28 Haziran 2022
Deprem, tsunami, sel, taşkın, dolu, fırtına, tayfun, volkan püskürmesi, sıcak, soğuk ve kuraklık vb olaylar dünyanın kendi yaşam döngüsü içerisinde oluşur. Afetler için doğayı suçlayamayız. Doğa, kendi bünyesinde oluşturduğu olayları tehlike ve risk olarak görmez. Ancak, insanoğlu doğal olayların kendisine yansıyabilecek olumsuz etkileri ve tehlikeleri iyi değerlendiremediğinde ve bütüncül bir korunma ve risk azaltma (sakınım) planlaması uygulayamadığında büyük kayıplar vermektedir. Nüfus yoğunlukları, plansız yerleşkeler ve dayanıksız bina ve alt yapı yığılmalarının oluştuğu alanlarda doğa ve sosyo-teknik (insan ve teknoloji) kaynaklı olaylar hızla afete dönüşmektedir. Farkında değilsek, olumsuz etkileri önceden kestiremezsek ve riskleri azaltamazsak, dolayısıyla dirençli bir toplum ve yerleşmeler oluşturamazsak afet kaçınılmaz olmaktadır.
Tehlikeye açık alanlarda hızlı ve plansız kentleşme ve sürdürülemez kalkınma girişimleri nedeniyle dünya genelinde afetler artış eğilimindedir (Şekil 1). Dünyanın farklı yerlerinden hemen her gün gelen afet kayıp haberleri, afet riskinin azaltılmasına yönelik projelere daha fazla yatırım yapılması gerektiğini göstermektedir. Etkin bir afet risk azaltma stratejisi yalnızca olanların değil, olabileceklerin de farkında olunmasını gerektirir. Belki de kestiremediğimiz ve olabilecek afetlerin çoğu henüz gerçekleşmemiştir.
Birleşmiş Milletler (BM) dünyanın kendi yaşam döngüsü içerisinde oluşan doğal olayların insanlar üzerindeki olumsuz etkilerinin en aza indirilmesi için 1970'li yıllardan bu yana çok sayıda ülkeyi ve uluslararası kuruluşları bir araya getirmiş ve afet politikalarını geliştirme amaçlı toplantılar yapılmasına, kararlar alınmasına ve belgeler yayınlanmasına öncülük etmiştir. BM'in bu girişimlerinin amacı; insanların, işletmelerin, halkların ve ülkelerin yaşamlarında, geçim kaynaklarında ve sağlıkta ve ekonomik, fiziksel, sosyal, kültürel ve çevresel varlıklarında afet riskinin ve kayıplarının önemli ölçüde azaltılmasıdır. Bu hedeflere ulaşma eylemleri, devletlerinin afet riskini azaltmada birincil sorumluluğunda olmakla birlikte, bu sorumluluk katılımcılık anlayışıyla yerel yönetim, özel sektör ve sivil toplum kuruluşları da dahil olmak üzere tüm paydaşlarla paylaşılmalıdır.
Birleşmiş Milletler (BM) tarafından 2015 yılında düzenlenen Afet Risklerini Azaltma Dünya Konferansı'nda Afet Risklerinin Azaltılması için Sendai Çerçeve Programı oluşturuldu. Program, BM Genel Kurulu'nda onaylandı. Sendai Çerçeve Programı, İklim Değişikliği ile ilgili Paris Anlaşması, Kalkınmanı Finansmanı için Addis-Ababa Eylem Gündemi ve Yeni Kentsel Gündem ve Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri gibi 2030 yılına kadar afet risklerini azaltma hedefleri koyan diğer anlaşmalarla eşgüdümlü olarak çalışacaktır. Program, ülkelerin maruz kaldığı afetlerle ilgili olarak bir çok eylem ve uygulama önerilerinde bulunmaktadır. BM, yerleşim alanlarında yeni risk oluşumunu önlemek, mevcut riski azaltmak ve dirençliği (dayanıklılığı) arttırmak için afet riskinin tüm boyutlarını (tehlike, maruz kalma, kırılganlık ve başa çıkma kapasitesi) bütüncül bir anlayışla ele aldı ve raporda belirtilen önlemlerin benimsenmesini istemiştir. Bu önerilerin yerine getirilmesi için 2015-2030 yılları arasındaki dönem hedef olarak belirlendi ve eylemler tanımlandı. Sendai Çerçeve Programı afet kayıplarını azaltılması için afete dönüşen tehlikeleri yeniden sınıfladı. Bu sınıflamaya göre, afetlere dönüşebilen tehlikeler şu sekiz ana başlık altında toplanmaktaydı: yerküre tehlikeleri, meteorolojik ve hidrolojik tehlikeler, çevresel tehlikeler, kimyasal tehlikeler, biyolojik tehlikeler, teknolojik tehlikeler, toplumsal tehlikeler. Program, tehlikelere maruz kalmayı ve afete karşı savunmasızlığı önleyen ve azaltan, müdahale ve iyileşme için hazırlıklı olmayı artıran ve böylece yerleşmelerde sosyal ve fiziksel dayanıklılığın güçlendirilmesini sağlayan tüm ekonomik, yapısal, yasal, sosyal, sağlık, kültürel, eğitimsel, çevresel, teknolojik, politik ve kurumsal önlemleri bütünleşik ve kapsayıcı bir yaklaşımla ele alan güçlü eylemler önerilmiştir.
Sendai Çerçeve Programı'nın 2030 yılına kadar gerçekleştirilmesini istediği 7 hedefe ulaşma sürecinde, şu ana kadar 7 yıl geçti ve geriye 8 yıl kaldı. İlk dört hedef; can kaybı ve afetzede sayısı, ekonomik kayıp, kritik altyapıya verilen hasar ve temel hizmetlerin kesintiye uğrama oranının azaltılmasıdır. Diğer üç hedef, ulusal ve yerel afet risklerinin azaltılması stratejilerinin benimsenmesini, gelişmekte olan ülkelerle uluslararası işbirliğini ve çoklu tehlikelere yönelik erken uyarı sistemlerine erişimi önemli ölçüde artırılmasıdır. Sendai Çerçevesi hedefleri performansına dair sonuçlar, programa dahil ülkelerin verdikleri izleme raporu referans alınarak her yıl yayınlanır (Şekil 2). 2021 yılı itibariyle, 195 ülkeden yedi hedefteki çeşitli afet risk azaltma çalışmaları ile ilgili hiç rapor vermeyen ülke sayısı 132, ilerleme raporu veren ülke sayısı 55, doğrulanma onayı için bekleyen ülke sayısı 2, doğrulanma onayı almış ülke sayısı ise 6'dır. Türkiye 7 hedefle ilgili olarak başlangıçtan bu yana 2020 yılına kadar hedeflerle ilgili risk azaltma çalışmalarında 'ilerleme halinde' tanımı ile duyurulmaktadır. Ancak 2021 ve 2022 tarihleri için herhangi bir bilgi yoktur.
2022 yılı itibariyle nüfusu 1 milyon ve daha fazla olan şehirlerin sayısı 611'dir. BM'ye göre 2021 yılında dünya nüfusunun yüzde 57'si olan 4.5 milyar kentsel nüfus, 2030 yılına doğru 5.2 milyar nüfusla yüzde 60'a erişecek. Ayrıca, dünya kentsel nüfusunun dörtte biri yoksulluk koşullarında ve kayıt dışı yerleşim yerlerinde yaşamaktadır. Yoksulluk ve risk arasındaki ilişki, küresel olarak hızlı kentleşme ile daha da artmaktadır (Şekil 3). Gelişmekte olan ülkelerdeki yaklaşık 1 milyar insan, doğa ve sosyo-teknik kaynaklı tehlikelere yüksek düzeyde maruz kalan, yeterli acil durum hizmetleri ve baş etme kapasiteleri olmayan, ve mühendislik hizmeti almadan inşa edilmiş binalarda yaşadıkları için afetlere karşı savunmasız durumdadır. Kentsel alanlarımız büyüdükçe, yoğunlaştıkça ve değiştikçe, sınırlı doğal kaynaklarımız üzerindeki istekler ve baskılar artmakta ve dünya genelinde topluluklardaki eşitsizlikleri ve kırılganlıkları daha da güçlendirmektedir.
Nüfusu hızla artan dünyada çevre dostu mühendislik ve şehir plancılığı hizmeti alamamış standart dışı yapısal stokun arttığı şehirlerin oluşması (Şekil 4) ve sanayinin çevreye geniş çapta olumsuz etkilerinin giderek artması nedeniyle, iklim değişimi kaynaklı riskler konusu son yıllarda daha fazla gündeme gelmektedir. Küresel istatistik verilere göre deprem, tsunami ve volkanik püskürme olayları sayıları radikal değişiklikler göstermemekle birlikte, bu tehlikelere açık ve nüfus yoğunluğu fazla olan kentlerde can kaybı artışı vardır. Taşkın, sel, tayfun ve heyelan gibi meteorolojik ve hidrolojik olayların sayısında özellikle son 10 yılda belirgin artış kaydedilmiştir.
İklim değişikliği ülke sınırlarını tanımaz ve hiçbir bölge iklim değişikliği etkilerinden kaçamayacaktır. Risk azaltma ve uyum önlemlerini savsakladığımızda iklim değişikliği riski dünya çapında artmayı sürdürecek, hayatlara ve geçim kaynaklarına mal olacaktır. Dünya, iklim değişikliği etkileri nedeniyle biyoçeşitlilik ve ekosistem kaybı ve kirlilikten oluşan bir gezegen krizi belirtileri vermektedir. Kirlilik karada, denizde ve havada giderek artmaktadır. Dünyamızda süregiden bu kriz, toplumların insan haklarından (sosyal, ekonomik ve kültürel hakların yanı sıra medeni ve siyasi haklar dahil) tam olarak yararlanmasını hem doğrudan hem de dolaylı olarak etkilemektedir. Birbiriyle bağlantılı bu krizler, çatışmaları, gerilimleri ve yapısal eşitsizlikleri artıracak ve insanları giderek daha savunmasız durumlara sokacaktır. Çevresel tehditler yoğunlaştığında oluşan ortam, çağımızda insan haklarına yönelik en büyük sorunlardan birini oluşturacak, sürdürülebilir barış ve kalkınma arayışında ilerlemeyi engelleyecek ve adaletsizliklerin artmasına neden olacaktır. Dünya Sağlık Örgütü, gereken önlemler alınıp risk azaltma eylemleri yapılmadığında, 2030 ile 2050 yılları arasında iklim değişikliğinin tetiklediği tehlikelerden dolayı her yıl çeyrek milyon insanın ölebileceğine dikkat çekiyor. Afet risklerini azaltma yönünde bu gezegene yaptığımız her yatırım, gelecek nesillere daha iyi bir dünya için yaptığımız yatırım olacaktır. Riski azaltmak için BM'nin önerileri şunlar: gıda ve su güvenliğinin sağlanması, afet ve hastalık erken uyarı sistemlerinin kurulması, sağlık sistemlerinin hazırlanması vb.
12 Aralık 2015'te Paris'te düzenlenen COP 21'de 196 taraf ülke tarafından kabul edilen Paris Anlaşması'nın hedeflediği küresel ısınmayı 2.0°C'nin çok altında ve tercihen sanayi öncesi seviyelerin 1.5°C üzerinde sınırlandırma hedefine ne yazık ki ulaşılmış değildir. Küresel ısınmanın tetiklediği kuraklık (Şekil 5) ve deniz seviyesinin yükselmesi etkilerine maruz kalan büyük şehirlerin kıyı bölgelerinde yaşayanlar, iklim değişikliğinin etkilerine karşı daha savunmasız kalıyor. İstatistiklere göre kuraklık artışı nedeniyle mısır, fasulye ve pirinç verimi 2070 yılına kadar en az yüzde 10 düşecek ve gıda güvenliği olumsuz etkilenebilecek. Kuzey Amerika'da sıcaklık artışı küresel sınırları aşabilecek ve sıcak hava dalgalarının sayısı 150 kez artabilecek. 2017 yılında, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana ilk kez Orta Doğu ve Afrika'da 20 milyona yakın insan kuraklık nedeniyle açlık sınırına gelmişti. İstatistiklere göre, 2030 yılına kadar 700 milyon insanının kuraklık nedeniyle göç edeceği, 2025 yılına doğru dünya nüfusunun üçte ikisinin su sıkıntısı çekeceği tahmin ediliyor.
IPCC raporuna göre deniz seviyeleri 1901 ve 1971 arasında yılda ortalama 1.3 mm yükselirken, 2006'dan günümüze kadar bu oran yılda 3.7 mm'ye yükseldi. Okyanuslardaki su seviyesi yükseldiğinde 2100 yılına kadar, çoğunluğu Asya ülkelerinde olmak üzere dünyadaki 200 milyon insanın etkileneceği, okyanus adalarında yaşayan 40 milyon kişinin göç edebileceği tahmin ediliyor. Deniz seviyesi yükselmesi nedeniyle kıyılara yakın tarım alanları tuzlanarak gıda güvenliği tehlikeye girebilir. Tarım günümüzde, 2.5 milyardan fazla insanın geçim kaynağının temelini oluşturuyor.
Paris Anlaşması'nın hedeflerine ulaşılamaması, iklim kaynaklı tehlikelerin yoğunluğunda ve sıklığında daha fazla artışa ve bunların neden olduğu sistemik afetlere yol açacak. Nitekim, Türkiye dahil olmak üzere bir çok iklim değişikliği kaynaklı aşırı meteorolojik olaylar acı kayıplarla daha sık haber olmaya başladı. Depremler nedeniyle büyük can kayıpları yaşanan Türkiye, bu kayıplara ek olarak sel, heyelan ve kuraklık kaynaklı kayıplara daha sık maruz kalmaktadır. Doğal ve sosyo-teknik (insan kaynaklı) olayların oluşturacağı tehlikeleri tanıma, maruz kalma, kırılganlık ve başa çıkma kapasitesi konularında yapılan çalışmalar, alınan önlemler, yapılan hazırlıklar ve toplumsal farkındalık ne kadar güçlüyse, insan ve ekonomi kayıpları o kadar azalmaktadır. Risk belirlemede paradigma değişimi: sistemik risk
İnsanın her türlü faaliyetlerinin oluşturduğu yaşam düzeninde (sistem) birbirine bağlı bir çok unsur vardır. Bu unsurlar veya alt sistemler birbirleriyle çeşitli derecelerde etkileşimdedir ve büyüyen kentler, ticaret ve sanayileşme sürecinde bu etkileşim giderek karmaşıklaşmaktadır. Bu karmaşık düzen içerisinde ortaya çıkan bir tehlikenin bir alanda oluşturduğu kırılganlık bir süre sonra düzenin diğer alanlarını da olumsuz etkilemektedir. İşte bu durum 'sistemik risk' olarak adlandırdığımız ve günümüzde afet yönetiminde dikkate alınması gereken önemli bir olguyu gündeme getirmektedir. Sistemik risk kavramı, bir stratejinin, eylemin veya tehlikenin olumsuz bir sonucu olma riskinin, etkilenen diğer sistem unsurlarının birbirleriyle nasıl ve ne düzeyde etkileşime girdiğine bağlı olabileceği düşüncesine dayanır. Sistemik risk kavramı en az birkaç on yıllık bir konu olmasına rağmen, terim hala disiplinler arasında farklı şekillerde kullanılmaktadır. Sistemik risk, kurulan düzenin tümden veya önemli bileşenlerinin arızalanması ve hatta çökmesi olasılığını yaratır. Sistemik risklerin karmaşık yapısı ve neden olacağı kayıpların olası sonuçlarının belirlenmesinin zorlaştığı ve bu nedenle afet yönetim paradigmasında bir değişiklik gerektiği belirtilmektedir. Sistemik risk yerelden bölgesele, ulusaldan küresele değişen tüm mekânsal ölçeklerde ortaya çıkabilir. Sistemik risk, kendisi bir risk olarak kabul edilmeyen ve bu nedenle genel olarak izlenmeyen veya yönetilmeyen bir sisteme gömülü olabilir.
Son iki yılda küresel ölçekte 544 milyon kişiye bulaşan ve 6.3 milyon kişinin ölmesine neden olan küresel salgın Kovid-19'un yaşam standartları, ekonomi, eğitim, ulusal politikalar ve uluslararası ilişkiler üzerinde zincirleme etkilerini yaşadık. Birbirine bağlı düzen ve ağların kırılganlığının ne kadar etkili olduğunu tüm dünya halkları deneyimledi. Bu deneyimden sonra devletler, sistem analizi, iklim bilimi ve her türlü doğa ve sosyo-teknik kaynaklı tehlikelerle ilgili risk azaltma çalışmalarını daha fazla dikkate alacaklardır. Sistemik risk mutlaka tam bir düzen bozulmasına yol açmayabilir, ancak günümüz sistemlerinin tasarımı ve evrimi yeni riskler yaratmaktadır. İklim değişikliği ve biyolojik çeşitlilik kaybı bu gibi risklerden bazılarıdır. Verimliliğe odaklanan ve giderek daha fazla bağlantılı hale gelen bir dünyada, GAR2022'ın temel sorusu, teknik tasarımın, sosyo-ekonomik ve yönetişim sistemlerinin olası sistemik riskleri azaltmak için nasıl ayarlanabileceğidir. Sistemik riskin temel özellikleri genel olarak beş tema altında sınıflanabilir: sistemin ölçeği, bir sistem içindeki unsurların ilişkisi, sistemi anlama düzeyi, sınır aşan etkiler ve sistemik riskin sonuçları.
Dünya, hükümetler arası süreçlerde sistemik riskin dikkate alınmasının önemini anlamaya başlamıştır. Örneğin, Entegre Afet Riski Araştırma Programı'nın yeni araştırma gündemi, çoklu tehlike ve afet riski durumunda karmaşık etkiler ve sistemik risklerdir. Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), tehlike, maruz kalma ve kırılganlığın bir fonksiyonu olarak statik bir risk çerçevelemesi yaklaşımı yerine, risklerin potansiyel yan etkileri ve etkileşimlerini daha dinamik bir çerçeve içerisinde dikkate alınmasını önermiştir. Sistemik risklerin belirlenmesi ve bertaraf edilmesi konusunda yerel yönetimler, yerel topluluklar, hükümetler, işletmeler ve üniversiteler dahil olmak üzere tüm ilgili paydaş gruplarını içeren risk yönetimi stratejileri geliştirmelidir.
BM'nin Afet Risklerini Azaltma Ofisi (UNDRR) bu yıl Afet Riskini Azaltma Küresel Değerlendirme Raporu 'Risk Altındaki Dünyamız: Dirençli Bir Gelecek için Yönetişimin Dönüştürülmesi' adlı başlıkla yayınlanmıştır. Raporda, 2015-2030 yılları arasında dünyadaki afet riskleri azaltmak için yapılan önerilerin uygulamaları ile ilgili son gözlem ve bulgular oldukça ayrıntılı değerlendirmekte ve riskler altındaki şehirlerimizin gelecekte afetlere nasıl daha dirençli olabileceğini tartışarak çözüm önerilerinde bulunmaktadır.
Yukarıdaki paragraflarda değindiğimiz gibi dünya nüfusunun yüzde 50'den fazlası artık doğası gereği karmaşık olan ve birbiriyle ilişkili birçok fiziksel sistemden oluşan kentsel şehirlerde yaşıyor. Özellikle nüfusun ve kentsel yoksulluğun artmaya başladığı kentlerde, doğal ve sosyo-teknik kaynaklı tehlikelere karşı savunmasız alanlarda kayıp riskleri hızla artmaktadır. Bu nedenle, şehirlerin kentsel alanlarını yönetme şeklini önemli ölçüde değiştirmeden toplumsal ve yapısal dirençlilik elde edilemeyecektir. Şehirlerin yönetiminde çeşitli düzeylerde etkilileri olan yerel ve merkezi yönetim birimleri, özel sektör, sivil toplum, platform, kent konseyi, mahalle meclisleri ve yüksek öğrenim kurumları dahil olmak üzere çeşitli paydaşların ortak çabası gerekmektedir.
Yerel risk yönetişimi ve kentsel risk ve dirençlilik konularını gündemine alan BM Afet Riski Azaltma Ofisi, afet riskini azaltacak ve toplumun refahını ve güvenliğini artıracak sürdürülebilir kalkınma uygulamalarına yönelik farkındalığı ve bağlılığı artırmak için çalışmaktadır. UNDRR ve ortakları bu kapsamda, 2010 yılında Şehirleri Dayanıklı Hale Getirme (MCR) kampanyasını başlatmıştır. Kampanya, ulusal yetkililer, yerel temsilciler ve STK'ların katılımı ile birlikte yerel yönetimlerin kentsel risk azaltma konusunda farkındalık yaratmasını amaçlıyordu. Hyogo Eylem Çerçevesi programı esas alınarak, yerel düzeyde afetlere karşı direnç sağlayacak yapı taşlarını oluşturma amacına yönelik Şehirleri Dirençli Hale Getirmek için On Temel İlke geliştirilmiştir. Bu ilkeler 2015 Sendai Çerçeve Programı'nın yerelde uygulanmasının güçlendirilmesi için 2016'da İtalya, Floransa'da yapılan toplantıda yeniden ele alınmıştır. Yenilenen ilkelerin test edilmesi için 20 şehirde pilot testler yapıldı ve ilkeler geri bildirimlere göre düzenlenmiştir. Türkiye'de Ankara Büyükşehir Belediyesi Nisan 2022 tarihinde BM'in MCR kampanyasına katılım belgesini almıştır. Bu sevindirici girişimin diğer illere örnek olmasını dileriz. MCR kampanyasının on temel ilkesi, üç kategoride sınıflanmıştır: ilk üç temel ilke, yönetişim ve finansal kapasiteyle ilgilidir. Dört ile sekiz numaralar arasındaki ilkeler, planlama ve afet hazırlığının çeşitli boyutlarını, son iki ilke ise afete müdahale ve afet sonrası toparlanma kapasitesini kapsar. Afetlere dayanıklı şehirler oluşturmayı başarmak için on temel ilkenin her biri birbiriyle bağlantılıdır. Dirençli şehirler oluşturmaya yönelik on temel ilke başlıklarını şöyle özetleyebiliriz:
Bu makaleyi yazarken yine Türkiye'nin bazı yerlerine aşırı yağış ve sel için kırmızı alarm verildi. Şimdilerde televizyonlarda İnebolu'da aşırı yağış nedeniyle taşan ve köprüleri yıkan sel manzaraları gösteriliyor. 11 Ağustos 2021'de Kastamonu Bozkurt ilçesinde şiddetli yağışın ardından Ezine Çayı'nın taşması sonucu can kayıpları yaşanmış, iş yerleri ile çok sayıda ev su ve balçık altında kalmış, 82 kişinin hayatını kaybetmiş ve 9 kişi kaybolmuştu. Türkiye coğrafyasının deprem, sel, kuraklık yanı sıra diğer doğa ve sosyo-teknik kaynaklı tehlikelere açık bir konumda olduğunu biliyoruz. Son birkaç yıldır orman yangınlarının sıklığı ve büyüklüğü endişe vericidir.
Türkiye, bu makalede gündeme getirdiğimiz doğa ve sosyo-teknik kaynaklı tehlikelerin afete dönüşme olasılığı en yüksek ülkelerden biridir. Bizim de dahil olduğumuz ve BM'nin başlattığı ve yukarıda hatırlattığımız afet risklerinin azaltılması programlarının önerilerini harfiyen yerine getirmenin ülkemize önemli yararları olacaktır.
Bu bağlamda, afet risklerini azaltma konularında afetlere en duyarlı kentler başta olmak üzere yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, toplumsal farkındalık yaratma, katılımcılığın özendirilmesi, izleme ve erken uyarı, sakınım planları oluşturma zorunluluğu, finansal kaynakların oluşturulması vb konularda ilgili mevzuatta gerekli değişiklikler yapılmalıdır.
Bir şey eksik kalmıştı bu coğrafyada; afet risklerini azaltmaya odaklanmış bütünleşik bir afet yönetim ve yönetişim düzeni ve kent planlama düzeni kuramamış, yerelde örgütlenememiş, yerel-merkezi yönetim işbirliklerini geliştirememiştik. Şehircilik bilimini umursamadık. Başta deprem olmak üzere afetlere dayanıklı, yaşanabilir, çevre ve iklim dostu inşaat işlerini ve şehirciliği gerçekleştiremedik
Türkiye’deki can kaybı oranı Japonya’dakine oranla yaklaşık 32 kez daha fazla oluyor
Deprem tehlike haritalarımız ve deprem bina yönetmeliklerimiz var olmasına rağmen şu soru akla geliyor: Bu tehlike ve kurallar biliniyorsa neden depremlerde yıkılıyoruz ve canları kaybediyoruz?
© Tüm hakları saklıdır.