Kolektif
Beyoğlu Kitabevi Eylül 2022 büyük boy 156 s.
2022 yılının kitabı dendiği zaman çok farklı eserler öne çıkabilir. Ardı arkası kesilmeyen krizlerle çatırdayan bir dünyada yerelden küresele her ölçekte histeriler yayılırken daha fazla yabancılaşmamak için ne okumalı diye sormak mümkün. Elbette tam tersine, kitapları bu boğuculuktan kaçarak sığınacak limanlarmışçasına ele almayı seçmek de.
Seçenekler artırılabilir, fakat şu bir gerçek ki, böylesi kaotik dönemlerde kitabın önemsizleştiğini söylemek pek kolay değil. Etkisi azalıyor derken okuma eksikliğinin krizleri nasıl da derinleştirdiği her gün daha da belirginleşiyor.
Teknolojik ivmelenme, sosyal çalkantılar, ekolojik kaynak problemleri, cinsellikten tinselliğe yaşamsal kategorilerdeki derin dalgalanmalar; özgürleşme ile otoriterleşme kutupları arasında akordeonmuşçasına daralıp genişleyen insan gerçekliği.
Çözüm kitaplarda mı? Belki de… Yalnız daha yakından bakmayı tercih edersek, çözüm her şeyden önce kutuplaşmalar karşısında bir arada durmayı seçmekte. Kimlerle bir arada durmak? Kendimiz gibi olanlarla. Sonra, kendimiz gibi olmayanlarla.
Arkaik esintili fikirlerle ideolojilerin ahtapotun kesilen kolları misali tekrar tekrar zuhur ederek oyuncaklaştırdığı yarım yamalak modernleşmiş düzlem. Günceli sekteye uğratan deja-vu sarsıntılarıyla piksel piksel çözülen yapmacık örüntüler. Xanax ile Cialis yığılmış ecza dolaplarında hapis biyoloji. Unutulmuşluk gölgesiyle örtülen yalnızlık nöbetleri.
Bugününe hoş geldin okur. Duymak istemesen de söylenecek çok şey varken yılın kitabı neden kolektif eforun yoğunlaştığı yeni bir yayın olmasın? Neden konular arasında köşe kapmaca oynayanların üç sayfada bir bambaşka zenginliklerle zihin silkelediği yetenek gösterisinden mahrum kalacaksın ki?
Bahane yok. Eleştirel Kültür Almanak’a ulaşmalısın. Bu yazıya düşense gösterişsiz aracılık.
İçindekiler içinde kısa bir göz gezdirme dahi altı ayda bir yayımlanması hedeflenen bu içerik seçkisinin doluluğuna delalet etmekte. “Gustave Doré-Rüya Makinesi”, “Nazilerin Sanat Politikalarında Sanat Tarihçilerinin Rolü”, “Tzara veya Breton: Islak Kâğıttan Kaplanlar”, “Grinin Ruhu”, “Bir Türk Romanı Niçin Yoktur?” gibi başlıklarla sayfalara yayılan emek ve özen yoğunluğunu gözden kaçırmak imkânsız.
Denize atılan taşın sürüklediği çemberler misali bilişsel sıçramalarla devasa perspektife açılan bir metinler bütününe yer yok mu kitaplıkta? Bir araya gelmesi çok da öngörülemeyecek incelemelerin tarihten şiire, felsefeden sosyolojiye, psikolojiden ekonomiye uzanan odakları mikroskobun değişen mercekleri gibi gözün ve dimağın daha önce algılanmamış şekillere aşinalaşmasına sebep oluyor.
Burada kolay tüketilen metinler yok. Yoğun bilgi akışı, derinlemesine kavramlaştırmalar, paragrafları esneme noktasına taşıyan kompozisyon marifeti gibi unsurlarla oluşturulan sık örgü sürekli öğrenmeyi körüklüyor. Öyle ki, neredeyse rastgele alıntılarla dahi içeriğin entelektüel kuvveti kolayca algılanabilir:
“Oysa bu tutarsızlıklar ve çelişkiler yine de verimlidir. Tasarımın sergilediği gerilim, anıtın işlevselliğini temsili karakterinin ötesine taşıyarak ortaya yeni bir şey çıkartmaya teşnedir.” (s. 13)
“İçinde titreşen ışık, yükselen ve içine düşen gelgitli yıldızlar, kişinin ruhunu yükseltmek –aydınlatmak– için pek de yeterli değildir. Pisagor’dan miras alınmış gibi sayılarla gizemli bir şekilde işaretlenmiş takımyıldızları, gri çölde görkemli illüzyonlar (ironik vesileler) olarak kalır.” (s. 25)
Farklı yazılardan cımbızlanan bu tarz alıntıların kültür atlasındaki konumlanmaları itibariyle derinden ilişki halinde oldukları hemen kavranabiliyor. Mimarlığın, ressamlığın, yazıya, sinemaya ömür vermenin bileşenlerindeki derin düşünce pırıltısından mamul satırlar okudukça geçişkenleşiyorlar. Böylelikle çizgisellikte başlayan okuma deneyimi, beklenmedik kapılardan çıkıp gelen öğelerle katmanlaşarak evriliyor.
“Hafızasız bir bilinç vardır ortada. Durmadan yok olan ve yeniden doğan bir bilinç... Bir dayanak noktası olmayan, o anki toplumsal beklenti neyi gerektiriyorsa ona göre şekillenen bir bilinç...” (s. 110)
“Hollywood film üretimini yavaşlatma yöntemine başvurdu; 1951 yılında 361 film çevrilirken, bu sayı 1955 yılında 241’e düştü. Hollywood tam anlamıyla bir daralma yaşıyordu. Her yıl bir film yapan yönetmenler şimdi ‘asıl’ filmin bir parçası olmuş ve sessizce kendi kıyımlarına tanıklık ediyordu.” (s. 125)
Hasan Aksakal’ın toparlayıcı editörlüğünde yola çıkan bu almanak serisi Eleştirel Kültür sitesinden metinler derlemeye devam edecek. Siz ne zaman koleksiyonunuza katacaksınız? Şimdi mi, yakında mı?
•