27 Mart 2020

"Başkalaşım"la "af" böceğine dönüşen "koşullu salıverme" ve bu kurumu anayasal çoğunluktan kaçırmanın doğuluca öyküsü

Af, bugün artık gerçekten zorunludur ve arınıp temizlenmesin biricik çaresidir. Yeter ki, siyasal ve ideolojik ölçütlerden uzak, hukukun temellerine ve ilkelerine uyularak çıkartılsın

KURUMUN TARİHÇESİ

Sömürgecilerin kimileyin işgücünü sağlamak ya da cezaevlerindeki sayıyı azaltmak için başvurdukları koşullu salıverme kurumu, ilkin 19. yüzyılın başlarında İngiltere’ye, daha sonraları Kara Avrupası'na ve bu arada suçbilimin ve adli sicilin öncülerinden olan yargıç A. B. de Marsangy (1802-1894) tarafından 1847'de Fransız hukukuna taşınmış, 1885’te de yasalaşmıştır.

Ülkemize ise bu kurum, ilkin İtalya’dan aldığımız 1926/765 sayılı Türk Ceza Yasası’yla girmiş (m. 16), daha sonraları1965/647 sayılı Cezanın Yerine Getirilmesi (m. 19) ve son olarak da 2004/5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Önlemlerinin Yerine Getirilmesi Hakkında Yasalarla (m. 107) yeniden düzenlenmiştir.

KURUMUN VAR OLUŞ NEDENİ VE AMACI

Suç işleyen kişinin suç işlerken kusurunun ağırlığı ve cezanın genel önleme amacı değil,  özel önleme amacı gözetilerek uygulanan koşullu salıvermenin var oluş nedenleri şunlardır:

1-İkiyüzlülüğe gerek duymaksızın içtenlikle uslanıp iyileşerek hükümlünün topluma katılmasının özendirilmesini;

2- Hükümlüye cezaevinin anahtarını vererek;

a-Kendisine güven duymasını,

b-Toplumsal yaşama özgürce sorunsuz olarak geçmesini,

3-Cezaevinde disiplini,

Sağlamak.

Bu neden-sonuç ilişkileri üzerine kurulu ve bu yüzde de sağlıklı bir koşullu salıvermenin, var oluş gerekçesi doğrultusunda cezanın çektirilmesi evresinde kendisinden beklenen işlevleri çoğu kez yerine getirdiği görülmüştür.

Ayrıntıya girmeden belirtelim ki, bunlar, "cezanın bireyselleştirilmesi" ve hapis cezasının "sorumluluk eğitimi bilinci"yle çektirilmesi anlayışı doğrultusunda iyileşmiş, hukuka saygılı, tehlikesiz ve uyumlu bir birey olarak topluma dönme izlenim ve umudu veren "hükümlünün ödüllendirilmesi"dir.

Kurumun bu işlevleri yerine getirebilmesi için uygulamanın çok özenli ve duyarlı olması gerekir. Bu bir.

Yasa’daki koşullar gerçekleştiğinde hükümlünün bu kurumdan yararlanması ona tanınan vazgeçilmez bir haktır. Bu da iki.

Unutulmamalıdır ki, yukarıdaki amaçlardan yalnızca birinden bile sapıldığında koşullu salıverme kurumu, hükümlüye de, hukuka da, topluma da ihanet eder ve zarar verir.

ÜLKEMİZDE DURUM

Ülkemizde ömür boyu hapislerde Yasa’nın belirttiği süreler, süreli hapiste ise hükümlülük süresinin üçte ikisi cezaevinde geçirilince ve yukarıdaki koşulların gerçekleştiği sonucuna ulaşılınca, kısaca hükümlünün ikiyüzlü olmayıp iyileştiğine, toplumla bütünleşeceğine inanılınca onun koşullu olarak salıverilmesi öngörülmüştür (CGÖHY, m. 107/2).

Şimdi şu soruyu soralım ve yanıtlayalım: Peki, bu kurum, ülkemizdeki amaçları doğrultusunda uygulanıyor mu?

Neredeyse yarım yüzyıl önce (1971) "KURUMLAR BATILI, UYGULAMA DOĞULU" başlığıyla bu konuda basında bir yazım yayımlanmıştı. Orada yazdıklarımın bir kesimini de gözeterek yukarıdaki soruyu yanıtlamak isterim.

Dünyaca ünlü ceza infaz hukukçusu Lopez Rey’in kotardığı 647 sayılı Yasa’ya göre, aslında en az altı ay hapis hükümlülerine uygulanacak olan kurum,  bir milletvekilinin yersiz ve bilgisizce sunduğu bir önerisinin TBMM’de, deneme süresini alt üst edeceği düşünülmeden ne yazık ki benimsenmesi üzerine, 3. ve özellikle 8. maddelere gönderme yapan koşullu salıvermeye ilişkin 19. maddenin 7. fıkrası karşısında, zorunlu olarak yörüngesinden saptırılmış, üç gün ceza alanlara dahi, bir af yasası gibi uygulanmaya başlanmıştır.

İlk çarpıklık bu düzenlemeyle başlamış; dahası, o gün bugündür bu aymazlık sürmüş, sürmektedir; yasaları yapanların ve uygulayanların bu kuruma yaklaşımları hiç ama hiç değişmemiş, değişmemektedir. 

Batıdan alınan "koşullu salıverme", batılı kurumların bizim elimizde bilgisizce ne denli doğuluca kılığa büründüğünü gösteren en çarpıcı, en düşündürücü ve en üzücü örneklerinden biridir.

Gerçekten 1960’larda bizdeki uygulama şöyleydi: Çoğu ilkokul mezunu bile olmayan gardiyanlar, nasıl beceriyorlarsa, sözüm ona hükümlüyü tüm yönleriyle gözlerler ve koşullu salıvermeyi hak ettiği yolunda bir belge düzenlerler, hiç toplanmayan kurul üyeleri de bunu imzalar, mahkeme de buna dayanarak koşullu salıvermeye karar verirdi.

Güler misiniz, ağlar mısınız? Ortada ne uzman var, ne gözlem, ne de bir kurulun oturup sorunu enine boyuna tartışması! Sanırım üç gün, beş gün hapse hükümlü birine, gözlem sonucu "iyi hal" belgesi verecek psikolog, psikiyatr, bugüne değin yeryüzünde görülmemiştir.

Bildiğimce bugün de durum değişmemiştir.

Dünyanın hiçbir yerinde böylesine yozlaştırıcı bir uygulama yoktur. Sözgelimi, 1960’lı yıllarda Fransa’da en az dört aya hükümlüler bu kurumdan yararlanmaktaydılar. Mükerrirler için süre altı aydı. Uygulamada ise ancak 7-8 aya hükümlüler bundan yararlanabiliyorlardı. Zira hükümlülerin iç dünyası, özellikle ikiyüzlü davranıp davranmadıkları, her hafta, ruhbilimciler, psikiyatrlar ve inandıkları din adamlarınca yakından gözlenmekte, onların verdikleri raporları ilgili cezaevindeki kurul incelemekte, daha sonra belli tarihlerde toplanan birçok kurullardan geçerek Adalet Bakanının onayına sunulmakta; ancak bu süre içinde çoğu hükümlü onaydan önce cezasını çekip bitirmekte ve uygulamada üç hükümlüden ancak biri bu kurumdan yararlanabilmekteydi.

Görüyor musunuz ciddi uygulamanın ne ve nasıl olduğunu?

Evet, Batı’da koşullu salıverme uygulamasında en çok dikkat edilen nokta, iyileştirilerek topluma döndürülecek olan hükümlünün bir ikiyüzlülükle (hypocrisie) görevlileri ve gözlemcileri aldatıp aldatmamasıdır. Çünkü ikiyüzlülük kurumun varlık nedeniyle çelişir.

Kanımca bizde her şeyden önce deneme süresi bugün de yetersizdir, kısadır. Bu nedenle Fransa’da, koşullu salıvermede en az hükümlülük süresinin Türkiye’de 1968’de üç günden başladığını öğrenen Fransız infaz yargıcının yüzüme nasıl şaşkınlıkla baktığını, sözleriyle ülkemle nasıl alay ettiğini o gün bugündür hiç unutmadım: "Demek, Türkiye’de hükümlünün iç dünyasını bir çırpıda kavrayan olağan dışı yetenekli ruhbilimciler var!"

Fransız meslektaşıma ruhbilimcilerin bu konuda cezaevlerinde görev almadıklarını söyleyemedim.

Söyleyemedim. Ancak utancımdan yüzüm kızarmıştı.

Bundan başka bizdeki uygulama, bu kurumun tam da istemediği bir sonucun doğmasına yol açmıştır: İkiyüzlülük. Çünkü cezaevini yönetenler için koşulu salıverme kurumu, belalı hükümlülerden bir an öce kurtulmanın yolu olarak görülmüştür.

Bu yüzden hükümlüler de, ikiyüzlü kandırmacalarla görevlileri ve gözlemcileri aldatmanın yollarını kolayca bulmuşlar; sonuçta kurum, amaçlarını gerçekleştirmek şöyle dursun, yalanın, dolayısıyla toplumla bütünleşme yeterliliği olmayanların, yeniden suç işlemeye aday olanların başvurdukları bir araç olup çıkmıştır.

Bu örnek, aslında binlerce yıldan bu yana binlerce beyinlerden süzülüp gelen ve hukukun üstünlüğünü sağlamak için üzerine titrememiz gereken birçok batılı kavram ve kurumun Türkiye’de nasıl yozlaşıp hoyratça amaçlarından saptırıldıklarını ortaya koyan en çarpıcı örneklerden yalnızca biridir.  

İşin en kötü, en acı yanı da, çoğunluğun bu hukuk dışı duruşları ve uygulamaları, hukuk sanmasıdır.

Dünyanın yetiştirdiği en zarif ve en büyük hukukçularından "Yeni Toplumsal Savunma Akımı"nın öncüsü olan Marc Ancel, bu konuda 40 önce şu anıyı koymuştu: "Zanardelli Yasası, Türk uygulamasında önemli yozlaşmalara uğradı." (Marc Ancel, Intérét et nécessité nouvelle de la recherche pénaliste comparative, Mélanges en l’honneur du Doyen Pierre Bouzat, Paris, 1980, s. 10).

Cezanın çektirilmesi amacının "sorumluluk eğitimi"yle hükümlüde toplumsal sorumluluk bilincinin geliştirilmesi olduğunu yıllarca savunan bu ünlü düşünür, koşullu salıverme uygulamamızı bilseydi acaba ne derdi?!

Kuşkusuz mezarında ters dönerdi.

"BAŞKALAŞIM"LA "AF" BÖCEĞİNE DÖNÜŞEN "KOŞULLU SALIVERME"

Birileri ne kendilerini aldatsın, ne de başkalarını!

Kafka’nın Gregor Samsa’sı nasıl böceğe dönüşüp başkalaşıma (metamorfoz) uğramışsa, ülkemizde de cezaevlerinde hükümlü sayısını azaltmak için, ne zaman yasal yolla af çıkarmakta sıkıntıya düşülmüşse, yani kırk yıldan beri TBMM’de anayasal nitelikli çoğunluktan kaçınmanın peçelenmesi olarak "koşullu salıverme"ye başvurulmuş, kurum başkalaşıma uğratılarak bir "gizli af"fa dönüştürülmüştür. Bir başka anlatımla bu güzel ve üzerine titrenmesi gereken nadide kurum, yalnızca yozlaştırılmamış, "hile-i şeriye"nin de aracı olmuş; bu kurumun cezaevinde kalma süresi indirilmek suretiyle af olanağı gerçekleştirilmiş; böylece af kurumuna dönüştürülmüştür. Başkalaşıma uğrayan kurum, "koşullu salıverme"; dönüştüğü böcek ise, "af"tır.

Aynı yetkiyi kötüye kullanma, aynı hile-i şeriye yine gündemdedir. 

Bu, hem acı, hem kınanası, hem de devlete, TBMM’ye güveni sarsıcı bir durumdur.

Efendiler, lütfen bu türden yakışıksız, ciddilikten uzak, çürük yollara başvurmayın. Yasa ya da hukuk diye diye yalnızca yasayı değil, hukuku da dolanmayın. Hükümlüleri ikiyüzlü davranışa kışkırtmaya son vermeye bakın.

Yasamanın ve yargının temel görevi budur.

Tersi tutum, yöntem ve duruş, 21’inci yüzyıl Türkiye’sine yakışmıyor.

Lütfen bundan vazgeçiniz.

AF, ARINMANIN GEREĞİDİR

Evet, 2010 yılından bu yana ülkemiz olağan dışı günler yaşamıştır. Toplum da, hukuk da, yargı da, kimileyin çaresiz ve yorgundur, kimileyin de bunalıma düşmüştür.

Af, bugün artık gerçekten zorunludur ve arınıp temizlenmesin biricik çaresidir.

Yeter ki, siyasal ve ideolojik ölçütlerden uzak, hukukun temellerine ve ilkelerine uyularak çıkartılsın.

Son söz: Lütfen KOŞULLU SALIVERME adı altında aflar çıkarmaktan vazgeçelim.


Sami Selçuk, eski Yargıtay Başkanı, ceza hukuku profesörü.

Yazarın Diğer Yazıları

Depremin düşündürdükleri ve sorumlulara çağrı

Sayın Erdoğan ve arkadaşına çağrımız şudur: Önce düşünme yetisini karartan öfkelerini dizginlesinler. Sonra da kendilerine karşı dava açma hakları doğan insanlarımızdan özür dilesinler ve sövgülerini çöp sepetine atarak bundan böyle kendilerini eleştirenlere ellerini dostça uzatıp, uygarca teşekkür etsinler. Ve en önemlisi de ülkemizde iç barışı sağlasınlar.

Anayasa yargı(lama)sı üzerine*

Her şeyden önce anayasa yargı(lama)sını ulusal iradeye ve demokrasiye aykırı görmek çok yanlıştır. Anayasa Mahkemesinin norm denetimi yerine yerindelik denetimi yapması ise elbette hukuksal bir yanılgıdır. Yasama organının Anayasa Mahkemesi kararına uymaması ya da uyar görünüp gerçekte onu dolanması ise, ağır ve bağışlanamaz bir yanılgıdır; kendini aldatmadır

Düşünce özgürlüğü, dil ve ötesi

Türk insanı “dil bilinci”ni kazanmak, ana diliyle düşünmek, konuşmak ve yazmak zorundadır. Eğer dilimizde yeterince düşündüren ana dili kökenli sözcük, özellikle de bilimsel kavram, terim yoksa bilim ve felsefe yapmak olanaksızıdır