22 Mart 2025
1984 yılının eylül ayında incelemeler yapmak üzere, T. Ceza Yasası’nı aldığımız ülkenin başkentine, Roma’ya gitmiştim.
Havanın çok güzel olduğu bir gün, Roma’da dolaşırken karşıma giriş kapısının üzerinde “Yargıçlar (ve Savcılar) Kurulu” yazan bir bina çıkmaz mı?
Hemen içeri girip kendimi tanıtmıştım.
Kurul üyesi bir asliye hukuk yargıcı gelip beni toplantı salonuna götürmüş ve Kurulun çalışmaları hakkında bilgi vermeye başlamıştı. Eğer bir gün önce gelmiş olsaydım, Kurulun Cumhurbaşkanının başkanlığında yaptığı toplantıya katılmış olacaktım.
Bir ara Kurulun doğal üyelerinden Yargıtay Başkanı ile Yargıtay Nezdinde C. Başsavcısı da benimle tanışmış, özellikle Başsavcı, kendisini ziyaret etmemi, benimle makamında görüşmek istemişti.
Meslektaşım yargıç, Kurulun tarihçesini, oluşumunu, yetkilerini, görüşme biçimini anlatıyor, ben de notlar alıyordum. Kurul üyeleri yerlerini almaya başlayınca, Kurulun toplanmak üzere olduğunu anlamış ve yargıç meslektaşıma teşekkür ederek ayrılmak üzere izin istemiştim.
Ancak meslektaşım, kalabileceğimi, Kurul toplantılarının herkese açık olduğunu söyleyince çok şaşırmış, bunun üzerine kendisi hakkında disiplin soruşturması yapılan bir yargıç ya da savcının da bu toplantılara katılıp katılamayacağını ya da izleyip izleyemeyeceğin sormuş ve şu yanıtı almıştım: “Elbette katılıp izleyebilir. Ancak söz hakkı yoktur.”
Bu yanıt, beni çok şaşırtmış ve bana kendi ülkemdeki uygulamayı düşündürtmüştü.
Çünkü benim ülkemde bu türden toplantılar ve görüşmeler, yalnızca gizli kapılar arkasında yapılıyordu. Bununla da kalınmıyor, sözgelimi, bir disiplin yaptırımı uygulanan bir yargıç ya da savcı, buna itiraz edince, bu başvurusu çoğu kez yalnızca reddedilmekle kalmıyor, kendisine değişmez ve kalıplaşmış bir yanıt veriliyordu: “Dosyanızdaki bilgi ve belgelere göre itirazınız reddedilmiştir.”
Yanılmıyorsam, günümüzde de öyle.
Bu yanıtı alan yargıç ya da savcı da, “Dosyamda bulunan ve sözü edilen belge ve bilgiler acaba nelerdir?” diye kara kara düşünüyor ve bunun yanıtını bir türlü bulamıyordu.
Demek, rejim, özellikle demokrasi anlayışı açısından Batı ile aramızda büyük bir uçurum vardı. Batı ülkeleri Fransız düşünür Attali’nin vurguladığı üzere, bilinen kökleşik (klasik) demokrasi anlayışını çoktan geride bırakmış, “yüksek demokrasi”nin (la hyperdémocratie, Jacques Attali, Une brève histoire de l’avenir, Paris, 2006, s. 11) bir uygulaması olan ve bin iyiyi bir kötüye kul köle etmeyen “gün ışığındaki demokrasi”ye (la démocratie à ciel ouvert) çoktan adım atmış; çağdaş (contemporain) değil, çağcıl (moderne) insanı yaratmaya çoktan başlamışlardı bile.
Çünkü o ülkelerde, “Avrupa Birliğine neden bizi almıyorsunuz diye sordum?” ardından da “Avrupa insan Hakları Mahkemesi ne karar verirse versin, öder geçeriz” diye çalım satanları hiç kimse ciddiye almıyor; elbette iktidara da taşımıyordu.
Geçelim.
Ertesi günü Yargıtay nezdindeki başsavcıyı ziyaret etmiş ve orada da düşünce özgürlüğüne saygı açısından Doğu insanının aklının alamayacağı, bilincinde hiçbir zaman bulunmayan bir olayla karşılaşmıştım.
Zira başsavcının karşısındaki koltuğa oturmuş konuşurken gözüm onun koltuğunun arkasındaki yağlı boya resme takılmıştı. İtalya’nın tanınmış tarihsel önderlerinden ya da hukukçularından benim bildiğimce hiçbirine benzemiyordu, resimdeki yüz.
İşte bu durumu anlayan başsavcı, resmin kendisinden önceki bir meslektaşına, İtalya’nın yetiştirdiği çok değerli ve ünlü bir hukukçuya ait olduğunu belirttikten sonra sözlerini şöyle bitirmişti: “Mussolini’den önceki faşistlerdendi.”
Evet, İtalya, yaşadığı acılı faşist dönemi çoktan geride bırakmış, yukarıda belirtildiği üzere bir bakıma yüksek demokrasiye, onun uygulama biçimlerinden biri olan gün ışığındaki demokrasiye çoktan adım atmıştı. Bütün bunlara karşın acılarını yaşadığı, ancak artık tarihe gömülen faşist dönemi ve yandaşlarını asla yadsımıyor, hatta onlardan bilime ve ülkesine hizmeti geçenleri nesnel bakışlarla değerlendiriyor, minnetle anmayı sürdürüyordu. Nitekim parlamento binasında da geçmişin ünlü komünist ve faşist milletvekillerinin büstleri yana yanaydı.
Buna karşılık biz Türkler, “demokrasi,” “özgürlük” sözcüklerini her gün milyonlarca kez söylüyorduk söylemesine, ancak “demokrasi ve özgürlük bilinci”ne, “Ben ileride öyle bir rejim istiyorum ki, o rejimde padişahlığı savunanlar bile bir parti kurabilsinler” diyen Atatürk’ün dışında, hiçbirimiz ulaşamıyorduk.
Demek, Hollandalı düşünür Johan Huizinga (18721945), “Dönemler çökerken bütün eğilimiler, özneldir. Yeniçağın koşulları olgunlaşırken, bütün eğilimler nesneldir” (İleten: Carr, Edward, Hallett, [Misket Gizem Gürtürk], Tarih Nedir, İstanbul, 1980, s. 166) derken yerinde bir belirlemede bulunmuştu.
Oysa benim ülkemde, bırakınız yüksek demokrasiyi, gün ışığındaki demokrasiyi ve de nesnel değerlendirmeyi, savcılar, iki bin yıllık hukuk ilkelerini bir yana bırakarak dış dünyaya yansıtılan sözlerde bile, o sözleri yazılı ya da sözlü olarak yansıtan kişilerin iç dünyalarına girip dürtülerinin, amaçlarının ne olduğunu, arka düşünceleri olup olmadığını araştırıyor, “Demek sen, terörü övüyorsun, kışkırtıyorsun” ya da “Cumhurbaşkanına sövüyorsun” gibi sonuçlar çıkartarak insanlar hakkında davalar açıyor, bununla da yetinmiyor, onların tutuklanmalarını bile istiyor, yargıçlar da, yine iç dünyalara girerek tutuklama kararları veriyorlardı.
Elbette sürekli yaşanan bu türden olaylar, bir bilgisizlik, kınanası bir hukuk ayıbıydı ve de bu nedenle bir hukuk skandalıydı.
Oysa o savcılara, o yargıçlara fakülte sıralarında, hukukun, özellikle suç hukukunun temeli olan ve uymaları gereken ilkeler, elbette saatlerce öğretiliyor ve ileride unutmamaları için sınavlarda bu konularda sorular soruluyordu: Bunlara göre, suç hukukunda Roma hukukundan bu yana, yani iki bin yıldır geçerli olan temel ilke gereğince “(Hukukçu,) yargıç, saikleri yargılayamaz” (De internis non judicat praetor), dolayısıyla savcı da, yargıç da bunlarla asla ilgilenemezdi. Çünkü çağcıl suç hukuku, insanların iç dünyasıyla ve yaşam biçimiyle asla ve kesinlikle uğraşmaz, dolayısıyla “Hiç kimse açıkladığı düşüncesi yüzünden cezalandırılamaz” (Cogitationis poenam nemo patitur. Ulpianus) ve yine “yasalar, amacı, niyeti cezalandıramaz”dı (Beccaria, Cesare, [Sami Selçuk], Suçlar ve Cezalar Hakkında, Ankara, 2010, s. 187).
Aynı doğrultuda İtalyan hekim Cesare Lombroso’nun (18351909) “doğuştan suçlu insan” (homo criminalis, uomo criminale) kavramından yola çıkarak, yasa, suç ve ceza üçgeninden “suçlu toplum” kutbuna geçen, değerleri çiğneyen hastalıklı kişi ve en sonunda da yönetilmesi ve toplumsallaştırılması gereken “tehlikeli suçlu” (Agtaş, s. 238, 241) algısını geliştiren olgucu (pozitivist) okulun en büyük ustası Ferri bile “Suç istenci (irade) fizik davranışla dış dünyaya yansıtılmayıp, bilinç içinde ve bireysel alanda kaldığı sürece hukuk düzeni bozulmuş ve çiğnenmiş; suç yoluna girilmiş olunmaz;” Eski TCY’nin kaynağı olan 1889 tarihli İtalyan Ceza Yasası’nın 1887 tarihli Zanardelli Raporu ise, ünlü on dördüncü paragrafında “suç (ceza) hukuku, insanların iç dünyalarıyla ilgilenmez,” ilgilenemez demiştir.
Elbette haklıdır. Çünkü “Benim edindiğim bütün bilgiyi herkes edinebilir, ancak yüreğim yalnızca benimdir.” (Goethe).
Ne var ki, ben, sık sık aşağıdaki durumu yaşamaktaydım, günümüzde bile yaşamaktayım.
Benim ülkemin bütün hukukçuları, ceza olsun, hukuk olsun, her hukuk dalında bütün bu bilgileri besbelli ki fakülte sıralarında öğretilip sınavlarda bunlara doğru yanıtlar verdikleri için kendilerine diplomalar verildiği halde, onları özümseyip ileride uygulamak amacıyla değil, sadece sınıfları geçip bir hukuk fakültesi diploması almak amacıyla öğrenmekte, ancak mesleklerini yürütürlerken hiç düşünmeden kendilerinden önceki ablalarına ya da ağabeylerine öykünmekle, onları taklit etmekle yetinmektedirler. Bu öykünmeci (mukallit) hukukçu anlayışı yüzünden de, yazılı ve sözlü görüşlerin ardındaki niyetler, amaçlar, güdüler üzerinde sürekli durulmakta, kendinde başlayıp kendinde biten insanların iç dünyalarına, bir bakıma Tanrı’nın dokunulamaz alanına girilerek, ulaşılan sonuçlara göre, savcılar tarafından davalar açılmakta, yargıçlar da ulaşılan bu sonuçlara göre kararlar vermektedirler.
Sözgelimi, bu ülkede Ozan Hasan Hüseyin Korkmazgil (19271984), Pir Sultan Abdal’la ilgili şiirinde “acıyı bal eyledik” mısraları yüzünden “komünizm propagandası yapmak” eylemiyle, bir bakıma S. Zweig’ın diliyle “Yalan ve algıya bağımlı propaganda” gücüyle yargılanabilmiştir. Çünkü her suçta aranan ve ne yaptığının “bilinç”inde olmaktan ve neye yöneldiğini gösteren “irade”den ibaret “kasıt” öğesi, insanların iç, bir bakıma tanrısal dünyasına girilerek, çoğu zaman amaçla, dürtülerle sürekli karıştırılmakta, dolayısıyla hukukta yanlış ve çok üzücü kararlara, yargı yanılgılarına yol açılmaktadır.
Bu türden yargılamalar, hukuk açısından çok çarpıcı bilgisizliklerin bizim ülkemizde yirmi birinci yüzyılda bile yaşandığını gösteren üzücü ve kahredici örneklerdir.
En sonuncuları ise, teğmenlerin ant içme töreninde ve TÜSİAD toplantılarında yapılan konuşmalar nedeniyle yaşanmıştır.
Birincisinde, söylenmesi gereken sözler, eğer disiplin açısından aşılmışsa, sadece bir uyarıyla yetinilmeliydi.
İkincisinde ise, yapılan uyarılar, eleştiriler doğruysa, konuşanlara uyardıkları için teşekkür edilmeli; yanlış olanlara ise yanıtlar verilmeliydi. O kadar.
Bütün bunların tam tersi yapıldı. Kimileri, eleştiri çizgisini aşarak ağız oluşu sövdüler.
Demokrasi bilinci dışlandı, en üst düzeyde görevliler çok çirkin ve utandırıcı örnekler sergilediler.
Çok yazık, çok ayıp ve de çok çok utandırıcı!?
Oysa bundan yaklaşık altı yüzyıl önce ölen ve Nietzsche’nin “Bir zamanlar böyle bir insanın yaşamış olması, bugün yeryüzünde yaşamanın sevincini artırıyor” dediği Michel E. Montaigne (1533-1592) şunları dile getirmişti: “Bana karşı çıkıldığı zaman öfkem değil, dikkatim uyanıp, dirilir. Bana karşı çıkıp eleştirene, beni bilgilendirene doğru yönelip, eğilirim. Gerçek, doğru davası, her birimizin ortak davası olmalıdır (...) Gerçeği, doğruyu kimin elinde bulursam bulayım, yaklaşıp, okşarım. Yenik düşmüş silahlarımı ona uzatıp, teslim olurum (…) Ödünç alıp aktardığım düşünceleri ne sayar, ne de biriktiririm. Tartıp, değerlendiririm. Eğer onları sayıp biriktirseydim yüküm iki kat olurdu.”
Kılığını, sazını beğenmeyip Ankara sokakların sokmadığımız Âşık Veysel (1894-1973), “Beni hor görme kardeşim / Sen altınsın, ben tunç muyum?” diye sorular sormuş, “Karnın yardım gazmayınan, belinen / Yüzün yırttım tırnağınan, elinen / Yine beni karşıladı gülinen / Benim sadık yârim kara topraktır” diyerek düşünceler karşısında demokratik hoşgörünün en çarpıcı örneklerini dile getirmişti.
İlkin, her gün birbirlerine söven siyasetçilere sesleniyorum: Kendinize istediğiniz özgürlüğü başkaları içinde isteyiniz ve de “Eyy TÜSİAD, yeni Türkiye’de HADDİNİZİ BİLECEKSİNİZ...” gibilerden tehditlerle, kabadayılıklarla ülkenin yararı için görüşler sergileyenleri kaçacaklarmış gibi polislerin kollarında karakollara, savcılıklara sürükleyerek “hadler bildirme”ye kalkışmayınız.
Kalkışmayınız ki, Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde hüküm üstüne hüküm giyme rekorlarını kırmasın; eğer ülkenizi gerçekten seviyorsanız, onca ülke arasında bu hukuksuzlukla açık ara birinci olmasın.
Sonra da, hukukçulara ve de kolluk güçlerine sesleniyorum: “Hukuk, şerefli yaşamak”tır. İnsan, devlet için değil, devlet, insan içindir. Devletin temel görevi, insanı şerefli yaşatmaktır” (Alman Anayasası, m. 1). İşte sizler, aslında herkes için böyle bir yaşamayı sağlamak için varsınız. Öyleyse insanların iç dünyasına asla girmeyiniz ve de Miladın ikinci, üçüncü yüzyılında yaşayan Ulpianus’un şu sözlerini de hiçbir zaman unutmayın: “Hiç kimse açıkladığı düşüncesi yüzünden cezalandırılamaz” (Cogitationis poenam nemo patitur). “Yasalar, amacı, niyeti cezalandıramaz” (Beccaria, Cesare, Suçlar ve Cezalar Hakkında, Ankara, 2004, s. 187).
Eski TCY’nin kaynağı olan 1889 tarihli İtalyan Ceza Yasası’nın 1887 tarihli Zanardelli Raporunun ünlü on dördüncü paragrafını da asla unutmayınız: “Suç (ceza) hukuku, insanların iç dünyalarıyla ilgilenmez.”
Özellikle de bunu berrak bir hukuk terimi olan “KASIT” kavramıyla, bu kavramı kirleterek açıklamaya asla kalkışmayınız.
Her şeyden önce bu konuda aşağıdaki kaba yanılgılardan uzak durunuz.
Bu terimin doğru adı, “kast” değil, “kasıt”tır. Kast, Hindistan’daki sınıflarla ilgilidir. Bu bir.
İkinci olarak, 2004/5237 sayılı Türk Ceza Yasası’ndaki kasıt tanımı, ilkokul öğrencilerinin bile yapmaması gereken yanlış bir Türkçe cümle kuruluşuyla sakattır ve şöyledir: “Kast, suçun kanuni tanımındaki unsurların bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesidir” (m. 21).
Evet. Yanlış apaçık ortada: Etkin ve edilgin eylemler “ve” bağlacıyla asla bağlanamaz. Ancak ne yazık ki, bu yasal, evet hem de yasal tanımda bağlanmıştır:
Doğru anlatım, ya “bilerek ve isteyerek” ya da “bilinerek ve istenerek” olacaktı.
Aslında 2004/5237 sayılı Türk Ceza Yasası, buna benzer dil yanlışlarıyla dolu bir metindir.
Bu yüzdendir ki, özellikle hukukçular ve anadilini sevenler için Türk Ceza Yasası’nın ilk 75 maddesini doğru Türkçeyle yazmak gereği duyulmuştur (Doğru Dil ile Türk Ceza Yasası, İmge kitabevi, Ankara, 2023).
Prof. Dr. Sami SELÇUK
- Eski Yargıtay Birinci Başkanı
- Eski İ. D. Bilkent Ü. Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi
Bütün yargılama süreci hukukları, biçimsel ve / ya somut gerçeğe ulaşarak doğru hukuksal tanı koymayı hedeflemiştir. Aslında duruşma denilen aşamanın varoluş nedeni (causa essendi) ve uzak amacı, ereği (telos) de budur
Biz yargıçlar, savcılar, avukatlar, kısaca Türk hukukçuları, koygun karanlık güçler ile nurlu güçlerin sürekli çatıştıkları, büyük balığın küçük balığı acımasızca yuttuğu bu dünyada, toplumsal düzenin ve insanın var oluşunun temeli olan hukuku ve adaleti, dolayısıyla toplum barışını, bilimi dışlayarak nasıl gerçekleştirecektik?
Bu ülkede meslek ahlakını bile zorlama pahasına, yargılama etkinliği ve duruşma aşaması, meşru yatağından çoktan çıkmış, haksızlığın, adaletsizliğin çok çarpıcı, üzücü bir aracına dönüşmüştür
© Tüm hakları saklıdır.