19 Ağustos 2024

Hukukun gözünde “kesinlikle geçersiz duruşma”ların insanlarımıza yaşattığı çileler-IV

Türk yargılama süreci hukukunda “duruşma,” asla bir “TARTIŞMA” boyutuna ulaşamamış, yani taraflarca sergilenen görüşleri karşılıklı tartma değil, başlamasıyla bitmesi hemen hemen aynı anda yaşanan içeriksiz ve biçimsel bir olay düzeyine indirgenmiştir. Amacı ise, daha sonraki oturumların tarihini belirlemektir

Yıl, 1993 ve bir uyarı mektubu

Demek, stajımın başladığı 1961 yılının üzerinden otuz iki yıl geçmiş.

Tarihi Eski Tunç Çağına (MÖ 3000) değin uzanan, İskenderiye ile birlikte düşünce tarihinin ilk iki büyük kitaplığından birinin sahibi olmanın şerefini taşıyan, bilim ve sanatın merkezi “Pergamon Krallığı”nın (MÖ 282-133) başkenti olan Bergama’da uluslararası bilimsel bir toplantıdayız.

Toplantıya Almanya Wuppertal Eyalet Mahkemesi Başkanı Dr. Klaus Wiese de katılmış ve Türk mahkemelerinde yapılan duruşmaları izlemek istediğini söylemişti.

Bunun üzerine ilçe (baş)savcısını aramış, konuk yargıcın asliye hukuk, ağır ceza ve asliye ceza mahkemelerindeki duruşmaların özellikle son oturumlarına katılmasına yardımcı olmasını istemiştim.

Bu dileğim yerine getirilmiş, Alman meslektaşıma da ertesi günü izlenimlerini sormuştum.

Ancak konuk Alman yargıç, bu konuda konuşmakta çok isteksiz görünmüş ve en sonunda da düşüncelerini bir mektupla ileteceğini söylemekle yetinmişti.

Nitekim Almanya’ya döner dönmez de, Başkan Dr. Klaus Wiese, izlenimlerini yazmıştı.

Özetle Yargıç Wiese, “Sizler, anladığıma göre, bizden aldığınız yasaları çok değiştirmişsiniz. Ben, çok ülke gezdim. Ancak sizin ülkenizdeki gibi duruşma yapıldığını hiç görmedim. Yargıçlarınız, duruşma sırasında tarafları hiç dinlemiyor, sadece daktiloda yazan yazmanlarla ilgileniyorlar, uğraşıyorlar” diye yazıyordu, mektubunda.

Hiç kuşkusuz karşıt görüşlerin doğru dürüst tartışılmadığına vurgulayan bu tanı (teşhis), hiç kuşkusuz çok açık ve de, itiraf edelim ki, çok da doğruydu.

Değişen hiçbir şey olmadığı için, ne yazık ki, bugün için de doğrudur, bu tanı.

Yargılama hukuku sürecinde ülkemizde özellikle duruşma aşamasının başına gelenler, gerçekten çok üzücü, çok da düşündürücüdür.

Özetle Şemseddin Sâmi’nin berrak anlatımıyla Türkiye, duruşma aşamasında bırakınız “Hasenâtı (iyilikleri) seyyiâtına (kötülüklerine) galip (üstün)” bir dizge (sistem) yaratmayı ve bu dizgeyi uygulamayı, “duruşma aşaması”nın ne olduğunu bile anlayamamış, kavrayamamıştır.

Doğaldır bu. Sözgelimi, inceleyiniz. Göreceksiniz ki, Atina’daki Ulusal Müzede Adalet Tanrıçasının (θέμις, Thémis) gözleri hiçbir dönemde kapatılmamıştır. Özenli ve akılcı sakınma, öngörü, direnç ve ölçülülüğün simgesi olan Adalet Tanrıçasının bir elinde, ölçülü düzeni (taxis) anlatmak için terazi; öbür elinde ise, aklı (logos), hukuku ya da akla, bilime ve adalet değerine dayanan yasayı (nomos) anlatmak için bir kitap (vivlío, [Βιβλίο], liber) bulunmaktadır.

Buna karşılık ülkemizin birçok adalet sarayında, hatta hukuk fakültelerinin bahçelerindeki heykellerde bile Adalet Tanrıçasının gözleri kapalıdır, elinde de bir kılıç vardır.

Emeklilik dönemi

Yıl, 2021

Taşrada bulunurken hukuk mahkemelerinde yıllarca hükümler kurmuş, Yargıtay hukuk dairelerinden birinde on yıl başkanlık yapmış olan sınıf arkadaşı emekli 85’lik yargıç, bir gün “Üst düzey bürokrat bir karı koca, apartman dairemizde her ay 2.100 lira kira ödeyerek oturmakta. Bu bedel elbette çok gülünç. Ancak buna karşın kira tutarını artırmayı akıllarına hiç getirmemektedirler!?” diyerek kendisine yakınmıştır.

Hak, hukuk ve adaletten sık sık söz eden, zaman zaman da yeri göğü inleten insanlarımız ve ahlak açısından bu durum, elbette çok üzücü ve utanç verici, her insan açısından elbette çok düşündürücü ve de uyarıcıdır.

Bunu dinleyen meslektaşı, bu davranışın, suçbilimsel (kirimonolojik) açıdan bir tür “ak gömlekli suçu” olduğunu belirterek, neden bir dava açmadığını sormuştur, meslektaşına.

Bunun üzerine o yıllarda yine seksen beş yaşını yaşayan sınıf arkadaşı, sokaktaki insanlarımızın da bildiği şu yanıtı vermiştir: “Bu ülkede böyle bir dava kaç yıl sürer, sözde, görünüşte hukuksal, ancak akıl ve çirkin oyunlarla ne kadar sürdürülür sen bilir misin? Böyle bir davada kötü niyetli karşı taraf, sık sık hukuku saptıran bütün oyunları oynayacak, beni sürüm sürüm süründürüp, hem hukuku, hem de benin sinir sistemimi yıpratacak, sağlığımı bozacaktır. Büyük olasılıkla ben ölmeden de, bu dava bitmeyecektir!?

Ülkemizde yaşanan hak arama özgürlüğü ve hakkıyla, duruşma gerçeği ve utancıyla ilgili, hemen herkesin yaşadığı bir gerçeği dile getiren bu yanıt, kuşkusuz yargılama hukuku ve duruşmalar açısından çok anlamlı, herkesi düşünmeye zorlayıcı, hakkını arama özgürlüğü ve adalet açısından ise, kuşkusuz çok, ama çok uyarıcıdır.

Her hukukçu için ise, çok üzücü, ancak çok da düşündürücü bir derstir.

Nitekim evini boşaltması için bir hukukçu kiracısına karşı dava açmayı düşündüğünü söyleyen sınıf arkadaşına da, o daire başkanının önerisi şu olmuştur: “Sakın dava açma. Duruşmayı uzatmak için bir sürü saçma, gerçek dışı ve duruşma etiğini çiğneyen nedenlerle karşılaşır, kahrolur, yıpranır ve bu yaşlı döneminde çok, ama çok üzülürsün. Bu ülkede hak alma özgürlüğü bir masaldır. Çünkü hakkını aramaya kalkışmak, kitaplarda doğru; ancak uygulamada sürünmek demektir!” 

İşte sizlere, Ayşe teyzeler gibi düşünen, onca yılın deneyimli bir hukukçusunun ülkemizde yaşanan yargılama ve duruşma etkinlikleri ile ilgili görüşleri.

Elbette çok üzücü, ancak her Allah’ın günü bütün mahkemelerimizde yaşanan, hiç kimsenin üzerinde durmadığı bir gerçektir, bu.    

Ve Cumhuriyet’in yüz yaşını doldurduğu yıl, 1961’den 63 yıl sonra yaşanan duruşmalardan bir örnek

Ancak o hukukçu, sınıf arkadaşını, meslektaşını dinlememiş, anayasalarla herkesin beynine çakılan o çok çalımlı “hak arama özgürlüğü”ne dayanarak mülkiyeti kendisine ait bir kiralananı boşaltma (tahliye) davası açmış, mahkeme koridorunda duruşmaya, yani “karşılıkla tartışma”nın yaşanacağı mahkeme salonuna çağrılmasını beklemektedir.

Elbette bu dava, stajından 63, bu konuşmadan yaklaşık 2, “Çabuk karar verin. Doğru karar verirseniz on sevap, yanlış karar verirseniz bir sevap kazanırsınız” hadisinden 1.500, “Adaleti ödül beklemeden yerine getirin.  Kendi yanlışınız yüzünden mutsuzsanız, suçu Tanrıların üstüne atmayın. Tilkilerin izini sürmeyin!” diyen Solon’dan aşağı yukarı 2.500 yıl sonradır.

Önceki davaların taraflarının, çağrılan duruşma salonuna girip, birkaç dakika içinde çıktıklarını gören davacı yaşlı hukukçu, kendi duruşmasının da aynı akıbeti yaşayacağından kaygı duymakla birlikte yine de Cumhuriyetin yüz birinci yılında duruşma kavramının değişmiş olabileceğini ummaktadır.

Derken, kırk yıl yargılama erkinde kamu davaları açmış, yargılar kurmuş, otuz yıl Yargıtayda ilk mahkemelerce kurulan yargıları denetlemiş, on sekiz yıl Üniversitede suç ve yargılama hukuku dersler vermiş, bu konuda kitaplar yazmış olan davacı, kırk davanın içinde son sıralara yakın olan davasının duruşması için salona çağrılmıştır.

Salona girer girmez, yargıcın arkasında şu özdeyişin (!) yer aldığını görmüştür: “Adalet, MÜLKÜN temelidir.”

İşte, o yaşlı davacının umutsuzluğu, bu çağdışı, bilgisizlik, bilinçsizlik ürünü çeviriyle birlikte başlamıştır, aslında.

Demek, bu ülkede padişahlığa 101 yıl önce son verilmiş; ancak yargılama erkinde yer alan mahkemelerimizin, hukukçularımızın anlayışı, hâlâ Osmanlı’da, yani çağın çok gerisinde kalmış, hiç mi hiç değişmemiş.

Zira gerçekten bilindiği üzere Osmanlı’da sadece günümüzdeki yaklaşık otuza yakın devletin kurulduğu topraklar değil, bir bakıma toplum ve düzen de Osmanlı sultanının mülküydü.

Oysa şimdilerde bu düzen, çoktan tarihe gömülmüştür. Bu düzen, artık bütün ülkelerde yalnızca halkındır. Dolayısıyla bütün dünyada çoktan değişen bu küresel özdeyiş, uygar toplum olduğu iddiasındaki Türkiye Cumhuriyeti’nde günümüzde bile Arapçadaki “El adl-ü essas-ül mülk” sözünün sözcük sözcük çağ dışı bir çevirisidir.

Nitekim aynı özdeyiş, hemen hemen başlıca batılı dillerde de vardır ve şöyledir: Latince’de “Justitia est fundamentum regnorum,” Fransızcada “La justice est le fondement de l’ordre,” İngilizcede “Juctice is the fundation of order,” İtalyancada “La giustizia è il fondamento dell’ordine,” İspanyolcada “La justicia es la base del orden,” Portekizcede “A justiça é a base da ordem.

Öyleyse bu özdeyişin çağcıl ve doğru çevirisi kuşkusuz şudur: “ADALET, TOPLUM DÜZENİNİN TEMELİDİR.”

Demek, Türk hukuk anlayışı, kamuoyu, yirmi birinci yüzyılda bile bu anlayışa, bu bilince henüz ulaşamamıştır.

Ne yazık ki, çağın, çok, ama çok gerisindedir.

Dolayısıyla bu belirleme, bu tanı, elbette çok üzücüdür!

Unutulmamalıdır ki, toplum yaşamında insanı öbür canlılardan ayıran, insanı insan kılan en yüce değer ve duygu, hiç kuşkusuz insan sevgisi (insancılık); en kutsal değer ve duruş ise, elbette adalettir.

Çünkü adalet, uygar olduğunu iddia eden bir toplumda her bireyin erdemi; dolayısıyla her toplumun değişmez ülküsüdür.

Çünkü toplumlar, ancak adalet düşüncesini sindirip özümseyebildikleri ölçüde, insanca (hümanist) bir yaşam düzeyine kavuşabilir, insancılaşabilirler.

Kedi, cılız, sakat yavrusunu yer; annedir, ancak adalet bilincinden yoksundur. Aslan, avını doyuncaya dek yer, yalnızca artanı başka hayvanlara bırakır; güçlüdür, ancak âdil değildir. 

Bu yüzden hukukun iki özü ve bir değişmez amacı vardır: Adalet ve ahlak özlerine dayanan bilinçle insanlar arası barışı sağlamak.

Zira “Barış ile ahlak ve adalet, sürekli olarak buluşurlar.” (Radbruch.)

Uyuşmazlık, insan toplumlarında ve hukukta ayrıklı (istisnai) bir durumdur. Asla bir kural değildir. Asıl olan, uyuşmadır.

Bunun en çapıcı örneği, hukukumuza da giren “arabuluculuk” kurumudur.

Ne yazık ki, ülkemizde bu ana kuralı, günümüzde bile anlamayan hukukçular var.

Çok üzücü.

Bu ara sözlerden sonra dönelim o duruşma aşamasının sözde ilk oturumuna. 

Yılların hukukçusu olan yaşlı davacı, her şeye karşın, Anayasa’da yer alan o çarpıcı ve çalımlı başlığıyla “hak arama özgürlüğü”nün gerçekleştirileceği umuduyla kiralanan evini boşaltma ihtarını süresinde, yani 86 yaşında yapmış, davayı yasanın öngördüğü zamanda açmış, duruşma oturumuna, yani Türk uygulamasına özgü duruşmanın ilk oturumuna da, ancak ve ancak altı ay sonra, yani 88 yaşında katılmış, daha doğrusu katılabilmiştir.

Yani ihtardan iki yıl sonra!?

İlk soruyu sorur, kendisine yaşlı davacı: “Gerçekten bu bir hakka uluşma davası mı yoksa mahkeme koridor ve salonlarında sürünme mi!?

Geçelim.

Bilindiği üzere, iki bilim alanının, yani matematiğin ve mantığın kuralları, bırakınız dünyayı, evrenin hiçbir köşesinde asla tartışılamaz. Çünkü çürütülemez.

Davacı, yanıtında bunları bile çürütmeye kalkışan davalı vekilinin yüzüne hiç bak(a)madığını görmekte, bunu onun yaptığı ve kendisini araç kıldığı haksızlığının bilincinde bulunduğu anlamında ve iyimser biçimde yorumlayarak biraz umutlanmış ve malik olduğu evler arasında hukuksal, bu nedenle de davanın alınyazısını belirleyici bir terimle “SEÇİM HAKKI”na dayanarak apartman dairesini boşaltma kararının, dosyadaki açık ve yeterli veriler gözetilerek tek oturumda bir an önce verilmesini istemiştir.

Haklıdır. Dolayısıyla da hukuksal olarak böyle bir kararın verileceğini ummakta ve beklemektedir.

Ancak, o da ne?

Davalı vekili, aynı oturumda “Taşınmaz kiralanmasından doğan dava yargılamasının uzun sürdüğü herkesin malumudur” diyerek dürüstçe bir itirafta bile bulunmasına karşın, bu itirafla çelişkiye düşme pahasına, yaşlı davacıyı şaşırtan bir umulmadık bir çıkışla doğru dürüst hiçbir neden göstermeksizin, davacının daha önce hiç görmediği ve tanımadığı duruşma yargıcının reddini istiyor.

O anda da her şey değişiyor.

Çünkü henüz başlamak üzere olan duruşmanın yüreğine sokulan bu hançerin davayı uzatmak amacını taşıdığı, on üç yaşındaki çocukların bile anlayabileceği kadar güneş gibi apaçık ortadadır. Dolayısıyla bu istek, kuşkusuz avukatların hukukun doğru uygulanmasını sağlama yükümlülüğüne, ödevine ve yargılamada dürüstlük ilkesine aykırı, adaleti ise yıpratıcı, üstelik de çok çıplak ve yavan bir yalandır. Çünkü bu isteğin, elbette haklılık ve dürüstlük bilinciyle değil, isterse hukuk ve adalet yıkılsın, davayı ve duruşmayı uzatmak, sürüncemede bırakmak gibi yapay ve çarpık bir bilinçle yapıldığı besbellidir.

Hiç de güzel bir girişim değildir, bu.

Ancak bu konuda, ret nedeniyle katlanılacak disiplin para cezası, ne yazık ki, ulaşılacak amaca göre çok azdır (HMK, m. 36, 41-1/b, c), bu yüzden de asla caydırıcı değildir.

Aynı zamanda birer hukukçu olan davalı ve vekili, olasılıkla hukukçu yakınları tarafından kotarılan ve hukuku tasarlayarak, taammüden kirleten bu istek hakkında düşüncesini soruyor davacıya, yargıç.

Yasal anlamda bir duruşma yapılacağı umudu ve inancıyla derdini anlatmak için yirmi beş kilometre öteden gelen yaşlı davacı, bu istek karşısında ilkin şaşırmış, sonra da çok üzülmüştür. Çünkü açtığı davanın alınyazısının olasılıkla kendisinin yaşı nedeniyle yakınlarda umulan ölümüne bağlayan, âdil hukuk değil, kirli kişisel çıkar düşüncesiyle davalı ve vekilinin davayı uzatıp sürüncemede bırakmak ve de bunda yarar gördükleri için hukukta ne kadar kurum varsa kötüye kullanmakta kararlı olduklarını görüyor, kısaca bunu dile getirerek mahkemenin bu kınanası tuzağa düşmemesini diliyor ve özellikle de davanın temel dayanağına, yani hukuk diliyle “TERCİH HAKKI”na yaslanılarak bir an önce karar verilmesini istiyor ve de diliyor.  

Duruşma oturumunu yöneten yargıç ise, varoluş nedeni, tarafların dileklerini yüksek sesle açıklamak olan ve görüşlerini karşılıklı tartışmak için icat edilen, bu nedenle de yargılamanın en önemli aşaması olan duruşmaya, daha doğrusu ülkesinde kaç oturum süreceği belli olmayan duruşmaya, dolayısıyla doğru adıyla “tartışma” aşamasına giriş bile olmayan o ilk oturuma son veriyor ve tutanağa davacının değindiği hukukta başat bir kavram olan “seçim hak”kından bile söz etmeye gerek duymaksızın, sadece kısa bir cümleyle davacının “dava konusu taşınmaza ihtiyacım var” dediğini yazdırtarak, ret konusunun ilgili mahkemeye sunulacağını belirtiyor, hak arama özgürlüğünü somut olarak kullanmak isteyen davacının başkaca diyeceklerini sormaya bile gerek duymaksızın tam beş satır tutan bir tutanakla bir çırpıda bitirdiği bu ilk oturumda, sonraki oturumu yaklaşık yedi ay, evet, yani yarım yılı aşan bir tarihe erteliyor.

Evet, yaşanan olgunun adı, sözlüklere göre belki duruşma oturumudur.

Ancak hukuka göre duruşmayı, yani hukuk anlamında ve batı uygulamasına göre, bırakınız tartışmayı, tartışmaya başlamak bile değildir, bu işlem.

Öğrencilik dönemi dâhil tam 69 yıl hukukun içinde bulunan davacının elbette nutku tutulmuştur. “Duruşma salonu”ndan, gerçek deyişle insanların sadece karşılıklı durmakla yetinmek durumunda kaldıkları o sözde duruşma salondan şaşkınlık içinde çıkıp gidiyor!?

Çünkü yineleme pahasına bir kez daha vurgulamak gerekir ki, daha sonra değinileceği üzere, gerçekte her gün ülkemizin her mahkemesinde yaşanan bu olay, hukuksal anlamda asla bir duruşma değildir.

Dahası, bırakınız duruşma olayı olmayı, bu olay, başlamasıyla bitmesi aynı anda yaşanan ve kendi kendisini aldatan bir gösteridir, o kadar.

Öte yandan bu durum, asla o mahkemeye ve sözüm ona duruşma oturumuna da özgü de değildir, hemen her gün ülkemizde bütün mahkemede binlerce kez yaşanan ve yinelenip duran, tam anlamıyla genellik kazanmış olaylardan sadece biri; Alman Yargıç Wiese’ın dediği gibi, Hukuk Yargılama Yasası’nın çarpıtılmış uygulamalarının yerleşik ve çok tipik bir örneğidir.

Özetle Türkiye’de hemen her mahkemede her gün hiçbir şey üretmeden yaşanan olaylardan birinin çok sıradan somut bir örneğidir.

Nitekim bu durumu, salondan çıkarken yaşlı davacıyı gören avukatlar da doğruluyorlar. 

Demek oluyor ki, Türk yargılama süreci hukukunda “duruşma,” asla bir “TARTIŞMA” boyutuna ulaşamamış, yani taraflarca sergilenen görüşleri karşılıklı tartma değil, başlamasıyla bitmesi hemen hemen aynı anda yaşanan içeriksiz ve biçimsel bir olay düzeyine indirgenmiştir.

Amacı ise, daha sonraki oturumların tarihini belirlemektir.

O kadar.

Bu tarih ise, birkaç gün sonrası değil, sözgelimi, yargıcın reddi için yeterli birkaç gün sonraya ertelemek de değildir.

Dahası bu noktalar hiç kimsenin aklına bile gelmemekte, uzun araştırmaları gerektiren olağan dışı bir durum varmış gibi, ikinci oturum, pek çok davada sık sık yaşandığı gibi, yaklaşık yedi ay sonraki bir tarihe ertelenmektedir.

Bu arada anımsatalım ki, anayasal boyuttaki hak arama özgürlüğü hiç kimsenin aklına bile gelmemekte, bizzat hukukun uygulamacısı olan yargıçlarca bile hiç umursanmamaktadır(!?)

Çünkü burası Türk mahkemesidir. Yapılanlar hukuka uymasa bile ona herkes saygı duymalıdır. Çünkü Atatürk’ün sık sık üzülerek dile getirdiği gibi “Biz, bize benzeriz” başkalarına değil.

Bu yüzden de hukuku da bize, kendimize benzetmekte çok ustayızdır. 

Davalı vekiline gelince, şimdilik o, kolayca kestirilebileceği üzere, kanımızca hukuk ve hukukçu olarak kınanası amacına ulaşmanın zaferiyle(!) duruşma salonundan arkasına bile bakmadan, daha doğrusu olasılıkla bakamadan, ancak, kim bilir belki de zafer kazanmanın sevinciyle –nasıl bir zafer ve sevinçse bu- duruşma salonundan hemen çıkıp gitmiştir(!?)

Şimdilerde ise, olasılıkla hukukçu davalı ve vekili, bu zaman ve zafer kazanmanın ve de o taşınmazda ucuz kira karşılığı oturmanın mutluluğuyla -nasıl bir mutluluksa bu?- olasılıkla zil takıp oynamaktadırlar, bu dar ve adaleti çarpıtan üzücü hukukun dünyalarında.   

Davacı yaşlı hukukçuya gelince, o, ülkesindeki yargılama, duruşma ve adalet anlayışının hemen her gün her mahkemede yinelenip duran bu türden kaba saba yanlışlıkları sürekli izlemenin üzüntüsünü sürekli yaşamış, bu konularda çok şeyler yazmış, çizmiştir.

Ancak çok az kitap okuyanların bu ülkesinde hiçbir sonuç alamamıştır. Ama yine de yazıp çizmeyi sürdürecektir.

Belki bilime bir danışan çıkar, kim bilir!?

Çıkmazsa, bundan sonra da aynı şeyler yaşanacak demektir, kim bilir?

O davacılar buna müstahak mıdır, yoksa mahkûm mudurlar!

Türkiye, bu sorunun yanıtını mertçe vermek zorundadır.

Yaşlı davacı, yıllardan beri bunun düzeltilmesi için meslek yaşamında sürekli yazılar yazmış, derslerde öğrencilerini sık sık uyarmıştır.

Tıpkı 1940’lı yıllarda İstanbul Ü. Hukuk Fakültesinde kırk yıl hocalık yapan Merhum Ord. Prof. Dr. Mustafa Reşit Belgesay gibi.

Gerçekten Belgesay, öğrencilerine İstanbul’da tek doğru duruşma yapan asliye hukuk yargıcı Dr. Amil Artus’un yanında staj yapmalarını sürekli öğütleyip durmuştur.

Çünkü Lozan’da doktorasını yapan Merhum Artus, olasılıkla orada zaman zaman mahkemelerde yapılan duruşmaları da izlemiş; fakültede okutulan bilgilerin duruşmalarda canlı olarak nasıl yaşandığına tanık olmuştur.

Ancak o yaşlı davacı, bu konuda kendi davasında bile başarılı olamamanın kahredici kaygısı ve de üzüntüsü içindedir ve bu duygularla duruşma salonundan çıkıp gitmiştir. 

Çünkü aslında yargıç, yaşlı davacı bunları düşünürken, insanları bilimden ve eleştirel düşünmeden uzaklaştıran, bilimin değil, uygulamada öykünme ürününün bir türü olan GD (gereği düşünüldü) söylemiyle duruşmanın ikinci oturumunu çoktan altı, yedi sonraki bir tarihe ertelemiş, yaşlı davacının payına da hukuka aykırı ve duruşma aşamasının özünü yıkıcı bu işlemler nedeniyle çok üzülmek ve bunları, birçok kez yaptığı gibi, sadece hukuk adına bir kez daha dile getirip en azından başkalarının da başlarına gelmesin diye, kamuoyuyla, özellikle de hukuk kamuoyuyla paylaşmak kalmıştır.

Özetle, yineleyerek hep birlikte belirtelim ki, ülkemizde her gün görülen ve yaşanan bu örnek, kolayca anlaşılacağı gibi, aslında hukukun öngördüğü anlamda asla bir “duruşma” değil; Türkiye’ye özgü, evet bildiğimizce, yalnızca bize özgü, uygar ülkelerin hiçbirinde görülmeyen ve her gün binlerce mahkemede yinelenen bir işlemdir; o kadar.

Gerçekten bir verimsiz yinelemelerden ibaret olan bu duruşma anlayışını koridorda bekleyen orta yaşlı bir avukat da, şöyle açıklamıştır, yaşlı davacıya: “Hemen her gün, çoğu mahkemelerde sözüm ona ortalama kırk elli dava görülüyor. Ancak hiç denecek kadar az karar veriliyor. Hatta bazı günler, karar bile verilmiyor, daha sonraki duruşma oturumları da aylarca sonraya atılıyor.” 

Bu doğru bir belirlemedir. Zira bu yararsız, anlamsız, sıradan, hatta gereksiz işlemin bütün ülkemiz mahkemelerinde, bütün davalarda her gün yinelendiğini, sadece hukukçular değil, hemen herkes, Ayşe teyzeler bile bilmektedir.

Ancak hiç mi hiç sesimizi çıkarmamaktayız. Çünkü ozanın dediği gibi, “Bunalıyoruz çocuk, bunalıyoruz / Biçim veremediğimiz şeylerin / Biçimini alıyoruz” (Şükrü Erbaş) ve bunu, üretmeden yineleyip ve de tüketip duruyoruz.

Öyleyse geliniz, saçma, böylesi yararsız ve doğuluca didişmeleri, biçimsel gösterileri bir yana bırakalım.

Bırakalım ve hep birlikte hukuka uygun duruşmanın ne olduğu ve bu türden işlemlerin nasıl düzeltilmesi gerektiği üzerinde duralım.

Devamı yarın


Prof. Dr. Sami SELÇUK
(Eski Yargıtay Birinci Başkanı)
(Eski İ. D. Bilkent Ü. Hukuk Fakültesi öğretim üyesi)

Yazarın Diğer Yazıları

Hukukun gözünde “kesinlikle geçersiz duruşma”ların insanlarımıza yaşattığı çileler -X

Bu ülkede meslek ahlakını bile zorlama pahasına, yargılama etkinliği ve duruşma aşaması, meşru yatağından çoktan çıkmış, haksızlığın, adaletsizliğin çok çarpıcı, üzücü bir aracına dönüşmüştür

Hukukun gözünde "kesinlikle geçersiz duruşma"ların insanlarımıza yaşattığı çileler - IX

Herkese sesleniyorum: Geliniz, ilkin duruşma anlayışımızdaki kaba saba hukuka aykırılıkları değiştirelim

Hukukun gözünde “kesinlikle geçersiz duruşma”ların insanlarımıza yaşattığı çileler - VIII

Ne yazık ki, bu ülkede özellikle de hukukta, hiç kimsenin ince şeyleri anlamaya, düşünmeye hiç vakti ne dünde olmuş ne de bugün olmakta!..

"
"