci değildi; usta bir org icracısı ve doğaçlamacı olarak tanınıyordu. Günümüze kalan 1000’i aşkın eserinden sadece dokuz tanesini bastırabilmişti. Bach’ın besteci olarak ünü, yüzyıllar içinde, önce besteciler ve icracılar arasında, sonra da genel dinleyici kitlesi arasında yükseldi; bugün, Batı dünyasında pek çok müzikseverin gözünde gelmiş geçmiş en önemli besteci Bach.
Bach’ın yapıtında amatörleri ve profesyonelleri çeken pek çok yön var. Bunlar en temel düzeyden başlıyor, çünkü Bach’ın müziği “ders çalışırken kulağa güzel geliyor;” en karmaşık düzeylere dek ulaşıyor: Bach’ın tonaliteleri, diyez ve bemolleri sembolik değerlerle kullanarak kurduğu büyük ölçekli retorik planlar başlı başına bir çalışma alanı örneğin. Hem “sayısalcı” zihne sahip insanlara, hem de edebiyatçılara özellikle çekici gelen yönleri var Bach’ın: Tekrar içinde çeşitlilik, birbiriyle sohbet eden, konuşma ritimlerini izleyen, bir sohbet gibi iç içe geçen melodiler; müzikte en ufak ölçekten (birkaç notadan) en büyük ölçeğe (üç saatlik bir eserin planına) dek kurduğunu fark ettiğimiz örüntüler, matematiksel yapılar: Tüm bunlar, işin Lutherci teoloji tarafıyla hiç ilgilenmeyenlerin bile yıllarca Bach’ın yapıtından zevk almasına, bu yapıt üzerine çalışmasına olanak veriyor.
Bach’ın bestelerinde müzikal retoriği bunca yoğunlukla kullanmasının yanı sıra, eserlerinin planlarında da zarif yapılar kurması (altışar bölümlük altı süitten oluşan eserler; 12 majör ve minör tonda prelüd ve fügler…), sanatçıları Bach’ın yapıtlarını başka sanat formlarında taklit eden eserler vermeye de yönlendiriyor. Örneğin, Glenn Gould Hakkında 32 Kısa Film, Bach’ın Goldberg Çeşitlemeleri’nin 32 bölümünden de ilham almıştı; belki başka bir yönetmen bu çözümü seçmezdi, ama Goldberg Çeşitlemeleri’nin aynı aryayla başlayıp bitmesi ve bu eserin iki kaydının Gould’un kariyerinin başında ve sonundaki iki kilometre taşı olması bile bu seçimi haklı çıkarmaya yetebilir.
Bu yıl, Bach’ı eserlerinin merkezine alan ve kitabın planını da konu aldıkları eseri taklit ederek kuran iki kitap okudum. Birincisi, Kanadalı gazeteci Eric Siblin’in yazdığı The Cello Suites (Viyolonsel Süitleri, 2008). Kitabın bölümleri, Bach’ın Solo Viyolonsel Süitleri’nin 6x6 bölümlük yapısını birebir izliyor. Kitabın altı kısmına ve her kısmın altı bölümüne süitlerin bölümlerine göre başlıklar verilmiş, bazı bölümler sahiden de başlıklarını taşıdıkları besteden bahsediyor. Her süitin başında görsel olarak, süitin Bach’ın eşi Anna Magdalena’nın el yazısıyla notası kullanılmış. Popüler tarih formatında yazılmış bu monografi, üç ana hat üzerinde yoğunlaşmış: Bach’ın hayatı, viyolonsel süitlerini bestelemesi ve bu eserlerin zaman içinde ünlenmesi; süitleri tanıtmakta başrol oynayan Katalan çellist Pablo Casals’ın hayatı ve süitlerle ilişkisi; Siblin’in kendisinin amatör müzisyen ve gazeteci olarak Bach’ın müziği ve Casals ile ilişkisi. Siblin, konusunu çok iyi araştırmış, kitabın üç ana hattını başarıyla iç içe geçirmiş; süitleri anlatmanın yanı sıra, kısa bir Bach biyografisi olarak da okunabilecek, çok başarılı bir yapıt ortaya çıkarmış. Casals’ın İspanya İç Savaşı ve Katalonya’nın bağımsızlığını kazanması/ kaybetmesi ile iç içe geçmiş hayatı ve bunun Casals’ın klasik Bach kayıtlarıyla bağlantısı çok çarpıcı. Öte yandan, kitabın malzemesinin Bach’ın 6x6’lık şemasına her zaman birebir uyduğunu söylemek kolay değil.
Bu yıl okuduğum, Bach’ın bir yapıtının planını izleyerek kurgulanmış kitaplardan ikincisi ise Hollandalı yazar ve şair Anna Enquist’in yine 2008’de yayımlanan Kontrapunkt’ı (Kontrpuan) oldu. Bu kitapsa, Goldberg Çeşitlemeleri’nin 32 bölümünü izliyor; bu kitabın da cilt kapaklarının içinde Anna Magdalena’nın el yazısıyla Goldberg aryasının notası, her bölümün başında çeşitlemenin giriş ölçülerinin basılı notası var.
Enquist, kitabının kurgusuyla Bach’ın eserinin özellikleri arasında bağlantıyı çok daha büyük bir başarıyla kurmuş. Enquist’in asıl mesleği psikoloji, ama konservatuvar eğitimli bir piyanist aynı zamanda (profesyonel piyanistliği bırakmış sonradan). Müziğin teorisini ve pratiğini çok daha iyi bilmesi, kitabın ana damarlarından birinin Goldberg Çeşitlemeleri’ni piyanoda çalışırken yaşadıkları, diğer konunun ise kızının doğumu, büyümesi ve ayrılıkları olması gibi unsurlar, Bach ile bağlantıyı çok daha sağlam kurmasına yardımcı olmuş. Her bölümün iki ana parçası var (bu da Bach’ın bölümlerinin yapısını andırıyor zaten): O bölümü piyanoda çalmaya çalışırken düşündükleri ve hissettikleri; kızıyla ilgili bir anı. Siblin ise belli bir tarihî malzemeyi süitlerin yapısının üzerine tutturmaya çalışıyordu ve ister istemez çoğu bölümde bağlantılar iğreti kalıyordu.
Goldberg Çeşitlemeleri’nin sahiden de olağanüstü yapısal özellikleri var. Anna Magdalena ve Johann Sebastian arasında büyük olasılıkla özel anlam taşıyan yumuşak, güzel bir aryayla başlıyor ve bitiyor eser; gittikçe karmaşıklaşan çeşitlemelerle çok uzaklara gittikten sonra, neşeli, gümrah bir müzikal şakaya ulaşıp eve geri dönüyor. 16x2 ölçülük aryanın armonik yapısı, Bach’tan önce de barok dönemde tekrarlanan bir bas olarak çok kullanılan sekiz notalık bir bas sekansının peşine 24 notanın eklenmesiyle yazılmış.
Meraklıysanız, bu “Goldberg bası”nı oluşturan 32 notanın retorik özelliklerini incelemenizi öneririm: Dört ölçü (soru)-dört ölçü (cevap) olarak görebileceğimiz dört cümle gibi yazılmış bu yapıda, tüm cevaplar kendi aralarında kafiyelidir; ilk cevapla son cevap esasen aynıdır; ilk soruyla son soru kafiyelidir; ikinci soru ilk sorunun hafifçe değiştirilmiş hâlidir; ilk cümle evden çıkıp eve döner, ikinci cümle evden aynı şekilde çıkar gibi gözüküp yön değiştirerek komşuya gider, üçüncü cümle komşudan çıkıp uzaklara gider, dördüncü cümle mesafeyi hissettiren bir dönüşle eve döner. Bach’ın orijinal notasında, önce birinci ve ikinci cümle tekrarlanır, sonra üçüncü ve dördüncü cümle tekrarlanır; bu tekrarları çalmak, birebir aynısını çalmak, ikinci tekrarda ufak çeşitlemeler yapmak ya da tekrarları hiç çalmamak tercihleri arasında bitmeyen bir tartışma da var.
Bach, çeşitlemeleri işte bu 32 bas notasını sabit tutup, bunun üzerine olağanüstü geniş bir çeşitlilikte (kimileri bu kısıtlamanın üzerine olmayacak ölçüde büyük yapıların ufak minyatürlerini kuran) 30 çeşitleme yazarak yapmış. Çeşitlemelerin hiçbiri aryanın melodisini kullanmıyor; tersine, hepsinin ortak dilini, bas notaların yukarıda andığım retoriği oluşturuyor. Bu sinir bozucu ustalık gösterisinde, çeşitlemelerden her üçüncüsünü bir kanon formunda yazarak el yükseltmiş Bach; birinci kanon aynı notadan, ikinci kanon bir nota farkla… diye gidiyor sıralama.
Anna Enquist, kitabının kurgusundaki belki de en güzel çözümü bu kanonlarda bulmuş: Kanonların iki sesi anne ve kızını temsil ediyor, henüz anne karnındayken, simbiyotik ilişkileri aynı sesteki kanondan başlıyor, kız büyüdükçe, kanonlar gibi, adım adım birbirlerinden uzaklaşıyorlar. Bu kontrpuan fikri, diğer sesleri babaya ve oğula vererek kitap boyunca işleniyor. Enquist, baştaki bölümlerde, anlattığı anıyla müziğin ilişkisinin nasıl kurulacağını çıtlatıyor, kitap ilerledikçe okuyucuyu bulmacayı çözmeye, anlattığı durumla o çeşitleme arasındaki bağlantıları kendisi kurmaya davet ediyor—böylelikle, kitabı hem annelik üzerine derin, insanî bir belge hâline getiriyor, hem okuru Bach’ın müziğine daha büyük bir dikkatle bakmaya zorluyor, bunun yanında Bach’ın bestesinin kendisi için ne ifade ettiğini, kendi yorumunu aklımıza kazıyor. Kitabı okuduktan sonra, bölümleri dinlerken müziği bir de Enquist’in kitabındaki hâli ve bağlantılarıyla hatırlamamamız mümkün değil.
Kitabın, bu tematik ve biçimsel özelliklerinin yanında önemli bir argümanı var: Anna Enquist, iki meslekî uzmanlığının ve kişisel tecrübesinin ışığında, Bach’ın müziğini bir enstrümanda çalışmanın insan beyninin zarar gördüğü durumlarda sağaltıcı bir etkisi olduğunu göstermek için de yazmış kitabı.
Anna Enquist bir takma ad; gerçek adıyla Christa Widlund-Broer’un ve kızı Margit Widlund’un hayat öyküleri Hollanda’da yaygın olarak biliniyor, bu nedenle 2008’de kitabı okuyan Hollandalı bir okur kitabın sonunu bilerek okuyordu. Ama yine de, kitaba dışarıdan, özellikle Bach’tan yola çıkarak yaklaşacak okurun kitabın sonunu bilmeden okuması daha iyi bence. Bu kitap da çarpıcı sonuna ulaşıldığında baştan beri tüm adımlara yeni bir ışık düşüren, okuru tekrar okumaya yönelten kitaplardan biri.