EMRE TAŞ
İletişim Yayınları Aralık 2022 199 s.
Emre Taş’ın Eğer Ben Kâbil İsem romanı, geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Taş, kitabında zamanı şimdiden çok uzak olan, iç içe geçmiş hikâyelerin yolculuğunu anlatıyor. Osmanlılara uzandığımız bir dönemde, kökü Şeyh Bedrettin’e dayanan, kardeşliğin türlü hesaplara dahil edildiği Eğer Ben Kâbil İsem intikam peşinde gidenin katettiklerini irdeliyor. Kimin Habil, kimin Kâbil olduğunu bilemediğimiz bu yolculukta tarihin, menkıbelerin, yazmaların, anıların izi de metne sirayet ediyor. Bir tarihî roman olmanın uzağında, geçmiş bir araç kabilinde kullanılarak oyun oynanıyor. Bu oyunda geçmiş, okurun dimağında türlü alternatiflere girebiliyor ki, kitabın alametifarikası da burada. En nihayetinde kardeşlikten dem vuran metin, üstümüzdeki ak entarilerin bir yerlerinde “necaset, kan ve irin” olduğunu gösteriyor.
“Bu ihtilaflardan ötürü nice yoldaşlar hikâyenin aslı şudur budur diye dövüş ettiler, üçü gözden kulaktan oldu.”
Eğer Ben Kâbil İsem, Sultan Selim Han zamanında, Tuna suyunun çevresinde dervişlerin, yeniçerilerin, asilerin eylemleriyle inşa edilen bir kardeşlik romanı. Zülfikâr ile Memi kardeşlerin hikâyesi, Dragan ve Kadı Barak Ahmed’in de merkezde olduğu, bir gerçeği öğrenme sergüzeşti. Sergüzeştin başlama nedeni, kitabın ilk bölümünde yer alan, Kadı’ya gelen şu soru: “Bu mesele beyanında cevap ne veçhiledir ki: Zeyd, merhum padişahlardan birinin kanuna istinaden […] kardaşı Amr’ı katletse münasip midir? Öyle ki Amr dediğim âlemin bir küçüğü olan hanemizin nizamına düşman bir nesebi meçhul ola.” Başlarda kimin yazdığını bilmese de, sonradan öğreneceği üzere Zülfikâr’ın yazdığı bu soru Kadı’yı tedirgin eder, çünkü yıllar önce dirliği sağlamak için kendisi meşrulaştırmıştır bu icraatı. Bu “söz başlama faslı”ndan sonra, kimin ağzından dinlediğimizin zaman zaman muğlaklaştığı, yukarıda isimlerini zikrettiğim kişilerin, hikâyenin içyüzünü –kendince– gösterdiği dört bölüm okuruz. Sorudan da anlaşılacağı üzere, dil bugünün okuru için biraz zorlayıcı olabilir ama bu yine de metnin merak ettiren ve peşinden koşturan ritmini bozmaz. Eski bir hikâyenin gerçeğine müdahil olmanın etkili bir yolu olur.
Peki, Zülfikâr neden böyle bir soru yazdı? Kardeşi Memi’yi öldürmek isteyecek kadar kardeşliğin etli tırnaklı bağından neden kopmak istedi? Cevaplardan biri Memi’nin öz kardeşi olduğuna inanmamasıdır ki, hikâyenin intikama dönüşen tarafı da budur. Diğeri ise, “sevdavî mizaçta, teni soğuk, derisi solgun, sürmeli, ana kuzusu” olan Zülfikâr’ın kardeşi karşısında yok sayıldığına, küçük düşürüldüğüne inanmasıdır. Memi hiç sınanmadan “akıncı namzedi” oluverirken, yiğitlerden yiğit diye anılırken, onun adı bile “Zülfü” olmuştur. “Kardaşkanı” denen, “Habil’in toprağa düşen kanından” filizlenen çiçek, Zülfü için Memi’dir. Bir zehirli tohumdur Memi; yok edilmesi gereken. Bu sebeple “âlemde fitne doğmadan evvel fitneyi öldürmek için, Müslüman kanları oluk oluk akmasın” diye konuveren fetva, kardeşin kardeşe güttüğü öcün son bulmasına dayanak olur. Her ne kadar hikâye tanıdık bir kardeş hikâyesinden yola çıksa da, bu kitapta kimin Kâbil olduğunu bilmek okurun elindedir. Zira Kadı, Kâbil’in Tanrı adamı Habil’in kanını kurak toprağa kurban kılıp Allah’tan bereket umduğunu, adını halk için feda ettiğini, kendisinin de o meselden bir Kâbil olduğunu söyler. Böyle bakınca kimin suçlu olduğunu söylemek de güçleşir. Kitabın bu bilineni tersyüz etme hali (halleri) hakikatin bekçiliğini yaptırmaktan uzak tutar okuru; muhakeme buna galebe çalar.
Bu muhakemeyi Zülfü’nün babasıyla olan ilişkisinde de arayabiliriz. Kitabın bir yerinde Zülfü, Turna adında bir kızla karşılaşır; anasız, babasızdır. Zülfü sürekli savaşta olan bir babaya, dili lâl bir anaya, öldürmek istediği bir kardeşe sahiptir; hiçbirini yakinen tanımaz. Bu sebeple yollardadır zaten, tanımak için ve yine bu sebeple Turna’ya, “Başın ferahta,” der, “tanımakla uğraşmıyorsun”. Kız da destekler onu: “Tanımamak daha iyi belki atayı anayı. Kimin oğlu kızıysan öyle olmak demek öteki. Benim gibisi daha hürce, istediğim kişi olurum böylece. Tuna suyunda turna misali uçarım, bir o yana bir bu yana geçerim.” Bu cümle, Zülfü’nün hırsına sebep olan şeyi de anlatan bir cümledir bir bakıma. Kitap, kardeş katlini temeline alsa da aile mefhumunun “insanlık” mefhumuna nasıl etki ettiğini gösterir gibidir. Yiğit olmanın paye kazandırdığına inanılan bir dünyada, babasına çift dilli kılıcı hediye edip akıncı namzedi olmak istese de olamayan, yerine, imam kefil gösterilip Memi namzet olarak yazılınca öfkesine yenik düşen Zülfü’nün hikâyesini bir de buradan okumak gerekir.
Emre Taş
Zülfü’nün, Memi’nin gerçekte kim olduğunu öğrenmeye çalıştığı yolculuğunda Şehzade Selim ve kardeşleri arasındaki taht mücadeleleri, Şahkulu isyanı, siyasi çarpışmalar, İslavlar, Macarlar, Türkler… kitabın fonunda akar. Tarih bu zeminde, doğrudan gerçekliğe hitap etmese de kitaba yön vermesi açısından önemlidir; çünkü okur, dilin de etkisiyle metni daha kolay içselleştirir. Savaşların, ayrı düşmelerin, keskin kılıçların, yerinden edilmelerin, muktedir olmanın hırsı, 15. yüzyıl metninden alınmışçasına gerçekçidir. Yazar, çok fazla derine inmeden, muhitten de bahsederek karakterleri bir minyatürün içine dahil eder. Bize de bu minyatürlerin belirsiz izini sürmek, onları anlamak kalır.
Tarihî bir atmosferle yan yana ilerleyen kitabın yolculuk kısmı, Zülfü’nün, Memi’nin babası olduğunu düşündüğü Dragan’ı aramasıyla kurulur. Dragan, Zülfü’nün annesinin gençken sevdiğidir, “akın ehli bu iki âşığı” ayırmıştır. Dragan’ı gecenin bir vakti evlerine yakın bir yerde annesiyle birlikte gördüğü ve Memi’nin doğumu da bu süreçten sonraya denk geldiği için Zülfü’nün şüphesi Dragan’a yoğunlaşır. Kitabın “Dragan” bölümünde onun nasıl toprağından gayrı bir yaşam sürmeye mecbur bırakıldığı, dönmeye çalıştıkça yolda kaldığı, yeniçeri oluşu, “eline kılınç alıp yürüyene, akça saçıp dökene hürmet” olduğunu görünce “eyvallahı koyup illallaha” başladığı anlatılır. Gerçeği öğrenmek gibi bir amacınız olursa bu bölümde, elinizde sadece bir “nakış” kalır. Zira Memi’nin onun oğlu olup olmadığından emin olamadığımız gibi, Zülfü’nün kimin oğlu olduğu sorusu sorulmaya başlanacaktır.
“Memi”nin anlatıldığı bölümde ise artık her sorunun birbirinin içine girdiği, birden fazla doğrunun makbul olabileceği bir hikâyeyi okuruz. Zülfü ile Memi karşılaşırlar ve bildikleri her şeyi birbirlerine anlattıktan sonra kan revan oldukları bir kavgaya tutuşurlar. Bu kavga sonunda bir “gündüz düşü” gördüğünü sana Zülfü, “bebe iken aynı sütü içtiklerini” anımsar. “Birbirlerinin kanları ağız ve burunlarından içeri damlarken, şimdi hem karındaş hem kan kardaş hem süt kardeş olduklarını” bilir. “Kendilerini Miru Hatun’un birer kucağında yatan yavrucuklar suretinde tahayyül” eder. O halde şimdi ne demeli? Zülfü kim, Memi kim? Kardeş olmak ne demek? Hangi kökten geldiğini bilmeyen bu çocukların adalet ve intikam arayışı devam mı eder? Yoksa şunu mu tekrar etmeliyiz her seferinde: “Ama koy kara gürültüyü bre karındaş, gel bizim sohbetimize ol arkadaş. Şu kılıcı uyut bir, sal yılanı deliğine yoldaş.”
Eğer Ben Kâbil İsem hikâyelerin aslını sorgulatıp yeni hikâyeler yazdıran, tarihin de kurgulanabilir bir tarafının olduğunu gösteren, post-modern tekniklerin ince işçiliğinin hissedildiği bir “kardeşlik” romanı.
•