25 Şubat 2021
Günlüğümün sayfaları arasında
dolaşıyorum, 28 yıl öncesi...
Bekaa Vadisi, 15 Nisan 1993
Apo'yla sohbet ediyoruz.
Gaz sobasının ısıttığı küçük bir oda.
Vakit geceyarısı. Şık şık bir ses...
Apo'nun elinden tespih düşmüyor.
Gözleri bi tuhaf bakıyor.
Lübnan'ın yemyeşil Bekaa Vadisi'ndeki
Zahlah kasabasında bir ev. Arabayla
Suriye sınırına on dakika, Şam'a en
çok bir saat uzaklıkta.
"İstanbul'a döndüğünde
Yaşar Kemal'e söyle,
gelsin benim romanımı yazsın!"
diyor Apo, "PKK'nın,
Kürdistan'ın romanını..."
Hakkında film de yapılmasını istiyor.
Noktasız virgülsüz bir konuşma tarzı var.
Arada kendini kaptırıyor, birden ayağa
kalkıyor, elleriyle kollarıyla, bağıra çağıra
konuşuyor. Bazen gözünü bir noktaya,
tavanın bir köşesine dikip dalar gibi oluyor.
Konuşurken ayak parmaklarıyla,
terlikleriyle oynuyor.
Kendi kendisiyle dolu, eski deyişle
meşbu bir insan. Söyleşinin kendi
etrafında dönmesinden o kadar mutlu ki...
Sözü hep kendine getirmeyi seviyor:
"Peygamberlik diyorlar.
Çok yoğunlaşabiliyorum. Şaşıyorlar.
Her konuşman bir kitap diyorlar.
Peygamber'in vahiy olayı da biraz böyledir."
Halep Süryanî metropoliti de kendisine
"Sen İsa gibisin!" demiş...
Kâğıdı kalemi bıraktığını, artık teyple,
videoyla çalıştığını söylüyor. "Zaten
bizim insanlarımızı kâğıtla kalemle nasıl
idare edeceksin ki" derken keh keh
gülüyor. Konuşmalarını teypten deşifre ettirip
hiç düzeltmeden kitap halinde bastırıyormuş...
Gözlerini kısıyor şunları söylerken:
"Bıraksalar, legale çıksak,
memlekete gelsem,
Diyarbakır'da beni
rahat beş yüz bin kişi karşılar!"
Legal politika için PKK'ye bir şans
verilmesini istiyor. Ankara'nın
kendisini muhatap almamasına içerlemiş:
"Bir hareketi sıfırdan alıp buralara
getireceksin, bir önderliğe bağlayacaksın,
ama gene muhatap alınmayacaksın,
olur mu? Batı'da muhatap alınacaksın,
her yerden görüşme talepleri yağacak,
ama Ankara görmezlikten gelecek.
Batı'da hükûmet kapıları, devlet
kapıları PKK'ye yardım için açılıyor.
Başlangıçta Batı da bize böyle
değildi. PKK'nin kesin güç kazandığını
gördüler. Ama hâlâ muhatap kabul
edilmiyoruz Ankara'da..."
Önderliğin kolay oluşmadığını belirtiyor.
"Kürt halkıyla biz etle tırnak gibiyiz" diyor
ve ekliyor: "Nerede bir yürüyüş varsa, 'Biji
Apo!' (Yaşasın Apo!) sloganı atılıyor.
PKK'liler benden daha çok bana bağlı.
Şimdi bunu nasıl inkâr edeceksiniz?
İnkâr etsen bile kimse ciddiye almaz.
Dolayısıyla bizim katkımız olmadan
çözüme gitmek zordur."
Şu sözlerini not ediyorum:
"Stresi üstümden atsam, bir anda çökerim."
Bazen yüzü tümüyle ifadesizleşiyor:
"Hiç belli etmem ne düşündüğümü.
Kimse kestiremez. Önderlik tavrıdır
bu. Yapımın bir parçası..." Nedense
şöyle diyor: "İkna gücümle küçücük
bir çocuğu bile etkilerim."
Demirel'i "aşırı ürkek, aşırı temkinli"
buluyor. Erdal İnönü'yü Demirel'in
yedeğinde görüyor, "Demirel'in
ayrılmaz parçası" diyor. DYP lideri
ve Başbakan Demirel'in demagojiyle
ülke yönettiğini belirterek soruyor:
"Allasen, bu kadar lafı nasıl buluyor
Demirel?" Apo'ya göre Demirel gibi
Mesut Yılmaz da "statükocu ve fazla
devletçi". Baykal için "Bir şeyler yapmak
istiyor, o kadar!" demekle yetiniyor.
Turgut Özal'a gelince...
Apo'nun gözünde Özal'ın ayrı bir yeri var:
"Özal'ın bazı yaklaşımları daha özlü.
Bazı gerçekleri görüyor.
Daha cesur önerileri Özal geliştirebilir.
Demirel gibi aşırı temkinlilik içinde
kısır kalmayabilir. Ama Özal'ın da asker
karşısındaki gücü galiba yetmiyor."
Özal hakkında konuşurken "İkinci
Cumhuriyet"e de şöyle bir değiniyor:
"İkinci Cumhuriyet tartışmaları bence
anlamlı. Hain bir görüş, çok fantastik
entel bir görüş de değil. Gerçekler
zorluyor İkinci Cumhuriyet'i..."
Apo'nun Özal dışındaki liderleri
küçümseyen bir üslubu var.
Apo, Türkiye'de
gerçek siyasal gücün askerde
toplandığını belirtiyor:
"Güvenlik Kurulu mu yetkilidir?
Çankaya mı? Bakanlar Kurulu mu?
Türkiye'nin temel sorunlarda bir
öneri getirme merkezi tam teşekkül
etmiş değildir." Laf lafı açarken,
Yalçın Küçük'ten söz ediyor.
Fikirlerinden, bilgisinden yararlandığını
söylüyor Bir ara diyor ki: "Doğu Perinçek'e
'Gel seni Şırnak milletvekili yapayım' dedim."
"Bak sana MİT'i bir seferinde nasıl
atlattım, anlatayım" diyor. Meraklanıyorum
ama arkasını getirmiyor.
Marksist miydi Apo? "Ben Marksist
olmadım. Komünist olmadım.
Komünist olmadığım gibi bu
konuya eleştirel baktım. Yaklaşımları,
yöntemleri ters geldiği için farklı
bir tarafa eğilme ihtiyacı duydum.
Yani 1970'lerin tanımına göre
bir Marksistlik söz konusu değil.
Reel komünist olmadım.
TKP (Türkiye Komünist Partisi)
tarzı komünist de olmadım.
En iyisi, demokratik sosyalizmdir.
Sosyalizmi, özgür düşünceye
en çok değer veren bir yaklaşım
olarak görüyorum.
Renklilik, çok seslilik en iyi sosyalizmle
mümkün. Ama şimdi diyebilirsin ki,
düşündüğün sosyalizm gerçekleşmedi.
Olsun. Bu benim için bir inanç
meselesidir. Hayat var oldukça,
bilimsel sosyalizm de
varlığını sürdürecek."
Dört yıl önce, 1989'da Berlin Duvarı'nın
yıkılmasıyla çöken "komünist düzenler"
ve tarihe karışan Sovyetler Birliği
konusuna değiniyor. "Bilimsel" ve
"reel" sosyalizm ayrımını yapıyor:
"Uygulamada, reel sosyalizmde
gerçekler çarpıtılmıştır. Toplumsal
gerçeklikler, ulusal gerçeklikler
fena halde çarpıtılmıştır. İnsanı
çok boyutlu ele almak gerekir.
İstediğiniz gibi onu ezerek, onu yontarak
insanı sosyalistleştiremeyeceğimizi
görüyoruz. İşte siyasal çıkarlar, ulusal
çıkarlar diyerek topluma yüklenmeyi
çok tehlikeli buluyorum."
Türkiye solunu hiç önemsemiyor Apo:
"Solun Türkiye'de kıymeti harbiyesi
yok. Ciddi bir liderlik krizi içinde..."
İştahı yerinde. Çok yiyor. Yumurtayı,
soğanı, domatesi, Bekaa Vadisi'nin
yeşilliklerini ince yufkanın içine sararak,
yani dürüm yaparak birbiri ardından
atıştırıyor. Fazla kilodan
ve hareketsizlikten şikâyetçi:
"Kamptayken daha iyiydi. Kilomu
muhafaza edebiliyordum. Şimdi
yedikçe şişmanlıyorum."
İyi uyuyamadığını söylüyor.
Gripten kurtulamamış. Bademcikleri
şişmiş. Sandoz'un 500'lük C
vitamininden alıyor yemek arasında...
Sofrada eliyle bana da servis yapıyor.
Masada Rıza Altun var. PKK'nin
Başkanlık Konseyi üyesi. Diyarbakır
Hapishanesi'nden yeni çıkıp gelmiş.
Hiç konuşmuyor. Mahcup, hep önüne
bakıyor. Arada bir beni süzüyor. Apo
yemeden yemiyor, içmeden içmiyor.
Apo eliyle onun tabağına da
bir şeyler koyuyor.
Apo: "Hizbullah
polisin tam kontrolünde
değil ama yardımını görüyor."
Hizbullah'tan söz açılıyor.
Özellikle Batman'daki faili meçhul
cinayetler ve PKK'ye karşı
Güneydoğu'daki kanlı mücadelesiyle
ün salan, Tahran desteğindeki ve
"şeriatçı Kürt devleti" kurmanın
peşindeki yeraltı örgütüyle ilgili
olarak şöyle diyor Apo: "Hizbullah
polisin tam kontrolünde değil.
Ama polisten yardım görüyor."
Apo, kendinden çok emin. Devamlı
üst perdeden konuşuyor. Günlük deyişle
hava basmaktan hoşlanır bir hâli var.
Kendi gücünü, PKK'yi, örgütün iç ve
dış desteklerini abartarak beni etkilemek
istediği açık. PKK'nin Türkiye sınırları
içindeki kitle desteği için "ezici"
deyimini kullanıyor.
Dağların PKK denetiminde
olduğunu belirtiyor:
"Operasyon yapmak için Kuzey
Irak'a falan ihtiyacımız kalmadı.
İçerdeyiz artık.
Dağda 10 bin militan dolaşıyor.
Kuzey Irak'taki kamplar
bizim için dinlenme yerleri..."
PKK'ya günlük militan katılımının
50 civarında olduğunu,
bunun kısa sürede 100'e çıkabileceğini
söylüyor. "Siyaseti Hakkârili çobanın
gündemine soktum" diye övünüyor.
Araplardan hoşlanmıyor.
Bu duygusunu pek saklama gereğini
de duymuyor. "Üç aylığına gelmiştim
buralara, on dört yıldır ayrılamadım"
diyor. Suriye'de, Şam'da yaşıyor olmasına
rağmen Arapça öğrenmemiş.
Bu arada örgüt içinde her şeyi daha
çok Türkçe yürüttüklerini gizlemiyor.
Birden dalıyor!
Pat diye Ankara'yı, özellikle
Sakarya Caddesi'ndeki
ekmek içi dönerle
birayı özlediğini söylüyor.
Suriye'den ayrılabilirim havasında.
PKK'ye Suriye desteği konusunda
açık konuşmak istemiyor.
Yanıtları kaçamak. Belki de Şam'ı
rahatsız etmek istemediği için öyle:
"Suriye'nin desteğinde veya destek
diye tabir ettiğiniz durumda ben bir
eksilme değil, artı bir durum
olduğunu söyleyebilirim.
Ama bunu söylerken de, Suriye
eskiden bizi daha çok destekliyordu,
daha az destekliyordu diye bir
değerlendirme geliştirmiyorum.
Suriye'nin mücadelemizdeki rolü
itibariyle şimdiki pozisyonu
daha kalıcı ve güçlüdür."
Türkçe ve kör topal Kürtçe'den başka
bir dil bilmeyen Apo, Suriye gibi içine
kapalı bir ülkede dünyayı nasıl izliyordu?
Bu açıdan Şam'ın "iyi bir merkez"
olduğunu söyleyebiliyor. BBC Türkçe
servisini muntazam dinlediğini,
"Türk gazeteleri"nin de geldiğini ekliyor.
Suriye'den ayrılırsa nereye gidecekti?
Kuzey Irak olabilir mi?
Yanıtı: "Gitmek için ben şüphesiz her
zaman Türkiye'yi düşünürüm.
Tercihim, Irak Kürdistanı değil.
Türkiye Kürdistanı'nı zorlamak
istiyorum. Mesela Botan neden
olmasın?.. Ben daha fazla dışarıda
kalmaya taraftar değilim. Dışarıda
on dördüncü yılımı dolduruyorum.
Artık ister silahla, ister başka
türlü barışı zorlayacağım."
Havası o ki, Batı'dan hazzetmiyor.
"Batı, evet efendimci ister"
dedikten sonra ekliyor:
"Batı, Kürt'le Türkiye'yi, Türkiye'yle
Kürt'ü zayıflatmak ister. Batı, Kürt'le
Türk'ün diyalog içinde olmasından
hazzetmez. Türk'le Kürt'ün bölünmüş
kalmasından hoşlanır. Böylece iki
tarafı da kontrol edeceğini düşünür.
İran da, Suriye de farklı değildir.
İkisi birbiriyle çatışsın, böylece ikisi
de zayıf kalsın! Hepsinin işine bu gelir.
Mesela İran bizim ilan ettiğimiz
ateşkesten memnun değil."
Yüzüne dikkatli bakıyorum.
"Bu sözleri dile getiren insan bunca
yıldır Türkiye'ye karşı kullanıldığının
farkında değil mi?" diye...
Bir an durup ekliyor:
"Batılılar beni tam bir yere koyamıyor.
Milliyetçi desen değil. Komünist
desen değil. Dinci desen değil.
Uzun lafın kısası: Batı gölge etmesin,
başka ihsan istemem!"
İsrail'in PKK'yle ilgisi?
"İsrail bizimle ilgilenmek istemez.
Çünkü Türkiye önemlidir onun için.
Ama İsrail, Irak Kürtleriyle,
İran Kürtleriyle ilgilenir."
Sohbet boyunca bir noktayı sürekli vurguluyor:
Kendi gücümüze güvendiğimiz için
geçen ay (1993'ün mart ayı ortası)
tek taraflı olarak ateşkes ilan ettik.
Yemek sonrası bir başka odada,
Bekaa Vadisi'nin mis kokulu
meyveleriyle, tabak tabak portakal,
mandalina, muz ve çilekle donatılmış
bir masanın çevresinde
sürüyor söyleşi. Beş buçuk saattir
konuşuyoruz. Vakit geceyarısını çoktan
geçti. Gitmek için izin istiyorum.
"Bu saatten sonra Bekaa tekin değildir"
diyor Apo, "Tehlikelidir buraları.
Sizi bırakmam, misafirim olun."
Kendi odasının hemen yanındaki odayı
bizim için hazırlatıyor. İki kişilik tek bir
yatak var. Ramazan Öztürk'le
(Fotoğrafçı meslektaşım, Sabah'ta birlikte
çalışıyoruz) göz göze geliyoruz ama çaresiz...
Banyo için temiz havluları Apo kendi
eliyle veriyor. Banyonun yerini gösterirken
"Sıcak su var" diyor. "İyi geceler" derken de
kahvaltının saat yedide olduğunu özellikle
belirtiyor. Uyku için dört saat yeter mi?
Turşu gibiyim. Beyrut'tan, sabahın
köründen beri gün boyu yaşadığım
gerilim de yorgun düşürmüş beni.
Yatağa giriyorum ama bu sefer uyku
tutmuyor. Huzursuzluk!
Tuhaf bir tedirginlik çöküyor üstüme.
Bekaa'da, Ortadoğu terörünün beşiğinde
bir gece... Üstelik Türkiye'nin başına tarihinin
en kanlı terör ve şiddet belasını sarmış olan
bir insanla yan yana odalarda, aynı çatı
altında sabahlamak... Uyku girmiyor gözüme.
Gözümü kırpmıyorum. Sivrisinekler de
rahat vermiyor. Apo'yla beş buçuk saatlik
sohbet kafamın içinde döndükçe dönüyor.
Sık sık ışığı yakıp başucumdaki deftere notlar
düşüyorum. Yorum ve ayrıntılar aklıma
geldikçe kaydediyorum. Sabahın yedisi.
Bu defa kahvaltı sohbeti. Apo'nun bir
ay önce, 1993'ün Mart ayı ortalarında,
tek taraflı olarak ilan ettiği ateşkesi
konuşuyoruz. "Ben samimiyim, ciddiyim.
Sivillere mesajım: Siyasî tekliflerinizi peş peşe
sıralayın. Demokrasi paketinizi bekliyoruz.
Askerlere mesajım: Özel savaşı durdurun"
dedikten sonra ekliyor: "Eğer üstümüze
gelinmezse, yani operasyonlar durdurulursa...
Yaygın kitle tutuklamaları, faili meçhul
cinayetler durdurulursa... Köy boşaltmalarına
son verilirse... O zaman bizim de şiddeti
tırmandırmak gibi bir politikamız olamaz.
Çünkü bütün bunlar zımnen de olsa 'ateşkes
yürürlüktedir' anlamına gelir." Ateşkes süresi...
"Geçen bir ay içinde iyi niyet görmedik.
Eğer üstümüze sert gelinirse, kesinlikle
misillemeler yapacağız. ‘Zayıflamışlardır;
biraz daha bastırırsak işlerini bitiririz' diye
bir yaklaşım sezersek, meşru savunmamızı
ve misilleme hakkımızı kullanacağız.
Silahlarımız yerli yerinde duruyor. PKK silahını
bu koşullar devam ettikçe bırakmaz. Sımsıkı
elinde tutar. Fakat politikaya da en az
bunun kadar ağırlık verir."
"Mevcut şartlar değişmeden dağdan
inmek, silah bırakmak intihar olur" diyor
Apo, "Bu koşullarda ‘Dağdan in, teslim ol!'
lafına kargalar güler. Bu ülke kendi
başbakanını asmış... ‘Ben bir koyunum,
gel beni boğazla !' diyemeyiz. ‘Dağdan in,
teslim ol, biz senin için iyi düşünüyoruz.'
İnsem, beni lime lime etmez misiniz?
Önce güvence ver! Önce demokrasi yap!
O zaman silahlar köklü susar.
Kürtler tarihlerinde çok kandırıldılar.
Bize politika alanı açın. Bana inandırıcı
güvenceler verin. Ben o zaman yalınayak
sınırlardan çıkarak gelirim.
Ama olmazsa, ben silahlı mücadelenin
Allah'ını yaparım."
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan
Güreş'e dokunduruyor:
"Güreş geçenlerde demiş ki,
‘Biz federasyonu kabul etsek,
Kızılay'da dolaşamayız' demiş...
Yoh yoh!
(Gevrek gevrek gülüyor)
Bence bazı Kürt hakları biraz kabul
edilse, Kızılay'da omuzlarda taşınırlar.
Ben kamuoyunu, hem Kürdistan hem
Türkiye kamuoyunu hazırlayabilirim.
Zor değildir bu iş..."
Silahlı mücadelenin sınırına gelince,
Apo şöyle devam ediyor:
"Silahlı mücadeleyle her iki tarafın da
kesin bir üstünlük sağlaması olanaksız.
Ama silahlı mücadeleyle bir yerde denge
sağlanacak ve o noktada
siyasal çözüm yolları devreye girecek.
Gelin şiddeti durduralım!
Yugoslavya'da, hatta Kafkasya'da olduğu
gibi vahşi biçimlere dönüştürmeden
halledelim. Türkiye sorunu böyle götüremez.
Bu yolla iflasa gidiyor Türkiye..."
Apo şunu da ekliyor:
"Ne zaman Kürt kimliği Anayasa'ya
taşınacak? Kürtler kendi kimlikleriyle
ne zaman politika yapabilecekler?
Binlerce insan hâlâ zindanlarda.
Bir genel af çıkmayacak mı?
Kürtler için bir siyasal ve kültürel
çerçeve ne zaman kurulacak?
Bir sınıfın, bir ulusun, hatta bir
azınlığın çıkarlarını yasal yollarla
ifade etme imkânı kalmazsa,
silahlar gündeme gelir.
Hele Kürt ulusal probleminde yalnız
siyasal mücadele engellenmiyor,
aynı zamanda bir ulusun kimliğinin
tamamen yok edilmesi amaçlanıyor.
Ulusal kimliği halen yok sayılan
bir halk gerçeğiyiz. Siyasal haklarımız
bir yana, kültürel haklarımız bile yok.
Ekonomi talan ediliyor. Siyasî çözüm
yolu bizde şiddetle engellenmiştir.
Madem sen şiddetle bu yolu kapattın,
ben de şimdi bu yolu şiddetle açacağım.
Kürt kimliğinin kabulü... İşte bunu
silahlı mücadele sağladı." Apo, silahlı
mücadelenin Kürt sorununu sahneye
çıkardığını belirttikten sonra ekliyor:
"Sorun artık kendini kabul ettirmiştir.
Acaba şimdi siyasal seçeneği
geliştirebilir miyiz?
Silahlı mücadele kadar siyasî seçeneği
de geliştirebilir miyiz? Çözüm şansı
verebilir miyiz? Şimdi konu budur."
DİPNOT:
15 Nisan 1993 sabahı Bekaa Vadisi'nden
Beyrut'a doğru yola çıkmıştım. Bir ay sonra
1993'ün Mayıs ayında Bingöl'den katliam
haberi gelmişti. PKK yol kesmiş, bir otobüsü
durdurup içindeki 33 silahsız ve sivil giyinmiş
askeri indirip kurşuna dizmişti. Cehennem
çukuru yeniden derinleşmeye devam başlıyordu.
Kürt sorunu notları devam edecek...
Kürt sorunu notları 1 | Gare katliamı... PKK'yı suçluyorum, kınıyorum, iktidarı da sorumlu tutuyorum ve silahlar artık susmalı diyorum
Kürt sorunu notları 2 | Gönül ister ki kardeşçe yaşansın!
Kürt sorunu notları 3 | İŞKENCE... "Genç olsam dağa çıkardım!"
Kürt sorunu notları 4 | Yaşamak için ille de acı mı çekmek gerekiyor?
Hey sen, bana baksana: Yoksa çöküşünü durdurmak için yine savaş mı yapacaksın?..
CHP içinde hala kavgayı, didişmeyi tercih edenlerin dikkatine...
Kaybeden, demokrasiyi demokrasi yapan değerler oldu
© Tüm hakları saklıdır.