Her bir işinin bünyeme ayrı bir neşe ve keyif yüklediği, bana çok iyi gelen Irmak Canevi’nin “Aralıktan Seksek” sergisi ve sanatın iyileştirici gücü üzerine bir yazı yazmak için bilgisayarı açtığımda karşıma çıkan bir sanat haberi boğazıma bir düğüm, mideme bir yumruk yerleştirmek suretiyle “iyileştirici güç” kavramını yeniden düşünmeme sebep oldu.
Beni hasta eden, geçtiğimiz günlerde Sotheby’s müzayedesinde 6.2 milyon dolara satılan, İtalyan sanatçı Maurizio Cattelan’ın kavramsal işi “Komedyen”in 3. edisyonunu, yani “Dole” marka bir muzu müzayede evinin önündeki tezgahında 35 cent’e satan 74 yaşındaki Bangladeşli Shah Alam’la New York Times’da yapılmış bir röportajdı. Alam, sattığı muzun bir koli bandıyla duvara yapıştırılarak sanata dönüştürüldüğünü ve 6.2 milyon dolara alıcı bulduğunu öğrenince ağlamaya başlamış. 74 yaşında, 5 kişiyle paylaştığı bir bodrum katına ayda 500 dolar kira ödüyor, haftanın dört günü, her türlü havada 12 saat boyunca ayakta kalarak meyve satıyor ve tezgâhın sahibi bile değil; tezgâhın sahibinden saat başı 12 dolar ücret alıyor. Muzu satın alan 34 yaşındaki kripto girişimcisi Hong Kong’lu Justin Sun, X hesabından bu işin birçok tartışmanın konusu olacağını ve tarihe geçeceğini yazmış. 6.2 milyon dolarlık muzunu 29 Kasım’da canlı yayında afiyetle yedi. Sun’un 3. edisyonunu aldığı Cattelan’ın bu kavramsal işi ilk kez 2019’da Miami’de bir sanat fuarında görücüye çıkmış ve ilk iki “edisyon” 120 biner dolara satılmış. Edisyondan kasıt muzun kendisi, zira esas satılan, Marcel Duchamp’ın 1917 tarihli pisuarından beri, aslında bir fikir. İşi satın alanlara aynı zamanda muzu kaç günde bir değiştirmeleri ve duvarda tam olarak kaç santim yüksekliğe yapıştırmaları gerektiği gibi bilgileri de içeren bir “kullanım kılavuzu” ve bir koli bandı veriliyor. Sanatın ne olduğu veya olmadığı, neyin sanat olduğu ya da olmadığı ve kavramsal sanat üzerine saatler ve sayfalar sürebilecek tartışmalar bir yana, dünya ne zaman dev bir muz cumhuriyeti küresine döndü? Kimler nasıl paralarla oynuyor ve zavallı yaşlı Bangladeşli satıcıya biraz “komisyon” vermek sanatçının, muzu alanın veya müzayede evinin hiç mi aklına gelmedi gibi sorularla ruh sağlığımı ve sanatın “iyileştirici gücü”ne olan inancımı tamamen yitirmeden önce, bu saçmalığı kafamdan derhal atmaya karar verdim. Bunun en iyi yolu yeniden “iyi gelen” sanat görmekti, dolayısıyla Canevi’nin sergisine bir daha gittim.
Karaköy’deki Sanatorium galerisinin sokağa bakan camının önünde bir duvar vardır ve içerisi görülmez. Irmak Canevi, dördüncü kişisel sergisi “Aralıktan Seksek”’le ilk kez bu duvarı “deliyor”, ve ortasına açtığı pencereden içeriye bakmamıza izin veriyor. Bu pencereden sanatçının beton ve balmumu kaplı kâğıt kahve bardaklarından ürettiği “Gökkuşağı Ejderi”ni görüyoruz. Yüzü dışarı dönük olan, ilhamını Çin figürü iki başlı ejderhadan alan, üzerinde iki minik gökkuşağı taşıyan bu heykel, oyunbaz ve pragmatik iki farklı kafa arasında köprü kurarken bir yandan da bir inanışa gönderme yapıyor. Hong Kong’daki yüksek rezidansların orta katlarına açılan boşluklardan geçen ejderha ruhlarının dağlardan denize serbestçe ulaşabildiklerine inanılırmış: Bu mimari tasarım anlayışı “rüzgâr” ve “su” anlamına gelen “feng şui” ile ilgili ve mimaride hava sirkülasyonunun önemine işaret ediyor. Ejderha da Hong Kong’daki gökdelenlere benzeyen, ortalarında ve aralarında boşluk olan iki demir ayağın üzerinde duruyor. Ve de alev şekline pleksiglas bir kaide üzerinde. Bu Ejderha’nın alevi ve oraya yine geleceğiz.
Gökkuşağı Ejderi
Canevi buluntu ve eski bir kazak gibi saklanmış malzemeleri çeşitli yöntemlerle bir araya getirip çok özgün heykeller ve kolajlar yaratmış bu sergisinde. Konsept olarak “izin vermek”i seçmiş. Duvarda bir delik açarak izleyiciye verilen izin, her türlü malzemeyle serbestçe yaratmak, üretim tarzını özgür bırakmak, bir anlamda yeniden çocuk olabilmek için kendine verdiği izin ve “yasaklanmış” bir varoluş biçimini, kuirliği kamusal alanda sanatla harmanlamaya dair bir başka kişisel özgürlük izni.
Canevi’nin karton kahve bardakları, pipetler, şişe kapakları, renkli ambalajlar, kokteyl kürdanları, balmumu, şekerler, eski işlerinden parçaları birbirine iliştirerek yarattığı heykellerden bazıları kaidelerine “sağlam” basarken bazıları sanki zorlukla dengelenmiş gibiler; tek başına ayakta duramayacak parçalar birbirine dayanarak birlikte yeni birer varoluş oluşturuyorlar; tıpkı quir varoluş biçiminin dayanışması ve quir bireylerin hayatta kalabilmek, hayata tutunabilmek için birbirlerine sığınmaları gibi…
Gökkuşağı Ejderi (Fotoğraf: Zeynep Aksoy)
Bir büyük şehir tutkunu olan sanatçının gezdiği kentlerde çektiği fotoğrafları soyutlayarak oluşturduğu kolajlar, kutu çerçeveler içindeki maket rölyefler ise adeta ejderhanın masalsı yolculuğundaki uçuş rotasının ipuçlarını veriyor, içlerinde ejderhanın geçebileceği (hatta birinde çaktırmadan geçtiği) küçük muzip boşluklar var. Berlin’de bir mall’da çekilmiş fotoğrafların verdiği ilhamla oluşmuş kolaj/enstelasyonun içine iliştirilmiş, bir barda bulunmuş “erste liebe/ilk aşk” yazısı ya da yine şehir fotoğraflarından ilham alan bir diğer rölyefe dahil olmuş lostra salonu kağıdıyla çekecekler Canevi’nin detaya, sürprizlere ve anılara verdiği önemin simgeleri olarak işlerine dahil oluyorlar.
“Tatlısın” isimli, vakumlanmış şeker, kokteyl kürdanı, çikolata, reçine gibi malzemelerden oluşan (ve benim favorim) heykel hüzünlü bir hikâyeye gönderme yapıyor. Kübalı-Amerikalı sanatçı Felix-Gonzales Torres’in “İsimsiz-Ross’un L.A’deki portresi” (1991) adlı işine… Torres’in bu işi AIDS’ten gün geçtikçe kilo kaybeden hayat arkadaşı Ross’un vücut ağırlığı kadar ambalajlı şekerin galerinin bir köşesine yığılmasından oluşuyordu. Ziyaretçiler bu şekerleri alıp yerken gittikçe küçülen şeker kümesi Ross’un bedeninin virüsle gün geçtikçe erimesini temsil ediyordu. Torres de 1996’da AIDS’e bağlı komplikasyonlar nedeniyle hayatını kaybetti. Canevi’nin şekerleri ise sımsıkı bir aradalar, vakumlanmışlar, kimse onları yiyemez; içindeki bir doğumgünü pastasından kalma “I love you” yazısı, üzerindeki süslü kürdan ve rengarenkliğiyle, mutlu ve sağlam olduğu kadar eğlenceli, oyunlu ve çetrefilli bir varoluşun, yani kuir varoluşun simgesi bence “Tatlısın…”
Tatlısın (Fotoğraf: Zeynep Aksoy)
Sanat bir fikirse, bu sergide de bir fikirler yığını var, her heykelin ve rölyefin arkasında, içinde, oluşum sürecinde, işlerin “Örgüye mi Başlasam?”, “Mısırımı Paylaşmam” gibi yaratıcı isimlerinde… Ve Ejderha’nın nefesinde… Ejderha, belki de gerçek hayatta hiç karşılaşmadığımız mitik bir figür olarak serginin her yerinde; hem eğlenceli hem gizemli ve hem de bazıları için korkutucu; ürkütücülüğü (ve bence bu sergi içindeki zırhı) ateş saçma potansiyelinden geliyor. Ejderha’nın sebep olduğu bir çok yangın var sergide: Rölyeflerin yakılmış ahşap çerçeveleri, iki başlı Ejder’in oturduğu pleksiglas kaidenin alev şeklinde olması, “Tatlısın”ın kaidesindeki yanıklar… Ve, oradaki diğer başka saklı şeyler gibi, ancak sergiyi gidip gördüğünüz zaman fark edeceğiniz, ejderha nefesiyle yanmış çeşitli küçük izler…
Örgüye mi Başlasam?
Müthiş bir emek ve görsel/estetik kaygılarla üretilmiş gerçek, elle tutulur işlerden oluşuyor Canevi’nin sergisi… Buradaki işleri de belli paralar (muz’a göre aşırı makul paralar) karşılığında satın alıp evinize götürebilirsiniz. Çok şükür ki yenilebilir ya da çürümeye yatkın değiller, hayat boyu sizinle yaşayabilirler.
Kulak Ver Bana (Fotoğraf: Zeynep Aksoy)
Canevi’nin sergi kitapçığında Ejder Aydoğdu’nun sergi için yazdığı harika bir Ejderha masalı var, ejderha okulundaki küçük ejderhaların uçuş imtihanı gününe dair. Masalda Şelale Şarkısı adlı küçük ejderha, imtihan sırasında zorlandığı, karanlıkla aydınlık arasında kaldığı an dadısı aydınlık tarafta ne gördüğünü soruyor ona:
“Burada umut var dadı. Kırılganım ama bu duygu benim bir ejderha olduğumu hatırlatıyor bana. Utanmıyorum kırılgan ve duyarlıyım diye. Ben böyleyim işte… Oyunlar oynayıp duruyorum. Yapıyorum, bozuyorum, gülüyorum, eğleniyorum, renklere dalıyorum. Bir rüyada yaşıyorum ve o rüyada olmak ahh ne güzel!”
Dünyanın en birbirinden alakasız iki sanat olayını nasıl olup da aynı yazıda bir araya getirmeyi başarabildim diye düşünürken bu masalı okuyunca sonunda bir anda kendi derdime aydım: Benim için o muz ve bütün hikayesi vahşi kapitalizmi, toksik masküleniteyi, küresel finans dünyasının sevimsiz, tekdüze karanlığını, canavarca tüketmenin yarattığı esareti; Canevi’nin rengarenk, eğlenceli, yaratıcı, bol göndermeli sergisi ise bunun tam tersini; aydınlığı, özgürlüğü, buluntu malzemeyi dönüştürerek var olandan, belki çöpe atılacaktan yeni değerler yaratmayı, neşeyi, sevgiyi ve kuir varoluşun her daim çocuk kalma merakının o karşı konulmaz cazibesini temsil ediyor da ondan aynı yazıda bir aradalar. Karanlığa karşı aydınlık…Uyanıklığa, kısa yoldan köşeyi dönmeye karşı emekle üretmek... Şuursuz tüketime karşı var olanı bilinçle yeniden değerlendirmek… İçinde yaşadığımız dünyaya karşı arzu ettiğimiz dünya.
Benim sanatla ilişki kurarken 35 cent’ten sırf bir sanatçı duvara yapıştırdı diye 6.2 milyon dolara satılan ve onu satan 74 yaşındaki Bangladeşli göçmeni ağlatan bir muz yüzünden üzülmeye değil, iki başlı gökkuşağı ejderinin uçuşuyla güzel hayaller kurmaya ihtiyacım var; bence tüm dünyanın ve insanlığın da… O yüzden, lanet gelsin acımasız ve vahşi kapitalizmin yücelttiği her boş işe… Muz çoktan yendi, tüketilip bitti, Irmak Canevi’nin mutluluk saçan sergisi ise 21 Aralık’a kadar Sanatorium’da.
Zeynep Aksoy kimdir?
Zeynep Aksoy İstanbul’da doğdu. Sankt Georg Avusturya Lisesi’nden sonra ABD’de University of Rochester ve Eastman School of Music’te müzik ana dal, sahne sanatları ve sanat tarihi yan dallarında lisans eğitimini tamamladı.
ABD’nin en prestijli üniversitelerinden Brown University’de tiyatro çalışmaları alanında yüksek lisans yaptı. Bir süre New York’ta çeşitli tiyatro ve film şirketlerinde çalıştıktan sonra Türkiye’ye dönüp Radikal İki ve Milliyet Sanat’ta sahne sanatları eleştirileri yazmaya başladı.
20 yıla yakın eleştirmenlik kariyerinde basılı neredeyse her medyada yazıları yayımlandı. “Denizkızı” adlı romanı 2003’te yayınlandı.
T24’teki Haftalık yazıları dışında Milliyet Sanat’ta opera bale yazıları, #tarih dergisinde sinema ve dizi yazıları yayınlanıyor.
Bu aralar bir oyun, bir film ve bir dizi senaryosu üzerine çalışıyor. Boş zamanlarında geziyor, çiziyor ve müzikle uğraşıyor. İki köpek üç kedi annesi…
|