Göçmüş Kediler Bahçesi'ni 45 yıl sonra keşfeden yepyeni bir okur, Bilge Karasu'nun kıta sahanlığında eşelenmeye, karasularında gezinmeye başladığı zaman neler hisseder? Osman Tümay'ın –başka metinlere de yaslanarak edindiği– Alsemender izlenimleri. Masal yazıldıktan yarım yüzyıla yakın bir süre sonra.
11 Ağustos 2020 21:17
Bu bir paralel evrenler denemesi: Birinde kırk beş yıl önce, belki de bu dildeki en çarpıcı masal kitabını, Göçmüş Kediler Bahçesi’ni yazan Bilge Karasu yaşamış, yaşamakta – hiç değilse o çapraşık görünen, anlaşılmak için emek isteyen diliyle… Diğerinde, eline geçen ilk Karasu metniyle dünyasının garip bir ışıkla aydınlandığının ayrımına varan bir okuru, ben. Garip, çünkü aslında aydınlatmıyor, ortaya çıkarmıyor bu ışık.
Buraya kadar anlaşılabilir bir olgu, "bir kitap okudum, hayatım değişti" klişesini anımsatan. Ama anlaşılabilirlik bu noktada sona eriyor; eriyor, çünkü Karasu anlatılabileceklerin değil, anlatılamayacakların peşinde. Belli ki deneyimleyerek öğrenmiş nelerin anlatılamayacağını: gerçeklerin, yaşananların, duyumsananların, örselenmişliklerin... Bir süre sonra bu sevdadan vazgeçip, onun yerine, anlatılamayacak şeylerin anlatılamayacağını anlatmayı iş edinmiş, ona göre bir dil geliştirmiş. Bu dil, onu kimi okura yaklaştırmış, kiminden de uzaklaştırmış. Bir şeyin anlatılamayacağını nasıl bir dille anlatırsınız? Okuyanın da ağzını mühürleyen…
Bana küçükken anlatıldığını hatırladığım masalları artık hatırlamıyorum, ama onları anlatanların sesleri yumuşacık, kulaklarımda. Küçük bir çocuğa sevildiğini, gözetildiğini hissettiren, rahatlatan sesler… Sesleri hatırlayıp kelimeleri hatırlamamak, bir müzik parçasının melodisini hatırlayıp güftesini unutmak gibi midir? Masal anlatma sırası bana geldiğinde muhakkak ki dinlediklerimden bölük pörçük de olsa aklımda kalanlar vardı. Hareket noktamı oluşturmuşlardı herhalde, ama artık anlattıklarımı da hatırlamıyorum.
Düşmemesi için yatağının yanına monte edilmiş olan parmaklıkların arasından oğlumun dünyasına kolumla sızar, üstünü örttükten sonra elimi geri çekmezdim. Zaten o da hemen bir parmağımı kavrar, kolay kolay bırakmazdı. Başımın altında küçük bir minder, halının üstünde; o da yatağında, birbirimize paralel yatardık. Sol kolum aramızdaki fizikî bağı oluştururdu.
Masal anlatmanın incelikleri vardı; dinleyenin dikkati dağılmamalıydı, ama konu ve dekor ilgi çekici olmalıydı. Geleneksel masal öğeleri bunu sağlamaya yetmezdi; seksenli yıllarda peri padişahının hain vezirinin uçan halısı hem karaya, hem suya inebilmeli, veziri haklayacak kahraman avcının da taramalı tabancası olmalıydı. Ama burada bile hassas bir denge sağlamalıydı; gereğinden çok teknik ve güncel ayrıntılara girilince oğlumun tüm dikkati canlanır, sorular başlayınca da uykuya dalma sürecine bir türlü geçilemezdi.
Bir de işin ahlâkî kısmı vardı; kötüler cezalarını bulmalı, iyiler kazanmalıydı. Bu elbette oğlumun talebi değildi. Ama nedense, içerdiği tüm fantastik öğelere karşın masalların, dinleyenin moral değerler oluşturmasını sağlaması gerekiyordu. Ölçü tutturulup denge sağlanınca da, uykulu sesle sorulan soruların (“Uçan halının yakıtı bitmiyor muymuş?”) araları giderek açılır ve nihayet masalcının o geceki mesaisi sona ererdi.
Bu satırları yazarken, o sıralar hayatımda hiç masal kitabı okumamış olabileceğimi düşündüm. Okumayı söktükten sonra ilk okuduğum kitaplar arasında herhalde sadece macera romanlarıyla öykü kitapları vardı, sonra da eminim, masal kitapları ilgimi hiç çekmemişti. Göçmüş Kediler Bahçesi belki de okuduğum ilk masal kitabıydı. Kendisinden çok geç haberdar olmanın mahçup telâşıyla, kronolojik veya herhangi başka bir sıra izlemeden Bilge Karasu’nun tüm kitaplarını birkaç ay içinde okurken, elime nedense en son bu kitabı geçti. Yani, masallarıyla tanıştığımda artık deneyimli bir Karasu okuruydum. Buna rağmen çok etkilendim: Bu nasıl masal anlatmaktı? Hepsini tekrar okudum, üzerlerinde düşündüm. Başkaları neler demiş, onları da bulup okudum. Mektuplarını da.
Ben halının üzerinde yatarak oğluma masal düzdüğüm sıralarda, yakınlarda bir yerde, Bilge Karasu da bu masalları oluşturmakla meşguldu. Tam kırk beş yıl önce de beni en çok etkileyen masalını tamamlamış ve pek sevdiği dostlarından birine ithaf etmişti. Şimdi Karasu evrenine geçiyoruz…
Sıtkı M. Erinç: “Benim tanıdığım yazar Bilge Karasu bir yana, doktora derslerinde, lisansüstü seminerlerinde ödev olarak verdiğim Bilge Karasu —sözgelimi Göçmüş Kediler Bahçesi— okurlarının, çalışanlarının tanıdığı, bulduğu, yakaladığı ya da keşfettiği sayısız yazar Bilge Karasu vardır, Bilge Karasular vardır”.[1]
Ne kadar doğru bir betimleme. Karasu hakkında yazmanın tehlikeli keyfi de burada bence. Ben sezebildiğimi yazayım…
Alsemender masalının başında bir uyarı vardır: “Sözlüklerde boşuna aramayın. Bulsanız da, uydurmadır bu çiçek.” Yalan-doğru ikilemiyle ilgili belki de yazılmış en çarpıcı masala adını veren çiçek de aslında yoktur. Masal bu...
Sonra ithaf gelir; kadim dostu Halûk Aker’e ithaf edilmiştir Alsemender masalı. Ona yazdığı mektuplarda mahcubiyetle sözünü ettiği konu. Karasu için bir metni bitirmenin, ona gerçekten bitmiş gözüyle bakmanın zorluğu efsanevî boyutlardadır. Armağanını önceden duyurmuş, ama bir türlü bitirip sunamamanın sıkıntısını çekmektedir. Karasu, sıkıntılarda yaşar, çoğalır...
Ve masal...
Halûk Aker’e
“Bu biçime yarım-çizme derler evlatçığım,” dediydi Refikamteyzesi. Annesi, “gördün mü,” dediydi ardından, “bir daha, bilmediğin şeye karışıp bilir bilmez konuşma, doğruya yalan deme, yalana doğru deme. Yalan hele, hiç söyleme.”
Yalan kötüydü. Yalan söylenemezdi. Kırdığını, yırttığını gizlemeden söylemeğe alıştırıla alıştırıla büyütüldü ama, her düşündüğünü söylemenin, açığa vurmanın da yakışık almayacağını öğretmeğe çalıştılardı bu arada. Söylenecek doğrularla söylenmeyecek doğruların sınırını genç yaşında sezmeye başladıydı denebilir; ne var ki, yaşı ilerledikçe, bu sınırı sezmekle kalınamayacağını öğrendikçe, bir gün kesin bir sınır çizilebileceği umudunu da iyice yitirdiydi.
Masalı ithaf ettiği Halûk’tan özür dileyen mektuplarından birinde:
“Halûk’çuğum, özür dilemek ayıp olacak! Bu olmayacak zamanda, sana hemen yazıp “geçmiş olsun” diyecek, sağlığını soracak zamanda, kapandım, bağlandım. Ancak bugün —gene İstanbul’dan— sayım gününün bizleri evlere kapatmasından yararlanarak yazabiliyorum. İnsan açılıyor mu ne, bu durumda?
Masal’ın son çalışmasıyla temize çekilmesi kaldı. Az iş değil ya, ‘okuyucu’larıma okuttum, onların tepkisini öğrendim; bundan sonrası yalnız bana kalıyor.”[2]
Masala dönelim:
On altı yaşlarındaydı. Günün birinde tutup saçını usturaya vurdurmuştu; olduğum gibi görüneyim, saçım beni olduğumdan başka türlü göstermesin, diyerek… Sonra anlamıştı ki saçlı da olsa, saçsız da olsa, aynada gördüğü hep kendiydi, hep kendi kalıyordu. Ama dışarıdan bakanlar, biribirine pek benzemeyen iki ayrı adam görüyorlardı; bu da, doğruluk ölçüsü bile bırakmıyordu ortada. Vazgeçmişti. İki haftada bir berbere gider olmuştu ki, traşlı haliyle traşsız hali biribirine yakın olsun.
Doğru ne? yalan ne? sorularını sora sora önce felsefe okumuştu, sonra ruhbilim; daha sonra da, beynin en ince işlemlerini araştıran bir bilim dalında uzmanlaşmış, bu bilimin yanısıra, doğru-yalan sorunuyla uzak yakın ilişkisi olabilecek birçok başka bilimle de uğraşmıştı. Ele gelir birçok sonuç elde etmişti bu çalışmalarından. Gene de, kavramlar arasında köşe kapmaca oynar gibiydi. Bir kavram, bir başka kavrama atıyordu onu; bir bilim, ötekine. Yılmamıştı, yılmıyordu. Ama bütün bu çalışmaların ötesinde —ya da berisinde— gündelik yaşamını sürdürmek zorunda olduğunu biliyordu; bu yaşamı sürdürmek de, doğruculuğu sürekli olarak yaşamak demekti.
Mustafa Arslantunalı’nın teybe kaydedip çözümlediği bir Karasu sohbetinden:
“Ne kadar çok okursak, ne kadar çok konuşursak, ne kadar çok iletişirsek o kadar iyi olacakmış gibi geliyor insanlara. Ama iletişim başlı başına bir amaç değil, iletişim olsa olsa, ötekinde kendini, kendinde ötekini görebilmek. Ötekinin aracılığıyla, ötekinin yardımıyla bir anlamda kendini anlamak, kendi kendini kurmak. Bu da okunanın, dinlenenin yalnız kaydedilmesini değil, birçok başka dizgeyle karşılaştırılmasını da gerektirecektir. Oysa bir şeyleri görmek ya da işitmekle yetinmek, gelip geçici bir şey olarak, yani başımıza, üstümüze yağan bir geçmiş yağmur olarak düşünülüyor birçok durumda, evet, gürültü’sü de yüksek, sonra geçip gidiyor. Ha ben bunu görmüştüm oluyor, ha ben bunu işitmiştim oluyor, ben bunu okumuştum, ha evet bir yerlerde böyle bir şeyden söz edildiğini biliyorum. Evet, haberdarım, ama söz edildiğinden haberdar olmak, söz edildiğini bilmek bir şey demektir ama söz edilmiş de ne olmuş? O sözün edilmesi sana ne getiriyor, sana neler gösteriyor, sana neler gördürüyor?”[3]
Bu derece talepkâr, kılı kırk yaran bir söz ustasının masalı da farklı gelişiyor:
Eski kitapların birinde —XIII. yüzyıldan kalma bir bitkisel ilaçlar kitabıydı bu— sözü edildiğini daha önce de gördüğü ama üzerine bilgi verildiğine hiç rastlamadığı bir bitkinin inceden inceye betimini, nerelerde, ne için kullanılabileceğini okuduğu gün, şaşırdı kaldı.
(…)
Kumluk, ıssız deniz kıyılarında, hayvanların, insanların çiğnemediği kumlar arasında ak —ya da sarımtırak ak— renkte, parlak, iri, kadeh biçimli çiçekler açan, adına da nedense alsemender denmiş bir bitkiydi bu. Çiçeğinin çok güzel kokulu olduğunu, ama koparılır koparılmaz pörsüyüp dağıldığını belirten kitap, soğanının kurutulup belli birtakım başka yaprak kurularıyla birlikte dövülünce kaşıntılı hastalıklarda pek yararlı olduğunu söylüyor, ancak, bir şey ekliyordu bu bilgilere: Yetiştiği yerin özelliğinden, denizin tuzu ya da toprağın çiğnenmemişliğinden olacak, bu bitkinin yapraklarının önemli bir özelliği vardı. Çiçeği taşıyan uzun sapın dibinde bitip yukarı doğru kama gibi uzayan iki yaprağın ikisini de çiğneyenlerin hepsi çıldırmıştı. (Yazar, üç yaprak çiğneyenlerin kaskatı kesilip öldüğünü eklediğine göre, çıldıranlar, ya içgüdülerine uyup bir yaprak daha çiğnemeğe kalkışarak bu çılgınlıktan, bir bakıma, kurtuluyordu, diye düşünmek gerekirdi —ki bu durumda, çevrede bir çiçek daha bulabilmelilerdi, yoksa bu çılgınlık sürüp giderdi herhalde—; ya da, bu çılgınlığı öyle tatlı buluyorlardı ki, onu artırmak için bir yaprak daha çiğnemeğe kalkıyorlardı. Dördüncü yaprağa, besbelli, vakit kalmıyordu. Ama ikinci yaprağı çiğnemeğe niye kalkışıyorlardı ki? Orasını kitap, neden sonra, bu bitkinin anlatıldığı yerin son sayfasında, sezdirmekle yetiniyordu; buna “bildirmek” demek, güçtü doğrusu…) O çiçeğin tek yaprağını çiğneyenler, kitaba bakılırsa, yalan söyleyemiyorlardı artık.
Serdar Soydan’ın Bilge Karasu’yla yaptığı sohbette kaydettiklerine kulak verelim şimdi:
“Masal eski, masal köklü; bizde de, başkalarında da. Masallar önce “kurtarıldı”, sonra incelendi. Çeşitli yöntemler kullanıldı bu işlerde. Bugün, şu şu yöntemlerin bu bu yöntemlerden ‘iyi’ (üstün, vb.) olduğuna karar verilmiş. Masal geçmişin türlerinden biri; ‘ölmüş’ bir anlatı türü. Haydi öyle olsun. Bir eskiçağ gömütlüğüne bakıp ‘eski ölüler’den söz etmekle işimiz biter mi? Bizim de öleceğimiz, gömüleceğimiz, usumuza hiç mi uğramaz? Şimdi bizim yaşadığımız gibi bu ölülerin de bir zamanlar diri olduklarını niye unutalım? Çağımızda masal yok mu? Çağımızda masal mı yok?
İmdi, soru şu: Masal olup masal adını taşımayan anlatıların yanı sıra, masal adını taşıyabilecek, geleneğe bağlanabilecek, bağlanabilmek için de geleneksel masalı benzetlemekten, ona öykünmekten özenle kaçınacak, masal adını taşıma hakkını kazanmak üzere, çok eski, kökleri çok derinlerde, binlerce yıldır süregelmiş öğeler içerisinden bugün seçtiklerini öne çıkararak kendi kendini yeniden düşünüp kuracak bir yazı türü olamaz mı?”[4]
Hem de nasıl olur! Binlerce yıldır süregelmiş öğeler içerisinden bugün seçtiklerini öne çıkarmak, Karasu’nun derdi:
Bunu okuduktan sonra uyku durak bilmedi; deliler gibi karıştırdı başka birçok eski kitaplığı; eski kitaplık yöneticileriyle mektuplaştı durdu. Bildiklerinden öte, bu konuda işe yarar pek bir şey öğrenemedi. Yalnız bir tek kitapta, alsemender adı şöyle açıklanıyordu: “Eskiden, ateşten doğup ateşte yaşadığı için, al renkli semenderler varmış. Bunlar pek azrak olduğu için, varlıklarına kimse inanmazmış. Görenler de, ya sözlerine inanılmadığı, ya da gözlerine inanamadıkları için susmağı yeğlerlermiş. Gel zaman git zaman, varlıklarına inanılmaması karşısında, ya da, yalnız masallarda kalmalarından ötürü, büyük bir üzüntüye kapılan bu semenderler, en yaşlılarının buyruğuna uyarak gidip bu çiçeklerden birer yaprak yemişler; hepsinin rengi değişmiş, bildik, görülegelen semenderlere dönmüşler. Bunu bilen bilgeler de, bu bitkiye en güzel ad diye, alsemender adını yakıştırmışlar. O gün bugündür, bu bitki hep böyle bilinir…” (Bu bilgiyi veren kitap XI. yüzyıldan kalmaymış. Garip bitkileri kısaca tanıtmaktan öte bir bilgi de vermiyormuş. Bu kitabın bulunduğu kitaplığın yöneticisi, bütün bunları yazdıktan sonra, pek nazikçe soruyordu mektubunda: “Bunu neye merak ettiğinizi öğrenebilir miyim?” Bu yöneticiye yazdığı teşekkür mektubunda bilgin bu merakı konusunda sudan bir şeyler söylemekle yetinebilmek için ne sıkıntılar çekmişti…)
Yine Serdar Soydan’ın kayıtlarından Karasu:
“Masallarımla ‘metin’lerimin yazılışı aynı yıllara rastlar. Özgürlük, her ikisinde de söz konusuydu. Ama ‘metin’ dediklerimin yüzeysel ‘kuralsızlığı’, çok değişik bir kaygı ile yazılmış olmaları karşısında, masalların aradığı kurallar, koyduğu kurallar gözden kaçmamalı (Kendi kuralını bulup koymak da, özgürlüğün belirtisi değil midir?). Masallarımızın özgürlüğü, ‘dünya’ karşısında bir özgürlüktü her şeyden önce. ‘Gerçeklik’ deyiverdiğimizin, deyiverip belli biçimlerde dile getirilmesi gerektiğine inanmaya alıştığımızın karşısında… O yıllarda gerçekliğin bir noktada yırtılıverişinden çokça söz ettim. Bu yırtıktan, gündelik aşımız korkular, kaygılar sızıyordu. Bulanık, ‘kirli’ düşler, unutulmuş, unutturulmuş yönelişler kımıldıyordu bu sızıntının içinden.
Masallar, bu yırtığın salıverdiklerini tanıma serüveni olduğu kadar bu salıverilenin ne kadar paylaşılabilir bir şey niteliği taşıdığını öğrenme serüveni de oldu benim için. Bir noktaya vardığımda anladım ki ‘bu masallar içinde şunu şunu beğendim, bunu bunu ise hiç beğenmedim’ diyecek, katı katılma ya da itme tepkileri gösterecek okurlar için yazıyordum bu masalları: bu okurlar için yazabiliyordum. Elbette beğenilenlerle hiç beğenilmeyenler, her okura göre değişecekti, değişiyordu da. Bu noktadan sonra “güdümlü” masallar yazmaya kalkabilirdim. Masalı da mı yırtmak gerekiyordu?
Masal da ‘yırtılıverdi’… Bir daha, ‘masal’ adını vereceğim bir şey yazar mıyım yazmaz mıyım, bilemem. Şu anda bakıldığında, masallar dönemi bir ‘alıştırma’ dönemi gibi duruyor yazarlık geçmişimde.”[5]
Ve masal yırtılıveriyor:
Buna masal deyip çıkmak kolaydı ya, olgu olarak adamın kafasını karıştıracak bir iş karşısında kalmıştı bilgin: O bitkinin tek yaprağını yiyen alsemenderler, yani al semenderler, doğal yapılarının gerçekliğini, bir bakıma doğruluğunu, üzerlerinden atmış, insanların doğru bildiğine uymuşlardı. Doğruluk, insanların gözünde başlıyordu bu masala göre. Ya o tek yaprağı yiyen insanların doğrudan başka bir şey söyleyemez duruma gelmesi? O doğru da, insanlarca kurulan öykülerin doğrusu mu oluyordu?
Araştırma yolculuğunun hazırlığını yaptı, ıssız, kumluk kıyılar bulmağa çıktı. Diri hayvanların diri beyinlerine sokulu telleri, tartışmaları, bilimsel toplantıları yardımcılarına, öğrencilerine bırakarak…
Güney kıyılarından başlayacaktı. Issız kıyıyı da ancak denizden bulabileceğine göre, iki adam tutup bir motor kiraladı. Adamların ikisi de usta denizci diye övülmüştü; bu kıyıları karış karış bilirler denmişti. Kendilerine, açık açık, neyi nerede aramak istediğini anlattı; anlamış olacaklar ki iki gün geçmeden üç ayrı kıyı parçası buldular ona.
Kumluktu bu kıyılar, ama alsemenderin izi bile yoktu buralarda.
Dördüncü gün, yanaştıkları sekizinci kumsalda aradığını bulunca, şaşmayışına, doğrusu ya, azıcık şaştı. Gözlerine inanmak istiyordu; “Benim gördüğümü sizler de görüyorsunuz, değil mi?” diye sordu denizcilere; adamlar, biraz şaşırdılar. Bulacağını bildiği bir şeyi bulunca insan niye öylesine inanmaz olsundu gözlerine? Gülüştüler sonra. Heyecanına verdiler. O kıyıda —gerçekten, alsemender diye betimlenen bitki o idiyse— tam beş çiçek vardı. Üçünü de öldürecek kadar, diye düşündü. Artacak bir yaprak da, kuruyup gidebilirdi ölülerinin başında. Ama şakanın öylesini düşünmek bile yersizdi.
‘Doğru’ nedir? Çoğunluğa göre mi tanımlanacaktır bu? Hayır. Anlatılamayacaklara gelinmiştir artık. Yıllar sonra tamamladığı romanı Gece’de, el yordamıyla yapılmış gibi değildir bulanıklaştırmalar, gayet bilinçli olarak okurun yoluna taş ve çukur döşenmektedir:
“Başımı almış gidiyorum…
Önemli olan, birtakım yolların olayı da, okuyanı da bir yerlere ulaştıramayacağını, buna karşılık ancak bir iki yolun sonuna dek gidileceğini okuyana sezdirmemek… Buna çok dikkat etmeliyim.
Kişileri de hem var kılmalıyım, hem de belirsizlik içinde bırakmalıyım. Öyle düşünüyorum ya, gerçekte ne demek bu?
Öznenin ara sıra belirsizleşmesi…”[6]
Oysa masalda artık mutlu sona yaklaşılmış gibidir sanki:
Her şeyden önce bitkiyi küstürmemek, yanına çok yaklaşmadan incelemek gerekti. O işi, dürbününü kullanarak yerine getirdi. Bitki, gerçekten, o eski kitapta anlatılıp betimlenen bitkiydi. Metni artık ezbere biliyordu. Hazırladığı gömleği, maskeyi takarak, kıyıya çıkıp bitkilerden birine yaklaştı. Adımlarını hafif, sessiz atmağa çalışarak. İnsanın yaklaşmakla bu bitkiye verebileceği zararı, hiç değilse geniş ölçüde, önleyebileceğini umuyordu böylelikle. Çiçeği kopardı, öbür çiçeklere arkasını dönerek maskesini kaldırıp onu kokladı. Çok güzel diye nitelenen koku kendisine, olsa olsa, çok güzel bir deniz kokusu gibi geldi. Çiçek birkaç saniye içerisinde pörsüyüp dağıldı, toz gibi uçup gitti. Gene, çiçeğini kopardığı bitkinin yanına geldi; dikkatle, önce yapraklarını kopardı, sonra soğanını, çevresindeki kumla birlikte, özel olarak hazırlayıp getirdiği bir kaba yerleştirdi. Motora götürdü. Maskesiyle gömleğini çıkardı, denizcilere birer yaprak vererek yeyip yemeyeceklerini sordu. (Kendilerine aradığı bitkinin özelliklerini sayıp döktüğü gün gülmüşler, “öyle şey olmaz, biz nasıl olur da işitmeyiz,” demişlerdi. Sonra da, “siz bulun hele, ilk yaprakları biz yeriz, söz!” diye eklemişlerdi.) Bir an duraksadılar, sonra da yediler. Pek tatlı bulduklarını belirttiler üstelik. Çok geçmeden, uykuları geldiğini söylediler, yattılar.
Masala gene bir parantez açarak Karasu’yla dostluğu eskilere dayanan Enis Batur’a kulak verelim:
“Bilge’yle ciddi bir ortaklığımız da düşünen bir edebiyata yakınlık duymamızda biçimlenmişti. Başlangıçta ben felsefeye çok daha fazla komşuydum, beni uyarırdı. Zamanla mesafe aldım felsefeye, o tam tersine yaklaştı. İoanna’nın, Oruç’un yapıtlarından etik sorunlar, çözümler üretmelerine biraz içerliyordu, bana kalırsa büsbütün haksız sayılamazlardı. Bilge’nin anlatı dünyasında Ahlâk baş köşeyi tuttu. Özellikle masallarla başladı bu yoğunluk, masalın klasik tanımına içkin bir öğeydi ‘ders’, bana öyle geliyor ki, Göçmüş Kediler Bahçesi’nde altın bir denge yakalamıştı. Sonra, gene Üniversite’deki uğraşı ve onu kuşatan ortam (öğrencilerinin soruları ve sorunları) felsefe ve etik ilişkisini koyulaştırdı. Son dönem metinlerinde, istemese de, yer yer didaktik bir ton tutturduğu söylenebilir; bunun bir nedeni de Doğu anlatı geleneğine merak sarmış olmasında aranabilir. İç içe, sarmal bir öykü anlayışına yöneldi, minyatürlerdeki üst üsteliği sevdi, onlardaki kısaslama sardı onu. Ahlâk, Bilge’nin aslında büyük döşemesidir.”[7]
Alsemender, ahlâkla ilgili değil midir? Belki diğer tüm masallarından daha çok. Yaşamda doğruluğun egemenliğini ilân etmek için uğraşmaz mı o bilgin? Ama belki de Batur yanılmaktadır; Karasu’nun derdi, ahlâkla olmayabilir burada. Ahlâk, olsa olsa çıkış noktasıdır, varış değil:
O eski kitapta verilen bilgiye bu kadar güvenmekle çılgınlık ettiğini düşündü bilgin. Bu tek yaprağın bu adamlara zarar vermeyeceğine nasıl da kanabilmişti? Yeni bir şey bulmanın heyecanıyla nasıl da öylesine düşüncesizce, —niye açıkça söylememeli?— nasıl da böyle ahlaksızca davranabilmişti? Adamlara işin doğrusunu baştan anlatmış olması yeter miydi? Üstelik, inanmadıklarını gördüğü halde?..
Yapılacak bir şey yoktu. Uyusunlardı hele.
Önce, gene maskesiyle gömleğini giyip öbür çiçekleri de, soğanlarıyla birlikte söküp özel kaplarına aktardı, motorun bir ucuna yerleştirdi, sonra da, uyuyan adamların başında oturup sabaha dek bekledi. Bir şey olsaydı bunlara, ne yapacaktı, ne yapabilirdi? Bilmiyordu. Ama bir şey olmadı. Gün doğarken güleç yüzlerle, gerine gerine uyandılar. “Dönüyoruz,” dedi kendilerine; bir an önce laboratuvarına ulaşıp bitkileri incelemeğe başlamak istiyordu. Yattı, uyudu.
Alsemenderler yetiştirip durdu düşünde. Yapraklarını —teker yaprak, hep teker yaprak— dostlarına, sokaktan gelip geçenlere dağıtıyor, yediriyor, sonra yeniden laboratuvarına dönüyordu. Deniz suyunun, deniz yelinin, ıssız kıyının, kayaların çevrelediği küçücek kumsalların benzetlendiği, sessizliğin, herhangi bir canlının herhangi bir etkisinin duyulamayacağı koşulların, her şeyin, her şeyin sağlandığı bir laboratuvardı bu. Alsemenderleri yetiştirip yetiştirip yapraklarını —teker yaprak, hep teker yaprak— ülkede yaşayan her yetişkine, çocuğa, bebeğe yediriyordu. Sonra bu yaprakları, yanlışlıkla, ikişer, üçer dağıtmağa başladı insanlara, başlarında durup yemelerini bekledi, ter, boğuntu, korku içinde uyandı. Denizciler özel kapları açmış, bütün yaprakları yemişlerdi. Bağırmak istedi, sesi çıkmadı. Üzerlerine atıldı. Adamlar bir fiskede —bir fiskede— onu denize deviriverdiler. Motor uzaklaşıyordu. Yüzmeğe çabaladı. Su buz gibiydi. Gücü kesildi, dalgaların hep altında kalıyordu; su yuttu, battı, çıktı. Boğulmanın hazzını duydu, etinin her lifinde; sıkıntısı geçmişti bile. Ne çabuk! Son gördüğü, bir lâle tarlası oldu. Lâlelerin arasında debeleniyordu. Lâleler örtüyordu üstünü. Boğazına sarılan lâleleri, son gücüyle, koparmak istedi. Elleri sert tahtalara çarptı. Gözlerine ışık saplandı. Yumdu onları; ağır ağır açtı gene. Denizciler karşısında duruyorlardı.
Delinin birinin peşine düşülür masallarda; ya peri padişahının kızına abayı yakmıştır, ya kasabanın başına musallat olan o canavarla hesaplaşacaktır, ya da hasta anasını iyileştirecek mucizevî iksirin tarifini bilen o cadının peşindedir. Bu tutkunun sorgulanmasına fırsat vermez iyi bir masalcı; dinleyen(ler) de onu benimser, onaylar; bu uğurda çekilecek tüm sıkıntılar, atlatılacak bütün tehlikeler elzemdir.
O dinleyen de yıllar geçip erişkin olduğunda, kimi zaman o da bir tutkuya kapılabilir ve gözleri başka hiçbir şey göremez olur. O sevgi, hırs, öfke, veya her neyse, artık damarlarında dolaşmaktadır. Bakışları bir noktaya doğru sabitlenmiştir, sesi güçlü çıkmaktadır. Paylaştığı dostları da vaktiyle helâl masal dinlemiş olanlardansa, ona hak verir, onu gayrete getirirler. Konuşan artık, tutkunun kendisidir:
Kötü düş gördünüz herhalde, dedi biri. Limana yaklaşıyoruz, dedi öbürü. Bilgin doğrulmağa çalıştı. Ayılması güç oldu. Ancak limana girerlerken, özel kapları içinde duran alsemenderlere bakmak gücünü buldu kendinde. Denizcilere paralarını vermek istedi. Biri güldü, “ben denizci falan değilim,” dedi, “bunu size açıklamam gerekirdi ya, ben sizi korumak üzere görevlendirilip sizinle birlikte buraya gönderildim.” Öbürü de güldü, “ben de söylemeliydim ama, benim görevim sizi göz altında tutmaktı,” dedi. “Sizin gibi bir bilginin hem korunması hem de denetlenmesi gerekeceğini siz de kabul edersiniz herhalde…”
Kafası iyice karıştı, ama az sonra, yaprakların etkisi üzerine o eski kitapta verilen bilginin belki de —gözünün önünde— doğrulanmakta olduğunu düşündü. Ses çıkarmadı, gülümsemekle yetindi. “Bu durumda,” dedi, “beni de, çiçeklerimi de, laboratuvarıma değin götürürsünüz. Sizden iyi yardımcı bulamam artık.” Kendisini uzaktan gözetleyenler olduğunu bilirdi ama onları hiç bu kadar yakından görmemişti.
Önce trene, sonra uçağa bindiler. Alsemenderleri, o günün akşamı incelemeğe başladı.
İskender Savaşır’a kulak verelim şimdi:
“Karasu masallarını, nesnel koşullarla ve başka tasarılarla sınırlandırılmamış tutkuların nerelere varacaklarını, nelere mahkûm olduklarını göstermek için yazıyor. Tek tek tutkuları, tutkulu ilişkileri, kendilerine yabancı her şeyden yalıtıp masalcı merceğinde büyüterek dünyayı onlara göre yeniden kuruyor. Ama böyle bir dünyaya özlemini dile getirmek için değil, tutkuların iç çelişkilerine varmak için.”[8]
Tüm tutkular gibi bilgininki de bir açmazda bulur kendini. Temel çelişki, tüm yakıcılığıyla öğle güneşi gibi tepemizde artık:
Yalan söylememek, doğruyu söylemek. Baştan beri ayrı işlerdi bunlar; eşdeğerli buyruksular diye gösterilegeldikleri halde. Eğitimin de, yaşamın da her katında, ikisi bir arada, başlıca erdem diye gösterilirdi. Ama gerçekten yalan söylememek, hele gerçekten doğruyu söylemek, neredeyse kusur sayılıyordu gündelik, küçük işler yaşamında. Başından beri bunun farkında değil miydi sanki? Az mı kınanmıştı bu yüzden?
Bir ara, herkesin bir kusuru yok mu, benimki de bu olsun varsın, diyerek işin içinden sıyrılmağa kalkışmıştı. Olmuyordu ama. Önemli olan yalan söylememek, doğruyu söylemek değildi de, doğruculuk erdemini içinizde taşıdığınıza herkesi inandırmaktı sanki. Doğruculuğunu kınayanlar, kendisini, gerçekte, yalancı olmakla suçluyorlardı. Ya da açıkça “sen gerçekte yalancısın” diyorlardı. Hep gündelik yaşamda elbet. Gündelik yaşam dışında, doğruculuk-yalancılık denen şey, “yanlışlık-eleştiri-doğru bilgi” kılığına giriyordu, sonu gelmez tartışmalara yol açıyordu. Ona “yalancısın” diyenler, ya da demeğe getirenler arasında, —haklarını yememeli,— bilimsel yetkelere arkasını vererek, “en ustaca yalanın doğruculuk kılığına bürünülerek söylendiğini, kendisinin de bu işin en büyük ustalarından biri haline geldiğini” açıklamak inceliğini gösterenler vardı.
Gerçek kusuru ise, kendisine sorulursa, şuydu:
Karşısındakinin yalan söyleyebileceği, aklına en son gelen, belki de hiç gelmeyen, şeydi. İnsana yalan söyletebilecek durumlar yok değildi. Ölümcül hastaya “sen öleceksin, birkaç saatin kaldı” demenin anlamı yoktu. Doğru olduğuna bakıp bununla yetinerek —sorulmamış bir soruyu yanıtlarcasına— tatsız şeyler söylemek gereksizdi. Ama sorulduğu için, bilmediği bir şeyi biliyormuş gibi göstermek, yalan yanlış şeyler söylemek de gereksizdi. Niye yalan söylensin? Her söylenene inanmağa hazırdı bu durumda. Başlıca kusuru, gündelik yaşamının dilekleriyle inançlarını bir bölmeye, “bilimsel şüphe”yi ya da ruhbilimin öğrettiklerini bir başka bölmeye kapatmasıydı. Arkadaşlarının —kendisine yalancı diyen, ya da demeğe getiren arkadaşlarının— gene büyük bir incelikle kafasına kafasına attıkları taşlardan biri de “enayilik” olmuyor muydu? Bu durumda tek çıkar yol, en gerçekçi yöntemi kullanan bilime güvenmektir, diye karar vermişti bir zamanlar. Bu gerçekçi bilim, elbet bir gün gelip gündelik yaşamla örtüşecekti… İyimserlik, hem de enayice, alıkça bir iyimserlikti belki bu da. Ama kim, her türlü kusurdan arınabilmişti? Üstünün de üstünü kişiler, vardı gerçi. Kendi onlardan değildi, o kadar.
Nurdan Gürbilek, tutkuya kapılmanın Karasu’nun masal dünyasında ancak umutsuzluğu ve mutsuzluğu getireceği düşüncesindedir:
“Göçmüş Kediler Bahçesi’nde ise çok farklı bir Karasu ile karşı karşıyaydık. Bu masallar, bütün yaşamı bir tutku, saplantıya dönüşmüş bir tutku etrafında geçen kişileri anlatıyordu. Tutku duyanı başka her şeyden koparan, doyurulması olanaksız arzuları, yakıp kavuran bir öfkeyi, dostluk olsun sevgi olsun başkasıyla kurulabilecek bütün yakın ilişkilere damgasını vuran eşitsizliği, saldırganlığı, korkuyu anlatıyordu. (…) İnsan tutku uğruna kanlı oyunlara, gergin bir ipin üstünde sürdürülecek bir cambazlığa, inişi olmayan yüksekliklere, çıkışı olmayan dehlizlere, sonu ölümle bitecek ödeşmelere sürüklenir. ‘Alsemender’de olduğu gibi ‘bir gün gelip gündelik yaşamla örtüşecek’ bir bilim uğruna çıldırmayı, ölümü göze alır. Bu yüzden umutsuz, mutsuz masallardır bunlar; ölümle biten, konu aldıkları tutkunun bu dünyada karşılığı olmadığı için zorunlu olarak ölüme varan, tutku duyanın kendinden geçmesini, vazgeçmesini gerektiren, gücünü de bundan alan masallar.”[9]
Tutku ve çelişki, Karasu’nun iç dünyasından yola çıkar, kaleminden kâğıda, oradan da okura ulaşır:
Ne var ki, XIII. yüzyıldan kalma bir kitaba inanmamak ile inanmak seçeneklerinden ikincisini seçmekle yanlış bir iş yapmamıştı. Bitkiyi bulmuştu. Adamlara —uyardığı halde, bir parça olsun çekinmesi gerekirken— yaprakları yedirmekten hiç de çekinmemişti daha sonra. (Onlar da, görevli oldukları için, canları pahasına bu bitkinin, anlatılan özellikleri gerçekten taşıyıp taşımadığını öğrenmek üzere mi güle oynaya yemişlerdi yaprakları? Yoksa, o eski kitaba inanmadıklarından mı?) Adamlara gözle görülür bir zarar gelseydi, enayilik etmiş olmayacak mıydı? Bilim, bir türlü gündelik yaşamı örtmezdi, örtemezdi bu gidişle… Susmak ya da doğruyu söylemek konusunda bir karara varabilmek için bilim daha ne kadar emekleyecekti?
“Sevgili hocası ve ustası”nın ardından Oruç Aruoba’nın yazdıkları:
“İnsan yaşar; öyle, yalın, yaşar ve ancak sonradan (belki sonuna gelince) yaşayışının anlamını, neleri niçin yaptığını, nasıl bir kişi olduğunu, ne olduğunu anlar, kavrar. Ancak sonradan. Bilinçli yaşanmış hayat yoktur, olsa olsa bilince ulaştıran hayatlar olabilir; ancak bazı hayatlar bilince vardırır kişiyi, sonradan; yani hayat, kendisi biterken (batan güneşin denize yaydığı o son aydınlık gibi, o son mor gibi) kişiye bir bilinç aydınlığı getirebilir, ama bu da zaten artık ölümün geldiğinin habercisidir, bu son bilinç artık yaşanmaz, onunla ölünür; hesabı kapanmış, defteri dürülmüş, barışı kurulmuş (iki taşı yanyana koymayı başarmış) bir hayatın son morudur bu bilinç, anlamlı bir ölümün de ilk moru.”[10]
Masalı bitirmiştir artık. Gururla Aker’e müjdeyi verir:
“Ağustos ayında Türk Dili bir masalı basıyor. Görürsün. Gelmiyorsa söyle, yollayayım. Ha… Galiba bildiğin bir masal… Hani Halûk Aker diye bir adam var, ona adanmış… Herifi tanımazsın herhalde. Olsun. (Yalnız, ilke kararıymış, “ithafiye”leri kaldırıyorlar. Artık kitapta çıkar adın. N’eyleyelim? TDK bu! Cart!”[11]
Tekrar diğer evrene, kendi masal anlatıcılığıma dönmenin zamanı şimdi, bunu yazmaya giriştiğimden çok daha fazla sayıda soru işaretiyle birlikte. Parmağımı küçücük parmaklarıyla sıkıca kavrayan dinleyenime/okuruma:
Masallarımı dinlesin, uyusun da büyüsün. Doğruyu seçmeyi, yanlıştan kaçınmayı öğrensin. Bilsin ki, hayat ve adalet doğrudan yanadır. Ancak fantastik bir dünyada anlatılabilir bu.
Ama acı da çekmesin, saflık edip insanlardan kötülük görmesin. Her şey masallarda olduğu gibi değil ki. Tutkularının esiri olmasın, ama tutkusuz da.
Fakat tutkuların yakıcılığından başka gerçek olan ne var yaşamda?
İlk yaprağı ne zaman yiyecek acaba? Ben o sırada orada, yanında olacak mıyım? Yoksa yaprağı ona ben mi uzatacağım yemesi için? Sevenlerinden yalan söylememeyi öğrenirken, bir yandan da istediklerini bu şekilde elde edemeyeceğini gördükçe yaşayacağı iç çelişkiyle nasıl başa çıkacak? Bizler ilk yapraklarımızı ne zaman yedik? Sonrasında ne yaptık? Yoksa yemedik mi? Doğruluktan bahsederken yalan üstüne yalan mı söyledik?
İlk yaprağı hiç yemeyenlerimiz nasıl yaşadı? Gerektiği yerde gerekenleri söyleyerek elde ettiklerini başarı olarak nitelendirebildiler mi? İlk yaprağı yiyenlerin başarısızlıklarına tanık olunca ne yaptılar? Bu onları düşündürdü mü hiç?
Bir de şu: ilk yaprağı yedikten sonra, tüm yaşamın en büyük yalanın üzerine kurulu olduğunu anlaması ne kadar zaman alacak? İster doğru yaşansın, ister yaşanmasın, sonunda hiçbir şeyin değişmeyeceğini fark etmeyecek mi? Bütün bunlara akıl dayanabilir mi? İkinci yapraktan kaçınılabilir mi? Her şeyi terkedip çılgınlığın kollarına atıldığında, o çılgınlık yaşanan büyük hayal kırıklığını örtebilir mi? Hangi bilim, yaşamın kendisiyle örtüşebilir?
Üçüncü yaprak bunun için değil midir?
Son söz, elbette Karasu’nun:
Bilgin, üçüncü bir yaprak getirilmedikçe ikincisini yemeyeceğini söyledi. Tam sırasıydı. Kendisini korumakla görevli yardımcısı ansızın anladı işin nereye varacağını. Öbürleri, herhalde, yalnız deney çerçevesi içerisinde kalarak düşünüyorlardı olanı biteni. İkinci yaprağı yedikten sonra üçüncüsünü yemenin gerekebileceğini hiç uslarından geçirmemişlerdi belki de... Ama koruma görevlisi...
Bilginin yanına yaklaştı, kulağına fısıldadı: "Niye?"
Bilgin görevlinin bileğini sıkmakla yetindi.
İkinci yaprağı yemişti şimdi, üçüncüsünü elinin altında tutuyordu; üçü de kendisine bakıyordu. Bilgin de, gözlerini birinden ötekine, ötekinden berikine gezdiriyordu.
Çılgınlık korkunç bir sancı kılığında geldi. Yaprağı yedikten yarım saat sonra... Bağırmamak için kasılıyor, çenelerini sıkıyordu; yerden yere atmağa başladı kendini. Etinin her lifini bağırtan bir sancıydı bu. "Hayvan bunu anlatamazdı," diye fısıldamaya çalıştı bir ara. "Her yanım yırtılır gibi." Sonra gözleri belerdi, boğazından boğuk guklamalar gelmeğe başladı. Başını duvara vuruyordu. Görevli —koruma görevlisi— üçüncü yaprağı uzatmağa hazırdı. Ama gönlü razı olmuyordu. Bilgin birden yatıştı, dingin bir sesle "acıktım," dedi. Üçüncü yaprağı kaptı görevlinin elinden. On dakika sonra odadan odaya, laboratuvardan yetkililere, oradan basına, radyoya, televizyona, resmi haber yayıldı: "Büyük bilgin... deney sonucu... yüksek düzemde... öldü..." Haberi veren, kaleme alan, hiç yaprak yememiş olan baş yardımcıydı. Bilgini göz altında bulundurmakla görevli yardımcı, sessizce cıgara içiyordu.
Koruma görevlisi, gülerek ölen adam görmemişti o güne dek. Onu düşünüyordu.[12]
•
[1] Sıtkı M. Erinç, "Birkaç Bilge Karasu"; Bilge Karasu Aramızda içinde, hazırlayanlar: Füsun Akatlı, Müge Gürsoy Sökmen, Metis Yayınları, s.47.
[2] Halûk’a Mektuplar, hazırlayan: Halûk Aker, Metis Yayınları, s. 89.
[3] Mustafa Arslantunalı, "Bitmemiş Bir Konuşmadan", Füsun Akatlı, Müge Gürsoy Sökmen, Bilge Karasu Aramızda içinde, Metis Yayınları, s. 28-29.
[4] Susanlar, hazırlayan: Serdar Soydan, Metis Yayınları, s. 175.
[5] Susanlar, hazırlayan: Serdar Soydan, Metis Yayınları, s. 176.
[6] Bilge Karasu, Gece, Metis Yayınları, s. 56.
[7] Enis Batur, "Bilge Karasu Üzerine İki Not", Füsun Akatlı, Müge Gürsoy Sökmen, Bilge Karasu Aramızda içinde, Metis Yayınları, s. 181.
[8] İskender Savaşır, "Masalların Yırtılıverdiği Yerden Dostluklara", Füsun Akatlı, Müge Gürsoy Sökmen, Bilge Karasu Aramızda içinde, Metis Yayınları, s. 198.
[9] Nurdan Gürbilek, "Yazı ve Arınma", Füsun Akatlı, Müge Gürsoy Sökmen, Bilge Karasu Aramızda içinde, Metis Yayınları, s. 211-212.
[10] Oruç Aruoba, "Sevgili Hocam ve Sevgili Ustam", Füsun Akatlı, Müge Gürsoy Sökmen, Bilge Karasu Aramızda içinde, s.256.
[11] Halûk’a Mektuplar, hazırlayan: Halûk Aker, Metis Yayınları, s. 105.
[12] Bilge Karasu, Göçmüş Kediler Bahçesi, Metis Yayınları, s. 190-191.