Ben Şule Gürbüz’ün neyi oluyorum?

Fikirlere önem veren yazarların, fikirlerinden ötürü eleştirilmeye açık olması gerekir. Okurlara düşen de bir “eleştiri” geldiğinde, eleştirmeni “kötü niyetli” falan gibi tuhaf laflarla yaftalamak yerine, eleştiri metnine detaylı bir cevap yazmak olmalı

09 Haziran 2016 13:50

Şule Gürbüz için yazdığım yazı, unutulmuş bir “eleştiri” geleneğini canlandırır gibi oldu, iyi oldu. Eskiden dergilerde eleştirmenler/ yazarlar birbirlerinin yazılarına cevap verir, yazıdan yazıya tartışırlarmış ya, onun gibi bir şey oldu. Karşı-yazılar gelince de bana bir cevap hakkı doğdu; biraz gecikerek de olsa, şu an kullanıyorum.

Önce Ahmet Nezihi Turan bir yazı yazdı ve Şule Gürbüz’ün hiçbir şeyimiz olmadığını söyledi. Pekâlâ, olmayabilir, kabul. Ama bunu söylerken başvurduğu ve Gürbüz’le “aynı kefeye” koyduğu yazarlar “postmodern” sayılan Barthelme gibi yazarlardan, Beckett gibi geç-modernlere kadar uzanıyor. Burada şöyle bir sorun var: Eğer Şule Gürbüz anlatıyı ve kendi sesini parçalayan Barthelme ve Beckett gibi bir şüpheci epistemolojiyle hareket etseydi, zaten kendisine “çağdaş felsefe”yi hatırlatmak zorunda kalmaz, şüpheciliğini takdir ederdik. Fakat, o yazıda da söylediğim gibi, Gürbüz kendi epistemolojisinden pek şüphe duymuyor, vaaz vermek dediğim şeyin kaynağı da bu zaten. Turan yazısında ayrıca Gürbüz’ün “yılların saat tamircisi” olduğunu söyleyip, saygıya davet ediyor. İyi de, eğer Gürbüz saat tamircisi değil, mühendis olsaydı, saygı duymayacak mıydık? Oğuz Atay aslen mühendistir diyerek Tutunamayanlar’ı savunmak kadar garip bir şey bu. Gürbüz’ün etrafını sardığını söylediğim ‘hale’ tam da bu işte. Mesleğinin ne olduğu, ne kadar “romantik bir meslek” icra ettiği, aslında edebiyatı hiç ilgilendirmez. “Konusuz” kitap yazma özgürlüğüne gelince; bütün özgürlükler yazarındır, ben sadece yazarın “vaaz eden” üslubuna itiraz ediyorum. Konuya hasret olsaydık, herhalde Beckett’i ya da Atay’ı baş tacı etmezdik. Ayrıca bu yazıda benim çete lideri dediğim şeyi, “reis”e çevirerek, Şule Gürbüz’ün reis olacak hali yok, demiş Ahmet Nezihi Turan. Herhalde “çete lideri” ile “reis” arasındaki devasa çağrışım ve anlam farkını görememiş. İşimiz edebiyatsa, kelimelere dikkat etmek lazım.

Sefa Kaplan ise yazısında bir yöntem eleştirisi yapmış; yazımın okur-odaklı olup, yazara özgürlük tanımadığımı söylemiş. Ama “okur-odaklı” eleştiriyi yanlış anladığını söylemem gerekir: Okur-odaklı eleştiri, “yazarı takmamak” ya da “yazara özgürlük tanımamak” anlamına gelmez. Metnin “alımlanışının” okur tarafından şekillendirilebileceği, tek ve mutlak bir anlamın olamayacağı, okur sayısı kadar anlam-ihtimali olduğu anlamına gelir. Yani, metindeki “tek ve mutlak” anlamı bulmak yerine, metne anlam verecek okuru hesaba katar. Sefa Kaplan’ın iddia ettiği gibi, “Okur için anlatı kurma” zorunluluğu talep etmez. Ben de öyle bir istekte değilim. Şule Gürbüz’den bir Elif Şafak yaratmaya çalışmıyorum, aksine, metnini daha “özgür” çağrışımlara açmasını engelleyen katılaşmış bir üsluba işaret ediyorum. Ayrıca Kaplan’ın da yazarın hayat hikâyesi ile metni karıştırıp, “yazar-odaklı” bir fikre kaydığını söylemek zorundayım. Şöyle demiş: “Cambridge’de felsefe tahsil etmiş birisine Foucault önermek nasıl mümkün olabiliyor sualine cevap aramak da Ergenç’e düşecektir tabii ki!” İşte burada da yazara -hayat hikâyesinden yola çıkarak- bir “saygı” bekleyen garip bir bakış var. Yine Oğuz Atay’a dönelim; inşaat mühendisi olduğuna göre, kendisine filozof önerebiliyoruz öyle mi?

Foucault önerisi bir kibir-ürünü gibi anlaşıldı, şöyle açıklama getireyim. Şule Gürbüz’ün “fikir dünyası”nda insanın bedensel varlığı ıskalanıyor, Foucault’nun “beden” politikasına yaptığı vurguyu, ruh-beden ikiliğini tersine çevirip, “ruh bedenin hapishanesidir” deyişini hatırlamak o yüzden önemli. Yoksa “dur ben bir filozof önereyim” diye yazmadım o cümleyi. Benzer bir eleştiriyi Jale Parla’nın Tanzimat romanlarının epistemolojisine dair tespitlerinde de görebilirsiniz. Parla, Babalar ve Oğullar’da Tanzimat dönemi yazarlarının “bedeni yok sayan” ve hep ruhu yücelten, İslam-temelli bir epistemolojiden “mustarip” olduklarından, dolayısıyla da metinlerinde katı bir “muhafazakârlık” ve “donukluk” olduğundan bahsediyor. Roman formu yenidir ama “kafa” eskidir. Aynı şeyi, Tanzimat’tan yüz küsur yıl sonra, Şule Gürbüz’de de bulmak mümkün. Foucault önerisini Gürbüz’ün kitaplarındaki “tarih” anlayışını eleştirmek için de kullanabilirsiniz. Tarih sahnesinde yer almayanların gözünden “karşı-tarihler” yazılmasını destekleyen bir Foucaultcu tarih anlayışı, Gürbüz’ün kitaplarında görülen “büyük tarih” merakının sorunlu yönlerini ortaya çıkarıyor. Nurdan Gürbilek de Tanpınar için böyle bir tespit yapmıştı. Tanpınar’ın “destansı ve gösterişli” tarih algısını Benjamin’in parçalı, minör tarih anlayışıyla kıyaslayarak, Tanpınar’a bir anlamda “tarih eleştirisi” getirmişti. “Modern” olmanın şartının cemiyetten kopmak olduğunu söyleyen Tanpınar’a, cemiyetin tarihinden de kopmak gerektiğini “hatırlatmıştı.”

Bahsettiğim bu iki yazı, eleştiri silsilesine bir şekilde “katkıda bulunduğu” için önemliydi. Farklı perspektifler çıksın ki konuşabilelim, yani “vaaz” kürsüsü diye bir şey olmasın, ihtimal dâhilinde bile olmasın. Bu iki yazıdan sonra, bir de “okur” tepkisi yayınlandı. Şule Gürbüz bizim her şeyimiz diyen bu slogancı yazı, maalesef ilk iki yazının eleştirel mesafesini ve ciddiyetini taşımıyor. Burada “ciddiye” alıp bu yazıya bir cevap yazmamın tek sebebi, daha önce yazılanlar gibi bir “metni” değerlendiren değil, doğrudan eleştirmene -yani bana- saldıran bir yazı olması.

Mehmet Çelik, yazısına garip bir “eleştirmen” modeli tarif ederek başlıyor: “Kendisi yeni yeni edebiyat dünyasına yayılan ve giderek etlenip butlanan bir editör prototipi ve ona benzeyen editörlükten güç alan eleştiricilerin önde gelen ismi.” Bu tarifte geçen “etlenip butlanan” lafının çiğliği ve çirkinliği bir yana, bu okur arkadaşa sormak gerek: Bir eleştirmenin “metnine” cevap yazarken, onu hayali bir insan grubu içine dâhil etme ihtiyacı nereden doğuyor? Editörlükten güç alan eleştirmen diye bir şey varsa, biz neden bilmiyoruz? Metne odaklanmak yerine hayali bir “figür” yaratıp onu eleştirmek nasıl bir tuhaflıktır? Bu arkadaş yayın dünyasındaki ilişkilere komplo teorisi kıvamında yaklaşan, içinde olmadığı bir dünyaya hafif imrenerek, hafif hasetle bakan bir “kifayetsiz-muhteris”e benziyor. İfademi mazur görün ama “etlenip butlanan editör prototipi” lafının yanında az bile. Bu hafiye okur yayın dünyasına dair tespitine şöyle devam ediyor: “Bu benmerkezci ve ‘egoist’ takım ayrı bir yazı konusu, işin içinde edebiyat dünyasının iktidar kavgası var.” Madem edebiyat dünyasına bu kadar hâkim, kendisini o “ayrı” yazıyı yazıp hakikati ifşa etmeye davet edelim. “Edebiyat dünyasının iktidar kavgası” gibi farazi ve bayat bir lafı tespit diye sunmak nasıl bir aymazlıktır, onu da bir dipnot olarak açıklaması yerinde olur.

Burada çok ironik bir durum var: Bu okur arkadaş, tam da “Şule Gürbüz bizim her şeyimiz” diyerek, aslında benim bir metafor olarak kullandığım “tarikat” lafını gerçeğe dönüştürüyor. Bu nasıl bir “tezahürat”tır? Metaforik değil, “gerçek” bir tarikat liderine eleştiri yapmış olsaydım da müminleri ancak böyle bir çıkış yapabilirdi. Ben yazar olsam, kimsenin “her şeyi” olmak istemezdim.

Bir de bu arkadaşın “Facebook– Şule Gürbüz sayfası” anekdotu var ki, gerçekten trajikomik. Neymiş efendim, beni oraya almazlarmış çünkü “Şule Gürbüz okuru” değilmişim. Tarikata giremedik, sağlık olsun. Sosyal medya hikâyelerini sevdiği anlaşılan bu arkadaş zekice bir gözlem daha yapıp şöyle buyurmuş: “Konuyu dağıtmamak için editör, yayıncı ve gazetecilerin ortak iktidar mücadelesini bir başka zamana erteliyorum, onlar birbirlerini Ergenç'in Facebook sayfasındaki yorumlarda zaten pışpışlıyorlar.” Buyurun buradan yakın. Okurun tepki verme hakkı, eleştirmene ve “çevresindekilere” şuursuzca saldırma hakkı değildir. Güya sarkastik olan bu arkadaş, gerçekten komik çırpınış içinde. Ben Şule Gürbüz olsam, gözünde büyütüp acayip yaratıklara (etli butlu yaratıklara) benzettiği yazar-eleştirmen “takımı”na sesini duyurmak için çırpınan böyle hevesli bir okur beni savunsa, bundan pek hoşlanmazdım.

Son olarak kendi sorduğum şu soruya cevap vererek bitireyim: Ben Şule Gürbüz’ün düşmanı ya da onu anlamamış, metni karşısında tıkanmış, zorlanmış, halüsinasyonlar görmüş bir okuru değilim. Ben Şule Gürbüz’ün eleştirel bir okuru ya da “eleştirmeni”yim, evet. Metinlerinin daha “okunabilir” olmasını da talep etmiyorum, haşa. Ben kendisini daha da “radikal” ve “zorlayıcı” bir edebiyata davet ediyorum. Fikirler ve cümleler birer patlayıcı madde gibi sayfalarda dolaşırken, vaaz verme halinin olmadığı bir edebiyata. Latife Tekin, Sevgi Soysal, Sevim Burak ve Tezer Özlü gibi yazarların zamanında yaptığı türden bir radikal edebiyata, neden olmasın.

Bir sempozyumda Leylâ Erbil’i de “aydınlanmacı handikap”a takılıp kaldığı, “postmodern” ve deneysel bir metin formu içinde “modern” bir akıl yapısını, yazdığı zamanlarda hâkim olan resmî devlet söylemini -yani Kemalizm’i- aynen sürdürdüğü için eleştirmiştim. Leylâ Erbil’in de “Kemalist tarikat” içinde yer aldığını (mesela Karanlığın Günü’ndeki Atatürk güzellemelerine ya da Cüce’deki ideal “Kemalist” karaktere bakabilirsiniz) söyleyebilirdim. Fikirlere önem veren yazarların, fikirlerinden ötürü eleştirilmeye ve çeşitli metaforlara maruz kalmaya da açık olması gerekir. Şule Gürbüz için de aynı şey geçerli. Okurlara düşen de bir “eleştiri” geldiğinde, “o öyle değildir” diye tezahürata geçmek ve eleştirmeni “kötü niyetli” falan gibi tuhaf laflarla yaftalamak yerine, eleştiri metnine detaylı bir cevap yazmak olmalı.


 

Yazarın notu: Yazdığım eleştirinin “fikir ve hislerine tercüman” olduğunu ileten çok sayıda okur, eleştirmen ve yazar oldu. Bütün bu “tartışmalar” esnasında onların sesi pek çıkmadığı için, buraya not düşmek istedim.