Atilla Birkiye: Maalesef bizde biyografi çalışmaları yok. Geçmiş hep siliniyor. Sabahattin Ali ve Nâzım gibi insanların geçmişleri siliniyor çünkü onlar resmî ideolojiye karşı ve adaletten yana...
16 Şubat 2017 13:53
Atilla Birikiye’nin son kitabı Sabahattin Ali’nin Yapıtlarını Sevme Sözlüğü yayın hayatına yeni başlayan, Vahit Uysal’ın kurduğu SiyahKitap etiketiyle yayımlandı. A’dan Z’ye sözlük biçiminde yazılan kitapta Sabahattin Ali’nin eserleriyle ilgili yüze yakın başlık var. Büyüklü küçüklü birer deneme olan başlıkların içerisinde Sabahattin Ali’nin eserlerindeki kavramları, temaları, çatışmaları, karakterleri yorumluyor Atilla Birikiye.
Atilla Birkiye ile sözlüğün yazılma hikâyesini ve Sabahattin Ali’nin edebiyatını konuştuk.
Kitabın başında Sabahattin Ali ile edebî olarak tanışıklığınızı anlatıyorsunuz ve sizin için ne kadar özel olduğunu belirtiyorsunuz; o hikâyeyi kısaca anlatabilir misiniz?
Biz edebiyata siyâsetten geldik. O sıralarda yazıyoruz, terör olaylarının ve sol hareketin çok yükseldiği bir dönem. Terör olayları da sola yönelik zaten. 70’lerin sonu. Bu sırada ben de bir şekilde Cağaloğlu’nda çalışmaya başladım. Ama çalıştığım yayınevi de siyâsî bir yayıneviydi. Kitap tanıtım yazıları yazıyorum; edebiyatla daha önce tabiî ki bir ilişkim vardı ama Sabahattin Ali okumamıştım. Tanıtım yazılarını yazarken çok değerli bir büyüğüm, kitapta da anlattım; dedi ki sen Sabahattin Ali okudun mu? Herhalde Türkçemi pek beğenmedi. Köy enstitüsü mezunudur kendisi. Ben de çok utandım biz Sabahattin Ali’nin birkaç şiirini biliyoruz, ezbere meydanlarda okunuyor. Hayat hikâyesini biliyoruz az çok. Derken Atilla Özkırımlı’nın hazırladığı yeni basımlar Cem Yayınevi’nden yayınlanmaya başlandı; 80’li yılların başı. Okudukça çok etkilendim... Hepsi hakkında kitap tanıtımları, denemeler yazmışımdır. O sırada da yoğun biçimde yazıyordum. Kafamda da bir kitap yapmak fikri vardı. Sabahattin Ali ile ilgili de bir kitap yapayım diye düşündüm. Önümde Asım Bezirci’nin kitabı, sanıyorum içeriği bağlamında ilktir ve başka çalışmalar da vardı. O zaman gençtim, insan genç olunca biraz daha cesur oluyor. Önsözde de anlattım; bir yayınevi de bulmuştum basarız diyen ama tabiî aradan 35 yıl geçti. Ancak oldu. Tabiî Sabahattin Ali’yi her okuduğumda başka şeyler de buldum. Büyük yazarların öyle bir özelliği var. Bu çok klasik bir şeydir ama her yazar için geçerli olmayabilir.
Gençken okuduğunda başka bir anlamı var Sabahattin Ali’nin ve 30'lu yaşlarda okunduğunda başka bir anlam ifade ediyor. Çünkü Sabahattin Ali’nin her romanının, öyküsünün içerisinde kahramanlarıyla bir eşdeşlik kurabiliyoruz.
İyi bir yazar yani romanı bilen, çok okuyan bir yazar. Belli ki yüksek bir zekâsı var. Almanya’da da yaşamış olması, yani yabancı dilde kitap okuyabilmek önemlidir. Belli ki kuramsal kitaplar da okumuş. O açıdan bir düzeyi var.
Sabahattin Ali çok okunan bir yazar, Kürk Mantolu Madonna, en çok satan kitaplar arasında yer almasına rağmen politik kimliği pek fazla bilinen bir yazar değil. Bunun nedeni ülkenin ürettiği politikalar mıdır yoksa okurun meraksızlığı mı?
Angaje bir yazar değil. O sırada yaşadığı dönemlerde solcular genelde TKP’ye yakın ya da TKP’li. Sabahattin Ali partili değil fakat o düşünceye çok uzak da değil. Baktığınız zaman en kaba anlamıyla marksist estetik çok uzak değil onlara. Tamam, Lukács okumamış dönemsel olarak, onları anlıyoruz. Bizde şöyle bir şey var başta Nâzım Hikmet için de başkaları için de böyledir; resmî ideoloji, yazarın siyâsî kimliğini silmek ister. Nâzım sonuna kadar komünist partili, sonuna kadar çalışmış ve o kimliği de onun şiirlerine çok yansır. Onu silmek lâzım, çünkü bir umacıdır komünizm. Marks’ın Manifesto’da dediği gibi “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor”. Sabahattin Ali en genel anlamıyla solcu, sosyalist, komünizmin idesine yakın. Zâten hikâyelerinde de görüyoruz. Bu bizde, resmî ideoloji için kötü bir şey. Sabahattin Ali’nin ölümünü devlet arşivlerinde aramak gerek. Genel olarak bizde siyâset yapmak, solculuk kötü bir şeydir. O yıllar bunun çok yükseldiği yıllar bu anlamda Sabahattin Ali de nasîbini almış…
Kürk Mantolu Madonna genelinden bakarsak Sabahattin Ali okurları onun tek bir kitabını okurlar ve diğer kitapları çok ön plana çıkmaz diyebilir miyiz? Neden bu kadar önemlidir bu kitap ve neye karşılık gelir okurda?
Bunu çok anlamış değilim. Hatta geçen yıl K24’te bir yazı da yazdım bununla ilgili. Burada birtakım şeyleri sıralayabiliriz bu kitabın neden çok etki bıraktığına dâir. Her şeyden önce birincisi iyi bir yapıt, etkili bir aşk hikâyesi var ve o aşk hikâyesi bazılarımıza dokunuyor. İkincisi fısıltı gazetesi diye bir şey var bu çok önemlidir. Bir başka nedense 100 temel esere alınması, bu da çok önemli bir faktör ve bunun AKP zamanında olması da ilginç. Bütün bu faktörlerin birleşmesi sanırım. Yayınevi bir milyonun üstünde sattığını söylüyor ve bu da çok sevindirici.
Sözlük içerisinde maddeleri ele alırken sadece öykülerini değil hayat hikâyesinden mektuplara da yer veriyorsunuz. Daha önceki yapılan derlemelerden bu noktada ayrılıyorsunuz sanırım.
Yaşam öyküsünden özellikle kaçtım. Afşar Timuçin’in kitabı da yaşam öyküsüyle ilgili değildir; olduğu gibi yapıtlarıyla ilgilidir. Ramazan Korkmaz’ınki de hemen hemen öyle, o doktora çalışmasıdır ama orada biraz da olsa yaşamı var. Benim zâten 35 yıldır yazamamam da bu yüzden, sözlük biçimini bulunca yazdım. Bu sözlük tırnak içinde tabiî. Yüze yakın başlık var ama bunlar tek tek büyüklü küçüklü denemeler.
Bir sürü edebiyat ödülü var ama Sabahattin Ali adına verilen bir ödül yok. Bu da mı bir politik kimlik meselesidir?
Ailesiyle ilgilidir sanırım. Filiz (Ali) Hanım’a sormak lâzım. Bilmiyorum belki ailenin tercihi bu yöndedir. Filiz Hanım dostumdur ama sormadım bunu. Bu ödül işleri zordur. Kolay değildir ödülü yaşatmak, devam ettirmek. Çok büyük bir romancı, kendisi adına olsa güzel olur.
Sabahattin Ali, eserlerinin içinde birden farklı temayı, kültürleri anlatabilen bir yazar.
Kuyucaklı Yusuf’un kendisini anlatan bir hikâye olduğu söylenir. Yaşanan olayların gözlem gücüyle kurmacaya geçmesi var Sabahattin Ali’de. Onun yapıtları, roman ve hikâye gerçekliğinde, başka bir gerçekliğe tekabül ediyor. Çünkü anladığımız kadarıyla çok genç yaşta estetik anlayışını belirlemiş. Bunlar çok varsayımsal şeyler, 41 yaşında ölmüş ama onun söylediği şeylere bakınca herhangi bir “izm” fanatiği olmadığını görüyoruz. Özellikle İçimizdeki Şeytan’ın çok başarılı bir roman olduğunu düşünüyorum. Hâlbuki eleştirirler, rastlantı çok fazla var, inandırıcı değil diye. Ben yazarın rastlantıya marksist açıdan bilimsel yaklaştığını düşünüyorum. Felsefe de okumuş. Zâten onun kitap okuması konusunda çok anekdot var. Elbette ki her okuyan öyle bir sonuca varamıyor, öyle bir yaratım oluşturamıyor ama söylemek istediğim şu: Dört dörtlük bir roman kuramı değil ama sanki yaşasaydı bunu oluşturacaktı.
Kaç yaşında yazmaya başlıyor?
Genç yaşta şiir yazmaya başlıyor. İlk hikâyeleri 1920’lerin sonunda yayınlanıyor. Resimli Ay dergisine götürüyor. Nâzım Hikmet de bize gelmesi tesadüf değil, der. Onun hayata bir bakışı var. Sola, toplumculuğa yakın sonuç itibarıyla. 30’lardan sonra Sabahattin Ali, hikâyeleriyle edebiyata damgasını vuruyor diyebiliriz.
Bugünün edebiyatına baktığınızda izlerini görebildiğiniz ya da ondan etkilenen yazarların olduğunu düşünüyor musunuz?
Çok yazar var ama ondan sonra Yaşar Kemal’in, köy romancıları dediğimiz köy enstitüleri çıkışlı romancıların, ondan etkilendiğini görüyoruz. Sabahattin Ali köyü yazmış ama köylü değil. Çok iyi gözlemleyerek yazmış. Onda pastoral bir şeyler, yoğun bir panteizm de bulursunuz ama burada romantizm de vardır gerçekçilik de vardır. “Asfalt Yol"da olduğu gibi bir ironi, mizah da vardır. Kendi kurmacasını, gerçekliğini kafasında oluşturmuş. Aksayan yanlar vardır, o da doğal. Hem şehri hem taşrayı yazmış. Mâlûm, Berlin de vardır.
Sabahattin Ali ile sizin aranızda da bir bağ var bence. Sizin yazdıklarınızın içerisinde de aşk meydanda bir yerde durur.
Bana göre üç romanı da aşkı anlatır. Bir aşk ekseninde, şu veya bu şekilde olaylar gerçekleşir. Çok haklısınız, öyle. Hikâyelerinde de vardır aşk…
Sabahattin Ali çok vicdanlı bir yazar. Merhametli, adalet duygusu çok baskın. O adaletin içerisinde hafıza çok hâkim. Böyle bir anlatma arzusunu yaşadığı dönemin adaletsizliğine mi bağlamak lazım?
O dönemde kişilik ve yaşam biçiminin daha sağlam oluşması gibi bir şey var. Bunlarla dediğiniz saptamayı yapabiliriz ama kökü neydi, nasıl gelişti o ayrı bir şey. Bende böyle bir veri yok. Maalesef bizde öyle biyografi çalışmaları yok. Onları bilemiyoruz. Dostoyevski için biliyoruz ama bizde yok. Geçmiş hep siliniyor. Sabahattin Ali ve Nâzım gibi insanların geçmişleri siliniyor çünkü onlar resmî ideolojiye karşı ve âdaletten yana. Daha iyi ve güzel bir toplumdan yana. Hem de yazı çizi, belgeleme meseleleri çok fazla yapılmıyor bizde. Kayboluyor, bir şey oluyor ve hep başkaları anlatıyor. Biri gidip 48’lerde konuşsaydı ilgili insanlarla, çok daha iyi olurdu. Elimizde daha tutarlı kişisel tarih verileri olurdu. Gerçi iğneyle kuyu kazanlar da var yok değil ama çok az. Onun için, dediğiniz saptamalar çok doğru ve bu toplumda her dönem âdaletsizlik var. Bu âdaletsizlik sürekli ne yazık ki büyüyen kötü bir ağaç. Yaprakları yok, sadece dalları olan bir ağaç ve birtakım insanlar buna isyan ediyor. “Bir Skandal”da da görürsünüz. Oradaki öğretmen âdaletsizliğe katlanamaz. Sözünü esirgemez ve o yüzden başına neler gelir. Bunu gerçek hayatta da Sabahattin Ali ve onun gibiler çok yaşamıştır.
Sabahattin Ali nitelikli üretim açısından bakıldığında genç yaşta oldukça başarılı.
Yani yazmış çizmiş. Kuyucaklı Yusuf’un baş karakter olduğu bir üçleme varmış kafasında. Berna Moran altını çizmiştir; bize “eşkıya mitosu”nu kazandırdı diye. O üçlemeyi yapamamış. Yaşar Kemal’de göreceğiz bu mitosu. Sabahattin Ali’nin kim bilir başka neler vardı yapmak isteyip de yapamadığı. Buna da üzülmemek elde değil.
Kendisi adalet kavramıyla bu kadar uğraşırken çok temel bir adaletsizliğe uğruyor.
Yazar kendi tercihi olan tasarısını bu hayata şu veya bu şekilde geçiremez o ayrı konu ama böyle bir biçimde öldürülmek korkunç bir şey. Bu da yazarlık açısından da bizim için de korkunç bir şey.
Sabahattin Ali’nin kadın kahramanlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tabiî üç romanında farklı ama üç romanda yazılış sırasına göre ana kadın karakterlerin giderek güçlendiğini görüyoruz. Muazzez zayıf, bir türlü isyan edemiyor. Gerçi o koşullarda nasıl isyan etsin. Macide güçlü bir karakter, Muazzez’e göre çok çok güçlü, ayakları üstünde durabiliyor, ikinci romanda. Maria Puder ise yabancı ve o daha da güçlü bir karakter. Bu karakterlerde giderek güçlenen bir şey (kişilik) görüyoruz. Sanki, ileriye doğru böylesine bir gelişim var.
Erkeklere bakacak olursak.
Erkeklerin hepsi farklı. Kuyucaklı Yusuf, Berna Moran’ın tâbiriyle soylu vahşi. Doğanın insanı o. Çok güçlü ama bir yerde pasifleşiyor ve çeşitli nedenlerden dolayı bu da eleştirilir. O isyanını, tepkisini içine gömüyor. Ama biz, romanın sonundaki o eylemi anlıyoruz. Sonunda herkesi temizliyor. Evrenin tüm kötülerini yeryüzünden siliyor. Ömer ise İçimizdeki Şeytan’da, bir roman için çok etkili bir karakter, düalist kişilik. Bence Huzur’daki Mümtaz’da ondan ışık var. Tabiî ki Huzur bambaşka bir roman ama ben iki roman arasında yazınsal akrabalıklar görüyorum. Kararsız bir tip, Hamlet’ten daha kararsız, kötülükleri falan var. Çok etkili bir karakter Ömer. Raif Efendi’ye gelince o bizi içine çeken bir mağara. Giderek onun yaşamını öğreniyoruz ve indikçe de ölüme gidiyoruz. Raif Efendi bir giz. Belki, sıradan bir insanın, hiç tahmin edilmeyen büyük aşkı, büyük mâcerası olduğunu göstermesi, bu kadar ilgi çekici oldu.
Son olarak, insanlar Sabahattin Ali’yi neden sevsinler?
İnsanlar Sabahattin Ali’den çok onun yapıtlarını sevsinler. Onu da sevsinler ama kim olursa olsun kişinin bir tabu, ikon hâline getirilmesinden yana değilim. İyi roman, hikâye, şiir, ufkumuzu açıyor; imgelem dünyamızı, metafor dünyamızı zenginleştiriyor. Aslında deneme de dâhil tüm edebî türler için geçerli bu. Biz edebiyatla ilişki kurarsak ancak hayatı güzelleştirebiliriz. İnsanları öldürmez, şort giyen kadınlara tekme atmaz, öfke saçmayız. Yalnız Sabahattin Ali değil çok iyi yazarlar var; bütün bu iyi edebiyatın sevilmesi lâzım. Asıl mesele ailede ve ilkokulda başlıyor, oralarda edebiyat sevgisi vermezseniz, kolay kolay olmaz. Kürk Mantolu Madonna’nın çok okunmasına seviniyoruz ama çok bir şey ifâde etmez; genel olarak edebiyat nedir, bunun bilinmesi gerek. Edebiyat; imgedir, metafordur, mecazdır, kurmacadır öteki sanatlar gibi yaşamı estetik kılmaktır. Bizde hâlâ romanın, hikâyenin kurmaca olduğu konusunda toplumun bir fikri yok. Edebiyatla ilişki kurduğunuz zaman hayata bakışınız gelişir, yumuşar; sizi besler.
Bugün bu kadar seri halde üretilen edebiyata ne diyorsunuz?
Çok iyi yazarlar çok verimli kuşaklar var, yok değil; ancak açıkçası, bir eleştirmen ya da bir edebiyat tarihçisi olmadığım için de yakından izleyemiyorum; özellikle de son on yıldır falan, çünkü çok eser var. Yetişmek olanaksız. Giderek daha seçici oluyorsunuz. Yeniyi de izlemek gerek kuşkusuz ama basında gördüğüm “şu kadar sattı”, "büyük roman", denilen kitapları aldığımda, biraz karıştırıp bırakıyorum. Ya ben anlamıyorum ya da başka bir şey. Değişimin olması diyalektik bir mesele; benim beğenmemem yeni olanı olumlu ya da olumsuz yapmaz. Bu, benim edebiyatla kurduğum ilişkidir; “eskileri” okurken sanki daha çok okuma hazzı alıyorum.
Temelde bir nitelik problemimiz var.
Kapitalizm en genel anlamıyla bir üretim ve toplum biçimi. Biz bundan kurtulamayacağız. Özü bu. Bunun için sanat kültür, her şey paraya dönüşüyor. Her şey tecimsel bir nesne ve o nesnenin üzerinden satış birinci planda. Öte yandan bazı şeylere hak vermemek de elde değil; kitabın çıktığı yayınevi yeni kurulan Siyah Kitap. Vahit Uysal, nasıl diyelim, elini taşın altına koyarak bir yayınevi kuruyor. Doğal olarak nasıl ayakta kalacak. Bu her şeyden tâviz vermek de demek değil. Belli ilkeleriniz oluyor onun üzerinde ayakta duruyorsunuz. Sanat, genel anlamıyla kültür, modern toplumda yayıldıkça düzeyi düşüyor. Özünde satılması gerek! Bildiğiniz şeyler ama yine de Sabahattin Ali’nin yapıtlarını seviyoruz...