Günlüğümün sayfaları arasında
dolaşıyorum.
İstanbul, 7 kasım 1983
Seçim sonrasının ilk saatleri...
12 Eylül "askeri darbesi"nden "sivil"
döneme geçiş başlıyor.
Gazetede çalışıyoruz.
AP, CHP, MHP, MSP kapatıldı,
seçimlere sokulmadı. Demirel, Ecevit,
Türkeş, Erbakan, bütün eski liderler
ve milletvekilleri siyasetten menedildi.
Sabaha karşı son baskıya yetiştirdiğimiz
sonuçlar:
ANAP: Yüzde 45, 213 milletvekili...
HP: Yüzde 30, 111 milletvekili...
MDP: Yüzde 24, 66 milletvekili...
Cumhuriyet'te, üst kattaki odamdayım.
Yorgunluktan bitik bir halde BBC'yi
açıyorum; şuna benzer cümleler:
Generallerin tuttuğu
partinin (Sunalp Paşa'nın
MDP'si) hezimeti...
Evren'in yalancılıkla
itham ettiği
parti liderinin (Turgut Özal) zaferi...
Cumhuriyet'in iki yıllık Genel Yayın
Yönetmeni olarak birinci sayfadan
ilk kez imzalı yazılara başlıyorum.
Bunun ayrı bir heyecanı var.
Sabahın köründe yorgunluk kahvesini
yudumlarken, 7 Kasım 1983 tarihli,
Geçiş Dönemi başlıklı yazımı okuyorum.
Sürekli özlemini çektiğimiz Batı
demokrasilerinde siyasal ve ekonomik
bunalımlar, büyük istikrarsızlık dönemleri,
özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana
seçimlerle noktalanabilmiştir. Sarsıntılar
sistemin kendi mantığı içinde aşılabilmiştir.
Siyasal ve toplumsal güçler, yeni uzlaşma
noktaları yakalayabilmiş, yeni dengelerde
buluşabilmişlerdir.
Temel hak ve özgürlüklerden
herhangi bir ödün vermeksizin
gerçekleşebilmiştir bu.
Siyaset kurumları demokratik özelliklerini
koruyabilmişlerdir...
Aynı gözlemi ne yazık ki ülkemiz için
yapamıyoruz. Çok partili sisteme geçip
demokrasiyi denemeye başladığımızdan
beri siyasal ve toplumsal çalkantılar,
Batı'daki örneklerin tam aksine,
askeri müdahale ve yönetimleri,
ara rejimleri getirmiştir.
Sistemimiz kendi çerçevesinde bunalımları
aşamayınca, zaten cılız olan demokrasimiz
onar yıllık aralarla tökezlemiş,
günlük deyişle, elimizde kalmıştır.
27 Mayıs...
12 Mart...
12 Eylül...
Siyasi hayatımızın vazgeçilmez deyimleri...
"Doğa boşluk tanımaz, her boşluk
doldurulur" kuralının siyasette de
geçerli olduğunu üç kez kanıtlayarak
siyasal yaşantımızda yerlerini
çoktan aldılar. Her üçü de,
adeta bağıra bağıra gelip
iktidar boşluklarını doldurdular.
Kesin tarihleri hariç, gelişlerinin
sürpriz olduğunu herhalde
kimse öne süremez.
Ve her üçünü de acılı, sancılı bir biçimde
yaşadık. Ama neden yaşadığımızı,
bu tür iktidar boşluklarının
neden bizim demokraside
on yılda bir doğduğunu öğrenebildik mi?..
12 Mart paşaları
Edinmiş olmamız gereken acı tecrübelerden
demokrasi adına dersler çıkartabildik mi?
Bu dersler tarih bilincimizde
ışıyıp demokrasiye giden yolda rotamızı
aydınlattı mı?..
Yoksa, basite indirgeyerek soralım,
27 Mayıs öncesi 12 Mart öncesinde,
12 Mart öncesi 12 Eylül öncesinde
şu ya da bu biçimde yinelendi mi?..
Bazı şeyler galiba yaşanarak da
öğrenilmiyor olmalı ki, 27 Mayıs'tan
bir on yıl sonra 12 Mart'ta,
bir o kadar sonra da 12 Eylül'de
kendimizi bulduk...
Acaba, neleri tam öğrenemedik?..
Öğrendiğimizi sanıp da bilincimize
kazıyamadık?.. Acaba neleri?..
Demokrasinin, sandıktan çıkan
çoğunluğun azınlık üzerindeki zorbalığı
olabileceği yanılgısına kendini kaptıran,
milli iradeyi böylesine tek boyutlu
değerlendirebilen iktidarları
gayet iyi anımsıyoruz.
Muhalefetin varlığını yadsıyarak
demokrasi olabileceğine inanan yönetimleri,
siyaset adamlarını da...
Çeyrek yüzyıldır olağanüstü gelişen,
kentleşen, geleneksel kalıplarını kırarak
farklılaşan bir toplumda farklı sesler
çıkması, farklı eğilimlerin örgütlenerek
çıkarlarını savunmaya yönelmeleri
son derece doğaldı
ve demokrasinin gereği idi.
Ama bu gerçekler göz ardı edildi genellikle.
Demokrasinin çoksesli uyumu sağlayacak
bir çerçeveyi içerdiği unutuldu çoğu kez.
Çoksesli uyumun sağlanması için
çaba gösterileceği yerde, bazı sesler,
çatlak ses olarak nitelenip susturulmak
istendi... Oysa çatışma yerine uzlaşma
aranabilirdi. Yapılmadı.
Bunun yerine kamplaşma,
cepheleşme süreçleri başlatıldı...
Diyalog... Uzlaşma... Hoşgörü...
Demokrasi kültürünün bu en temel
kavramları, sadece hayatımızda değil,
toplumumuzun birçok kesimlerinde,
hatta günlük ilişkilerimizde
bir türlü anlamlı bir yer edinemediler.
Karşı tarafı dinlemek, anlamaya çalışmak,
özgürce tartışıp birbirini eleştirmek gibi
çağdaş uygarlığın gereği olan erdemlere
boş verildi çoğu kez.
Buna en yatkın olması gereken
çevrelerde bile böyle bir ortam
oluşturulamadı ne yazık ki...
Siyasal şiddetle ilgisi olmayan
karşıt görüşleri demokrasi çizgisinin
dışında görmeyi, hatta vatan hainliği ile
damgalamayı alışkanlık haline
getirenlerimiz oldu.
Sağda da, solda da bunun örnekleri çoktu.
Demokrasi çerçevesinde doğal olarak
yer alması gereken karşıt görüşlere,
adeta savaşırcasına karşı çıkıldı.
Karşıt düşüncelere söz hakkı
tanınmamasının, bir siyaset açısından,
kendi mezarını kazmakla
eşanlamlı olduğu görülebildi mi?
Hayır...
Demokrasinin farklı toplumsal güçler
arasında geçtiği, diyalog olmaksızın
demokratik kurumların işlerlik
kazanamayacağı, çoğu kez, ama özellikle
büyük bunalım dönemlerinde
genellikle unutuldu.
Veya dostlar alışverişte görsün kabilinden
sözde diyaloglar arandı,
fakat inandırıcı olamadı,
sonuçsuz kaldılar...
Gerilimler, diyalog ve uzlaşmayla
azaltılacağına, çatışma ortamı daha da
koyulaştırılarak tırmandırıldı...
Demokrasi, sadece dört yılda bir
meydanlara konan seçim sandıkları
mıydı?.. Siyasi partilerin tek başlarına
yeterli olamayacağını,
demokrasinin geniş bir siyasal katılım
olayı olduğunu unuttuk.
Partilerle birlikte sendikaları, dernekleri,
kooperatifleriyle ve daha da önemlisi
yerel yönetimleriyle demokrasinin
bir bütün olduğunu,
bunlar arasında sağlıklı bir alışveriş
olmaksızın demokrasinin işlerlik
kazanamayacağını tam kavrayabildik mi?..
Hayır.
Ayrıca bütün bu kurumların
kendi yapılarında demokratik kurallar
ne ölçüde geçerli kılınabildi, en geniş
katılım tabandan, tavana doğru
sağlanabildi mi?..
Sanmıyoruz...
Bir demokrasi kültürünün kafalarda
yeşerebilmesi bakımından
eğitim kurumlarını, sorarım,
önemseyebildik mi?
Tartışma, özgür düşünme alışkanlıkları
kazandırmaktan hayli uzak, tek boyutlu,
dar ufuklu bir eğitim sistemine
çağdaş özellikler kazandırabildik mi?..
Siyasette bilinmesi gereken en temel kuralın
güçler dengesi olduğu da gözden
kaçırılmadı değil genellikle.
Kendine olduğundan daha büyük güçler
vehmedenler, herhangi bir uzlaşmayı
ya da geri adımı reddedip,
tek başlarına yürüyebilecekleri
yanılgısına saplandılar birçok dönemde.
Gerekli esneklikleri sergileyemediler...
Politikanın bir uzlaşma, gerektiğinde
bir geri çekilme olduğunu
kavrayamadılar...
12 Eylül paşaları
Gerçekler yerine özlemlerin ağır bastığı,
ayağı yerden kesik politikalara
bel bağlandığına tanık olduk.
Oğlan çocuklarının duvar dibi ıslatırken
giriştikleri yarıştan (deyim Mümtaz
Soysal'ındır) kurtaramadık
siyaseti bir türlü.
Partilerimizde, sendikalarımızda,
derneklerimizde, parlamentomuzda bu tür
yarışların örnekleri belleklerimizde
tazeliğini korumaktadır halen...
Sağlı sollu terör, demokrasinin ülkemizde
geçersizliğini kanıtlamak için yol alırken,
temel hak ve özgürlükler ile terörizm
arasında kesin sınır çizgisini çekip
mevcut parlamenter çerçeveyi
korumak için, ortaklaşa tavırlar
sergilenebildi mi?
Sokaktaki adam şiddete karşı korunabildi
mi?.. Terör, ülkemizde insanları yaşama
güvencesine sahip olmaktan başka hiçbir
şeyi düşünemez hale getirmeyi amaçlamıştı.
Sokaklarda her gün ortalama
15-20 can alınıyordu.
Siyasal partilerimiz, parlamentomuz
ve siyasi iktidarlarımızla bunu
engelleyebildik mi? Hayır...
Siyasal sistem Türk toplumunun
beklentilerini karşılayamadı genel olarak.
Siyasal kurumlarımız her geçen yıl
dev gibi büyüyen sorunlara
geçerli çözümler üretebilmenin hayli
uzağında kaldılar. Sağlı sollu şiddetin
kıskacındaki bir toplumda bunun ortamını
bulabilmek de mümkün değildi zaten.
Ve birbiri ardına gelen yönetimler
ekonomiye bir türlü
dikiş tutturamıyorlardı...
Çözümsüzlüğün girdabında doğan iktidar
boşluğu boş kalamazdı.
Nitekim kalmadığı da 12 Eylül 1980
sabaha karşı belli oldu:
Film kopmuş, perde kapanmıştır artık...
Kenan Evren
12 Eylül'den bu yana üç koca yıl geçti;
6 kasım seçimleri yapıldı; hâlâ oturmuş
eskileri karıştırıyorsun, oysa yazacak
çok daha başka şeyler var,
diyenler olabilecektir.
Benim diyeceğim şudur:
Demokrasiyi yeniden inşa etmek istiyorsak;
daha iyiye, güzele ulaşmanın özlemini
çekiyorsak; askerî müdahale ve yönetimleri
içimize sindiremiyorsak; her zamankinden
daha bilinçli bir biçimde geçmişe
eğilmemizde sonsuz yarar vardır.
Geçmişi öğrenmek, acı tecrübelerden
dersler çıkarmak, olanları toplumsal bir
özeleştiri süzgecinden geçirip,
aynı zamanda kendi kendimizle
hesaplaşmaya oturmak...
Duygusallıktan, önyargılardan sıyrılıp,
serinkanlı bir biçimde bu hesaplaşmayı
yapmak önem taşıyor.
Bugüne dek yaptıysak ne âlâ...
Ama yapmadıysak, hemen başlamakta
fayda var. 6 Kasım seçimleriyle birlikte
yeni bir 'geçiş dönemi'nin eşiğine
gelmiş bulunuyoruz.
Eğer geçmişi demokrasi açısından
yeterince değerlendirememişsek,
ülkeyi Batılı demokratik parlamenter
sisteme götüreceği umulan
bu geçiş dönemi bizi,
başka kıyılara da bırakabilir.
"Başka kıyılar"a bıraktı da...
Bu yazım tam 38 yıl öncesinin.
Geçiş dönemleri
yakamızı hâlâ bırakmış değil.
Demokrasiye geçiş bir türlü olamıyor.
Darbelerin "askeri"si bitti,
"sivil"i yaşanmakta...
Rahmetli Nadir Bey'in o sözü
aklıma takılıyor:
Yoksa ben de bu dünyaya
boşuna mı geldim?..
Demokrasi notları 6 salı gününe...