Varoluşu gereği doğaya zarar vermesi kaçınılmaz olan kapitalin bir ekolojik retorik üretmesi inandırıcılıktan çok uzak
09 Kasım 2019 17:00
Dünyanın en kalabalık metropollerinden biri olan İstanbul’da bu yıl 16. defa düzenlenen bienal, gezegendeki yaşamı ciddi bir tehlike altına alan çevre sorunlarını odağına aldı. Bienalin adı Fransız küratör Nicolas Bourriaud tarafından Pasifik Okyanusu’nda 3,4 milyon kilometrekare büyüklüğünde ve 7 milyon ton ağırlığındaki yüzer atık plastik yığınından esinlenilerek 7. Kıta olarak belirlendi. Bienalin teması ise aslında dünyanın pek de yabancı olmadığı antroposen kavramı üzerinden ilerliyor.
Ortaya çıktığı dönemden itibaren içinde yaşadığı çevresini durmaksızın değiştiren insan, özellikle sanayi toplumuna geçiş ile öncesinde oluşturmaya başladığı tüketim ve konfor bölgelerini genişletti. Ancak 19. yüzyılın sonuyla bu ivme daha da arttı ve ekolojik sorunlar kendini daha da belirgin hissettirir bir hale geldiler. Zehirli gazlarla karışan hava, ozon tabakasındaki delik, nesli tükenen canlılar, verimsizleşen topraklar ve su kirliliği, insanın karşısına onun varlığını tehdit edebilecek kadar güçlü şekilde çıktı. Kaynakların büyük bir hızla ve kontrolsüz şekilde tüketilmeye başlandığı 20. yüzyıl insanı, kısıtlı yaşam süresi içinde yaptıklarının sorumluluğunu, giderek yer kabuğunda biriken ve sonunda mutlaka bir depreme dönüşecek enerji gibi, gelecek nesillere yükledi. Anlamı genel hatlarıyla “insan çağı” olarak ifade edilebilecek antroposen, temelini işte bundan yani bozan ve sadece kendini düşünen antropos’tan alıyor.
Daha önce ilişkisel estetik, postprodüksiyon ve altermodern gibi farklı düşünce sistemlerinin sentezi olan kavramlar geliştirip bunlar üzerine çalışan Bourriaud, bu bienal için de benzer bir akıl yürütme şeklini benimsemiş. 7. Kıta’nın kavramsal çerçevesini çizerken, olay ufkunu antropoloji ve ekoloji eksenlerine yerleştirmiş. Sanatı bu bağlamda bir çözüm aracı olarak değil bağlantılarla ilerleyen bir sorgulama mekanizması şeklinde konumlandırmış.
Bienal için yazdığı metinde, sanatın insan ile insan olmayanı birbirine bağlayan, küresel yaşamın antropolojik bir araştırmasına dönüştüğünü belirtiyor ve ekliyor: “Bu merkezsiz dünyada antropoloji de sanat da bakış açılarının çokluğuyla yakın temas halinde olmak ve Batı’nın ‘ilerleme’ vizyonunun ötesine geçerek, Viveiros de Castro’nun terimiyle gerçek bir ‘perspektivizm’ icat etmek zorunda.” Bu bağlamda 16. İstanbul Bienali sanatseverlere bir tür yolda olma deneyimi sunarken John Berger’ın Görme Biçimleri’nde kullandığına benzer, hatta bir yönüyle deneysel bir strateji izliyor.
Küratör, bienali 25 ülkeden toplam 56 sanatçı ile kurguladı. İstanbul Resim Heykel Müzesi, Pera Müzesi ve Büyükada'daki birkaç mekândan oluşan yerleşim düzeninin içinde ördüğü algısal yapı, Bourriaud'nun küratorlük dilinin niteliğini açıklıyor.
Dünyada neoliberal ekonomik modelin hesapsızca büyüdüğü, Reagan ve Thatcher ile hatırlanan dönemde sanatsal pratikler de kabuk değiştirmiş, bir tür şöhret hiyerarşisine evrilmeye başlamıştı. Küratörlük de bundan payını almış, geçtiğimiz yüzyılın son yıllarındaki büyük sanat organizasyonları, bilinen birkaç ismin adı ile geçmişti. Rekabetin güçsüzü elediği tezinden hareketle tıpkı bir sandalye kapma oyunu gibi gösterilen bu sistemin en büyük illüzyonu, müzik durduğunda kimsenin açıkta kalmamasıydı. Değişen sadece yerler olurken, ortaya çıkan çalışmalar ise artık bir endüstriye dönüşmeye yüz tutmuş bu mekanizma içinde ancak küratörlerin yaratıcılıkları tükenene kadar ilgi çekici olabiliyordu.
Bourriaud’nun o yıldızlaşan küratörlerden biri olmadığını söylemek doğru olmaz ama bu süreci onlara göre daha iyi yönettiği 7. Kıta’nın üslubunda kendini gösteriyor. Her üç mekânın içinde de yapıtlar kendi söylemlerini ortaya koyabilecek bir zemin bulabilmiş. Bourriaud ise sessiz bir anlatıcı gibi köşesine çekilerek karanlıkların içinden izleyiciye sesleniyor, ona farklı gerçeklikleri ve olasılıkları işaret ediyor. Biraz sonra başlayacak filmi defalarca izlemiş ve ne yaptığından son derece emin bir yer gösterici gibi elindeki fenerini koltuklara tutarak bize tastamam bir deneyim vaat ediyor.
Ekoloji, 1960’lardan beri sıkça üzerinde tartışılan ve sanata da defalarca kez malzeme olmuş bir konu. Özellikle Avrupa ve Amerika kaynaklı, çevre hareketleri dünyanın diğer bölgelerinde de milenyum öncesinde kendine yer bulmuştu. Farklı coğrafyalarda yaşanan sağlık sorunlarının artması ve yaşam koşullarının ağırlaşması nedeniyle çevre bilinci kültürel birikimin olmazsa olmazı haline gelmişti. Her ne kadar antroposen tanımı 2000 sonrasında popülerlik kazansa da insanın çevreye ve dolaylı olarak kendine zararı, bu alandaki hassasiyeti yüksek sanatçılar tarafından çok kez ele alınmış, sorgulanmıştı.16
7. Kıta ise 2019 yılında bu bağlamda dönemsel popülerliğinin son demlerini yaşayan ve işi bitince yeniden gündeme getirilmeden önce kapital tarafından rafa kaldırılacağına inandığım bir kavramı, çevre bilinci ne yazık ki oldukça kötü bir sicile sahip bir ülke içinde, üstelik bu ekolojik zararın aktörlerinden bazılarının da desteğiyle gerçekleştiriyor. Bu nedenle Türkiye’nin ve İstanbul’un politik gerçeklerinin de etrafından dolaşmaya çalışıyor, sesini yeteri kadar yükseltemiyor. Bunun fark edildiği anda ise içinde bulunduğu yapıyla bağ kurmasını beklediğim bienal, izleyiciyi ülke gündeminin ıskalandığı sonucuna itiyor. Sonuçta 7. Kıta yersiz yurtsuz bir hale geliyor, tıpkı çağın ekonomik modelindeki her yere hızlıca aktarılabilen, kimliksizleşmiş emek gibi durduğu yere yabancılaşıyor, hiçkimseleşiyor.
Dolayısıyla bugün tanık olduğumuz bienal, kuramsal anlamda kendi içinde tutarlı olsa da uygulanış bakımından neden bugüne kadar bir emsali olmadığı sorusunu yanıtlıyor: Çünkü varoluşu gereği doğaya zarar vermesi kaçınılmaz olan kapitalin bir ekolojik retorik üretmesi inandırıcılıktan çok uzak.
Elbette hayır. Çekirdeğindeki bu “ufak” problemi -ve tabii açılışa yapıtların en yoğun olduğu mekânın yaklaşık bir ay kala değiştirilmesinin, kimi yapıtların bağlamından kopması nedeniyle bienale kavramsal açıdan vurduğu sekteyi- bir kenara bırakırsak, 7. Kıta her şeye rağmen izleyicilerine yoğun bir sanat deneyimi yaşatma ve fazla sınırlı da olsa eleştirel bir bakış oluşturma potansiyelini taşıyor. Aralarında Güneş Terkol & Güçlü Öztekin, Simon Fujiwara, Feral Atlas Collective, Jonathas de Andrade, Johannes Büttner, Norman Daly, Dora Budor, Max Hooper Schneider gibi güçlü isimlere ait yapıtlar benim için bienalin güçlü noktalarını oluşturuyor.