20 Ağustos 2023
Yaşayan en iyi romancılardan biri kabul edilen, son varoluşçu olarak bilinen Milan Kundera, 12 Temmuz 2023’te Fransa’da hayatını kaybetti. Romanların yanı sıra oyun, deneme ve edebiyat eleştirisi alanında da -son yıllarda vatandaşı olduğu Fransız dilinde- yazan Kundera, Orhan Pamuk’un aldığı 2006 yılında Nobel edebiyat ödülüne en yakın 2 adaydan biriydi. Pek çok kez adı geçse de pek çok uluslararası prestijli ödülü almış olsa da Nobel edebiyat ödülünü kazanamadı. Romanlarının çevirilerini, tam düşündüğü gibi anlaşılmak için saplantılı bir biçimde yıllarca uğraşıp kendisi revize etmiş, yalnızca kendi imzasıyla onaylanmış olan söyleşilerinin yayınlanmasına izin vermiş bir sanatçıydı. Yazdıklarının yetersiz çevirilerle bozulmasından nefret ederdi. Ölümünden sonra, kendisinin nasıl anımsanacağını konusunda da saplantılıydı diyebiliriz. Yazdıklarında da bu konudaki kaygısını okuyabiliyoruz. Bunu ölümsüzlük romanında, ünlü sanatçıların öldükten sonra, öteki dünyada sahne benzeri bir yerde yaptıkları konuşmalarda görüyoruz. Kendileri hakkında neler söylendiğini, nasıl anıldıklarını dikkatle izliyor, birbirlerine anlatıyorlar. Aslında bir türlü istedikleri gibi ölemediklerinden, yani ölümsüz olamadıklarından yana dertliler. Özel hayatlarında onlar için önemsiz ama popüler kültüre çekici gelen olayların, imajlarını nasıl acımasızca ele geçirdiğinden söz ediyorlar. Goethe, Ernest Hemingway’le sohbet ederken, kendisine musallat olan Bettina isimli genç kadınla anılmaktan bir türlü kurtulamadığını, imajını eserlerinden çok bu sevimsiz at sineğine benzeyen kadının belirlediğinden şikâyet ediyordu. Kundera buna imagoloji diyor. İmagoloji, ünlü sanatçıların ölümlerinden sonra özel hayatlarının eserlerinin önüne geçmesini engelleyemeyişlerinin acıklı komikliği anlamına geliyor.
Kundera da özel yaşamından asla bahsetmez, kolay kolay söyleşi vermez, hakkında yazılanların yalnızca romanlarında anlattıklarıyla sınırlanmış olduğundan emin olmak isterdi. Sık sık alıntılamaktan hoşlandığı ve hayranı olduğu Flaubert’in: Sanatçı, insanları hiçbir zaman var olmadığına inandırmak zorundadır sözündeki gibi görünmez olmak, yalnızca bir romancı olmak isterdi. 1986’da yayınlanan Roman Sanatı’nda, şu diyalog yer alır: Siz komünist misiniz? Hayır, ben romancıyım. Protest misiniz? Hayır, bir romancıyım. Sağ görüşlü müsünüz sol görüşlü mü? İkisi de değil ben bir romancıyım.
Yalnızca bir romancı olarak anılmak isteyen Kundera'ya saygı duymalı, neler yazdığına bakmalıyız. Aslında Kundera bu konuda ketum biri değildi. Aksine, ne düşündüğünü fazlasıyla açık anlatıyordu. Bunu, 19 yüzyıldan kalma, modern romanda artık görmediğimiz bir yöntemle, anlatıcının romanın içine girerek birinci tekil şahıs perspektifinden konuşarak yapıyordu. Böylece romanla, felsefi deneme arasındaki sınırı kaldırıyordu. Kendi özel hayatı gizli kalıyordu ama karakterleri, romanlarında kendisinin yaşamadığı olabilirlikleri deneyen acemiler olarak var oluyorlar, olanağın gerçeği aşan zenginliğini gösteriyorlardı. Onun varoluşçuluğu kısaca buydu… Eğer 2006’da Nobel’i Kundera kazansaydı, ödülün verilme gerekçesi şu olurdu bence: Romanla felsefe yaparak, bireyin mahrem arzularını, kaygılarını, biricikliğini, bir ideolojiye adanmadan anlaşılma taleplerini, Avrupa’nın rasyonel olduğundan çok irrasyonel anlatıların olanaklarıyla zenginleştiğini gösterebilmek...
Kundera, varoluşçuluk için “Heidegger'in Varlık ve Zaman'da çözümlediği ve bütün Avrupa felsefesi tarafından ihmal edildiğini söylediği yaşamın tüm büyük temalarını, romanın dört yüz yılı (romanın Avrupa'da can bulmasının dört yüz yılı) açıklamış, göstermiş ve aydınlatmıştır (Kundera: Roman Sanatı, 2005, 13) diyor, Avrupa’yı inşa eden düşüncenin Descartes kadar Cervantes’in ihmal edilen mirası olduğunu düşünüyordu. Gerçekten de modern Avrupa, Descartes’in felsefesine dayanır. Bu, kısaca şüphe götürmez kesinlikte ve bildiklerinden emin bir özne, subjectum, yani düşünerek her şeyi karşısında nesne kılan ve anlamlandıran insan demektir. Kartezyen özne, düşünüşünün yaşadığı dünyanın -yaşamın- etkileriyle çarpıtılmamasını, saf ve kesin olması için saf rasyonel halde varolur. Bedensel varoluş, res extensa, ikincil, bu ağırlığı hafifleten, kesinliğini bulanıklaştıran bir varolma halidir. Kundera bunu: Descartes’le birlikte düşünen ben, her şeyin temeli olarak algılandı, bu da bizi evrenin karşısında, Hegel'in haklı olarak “kahramanca” dediği bir pozisyonda bıraktı (a.g.e.,14) diyerek betimliyor.
Bu kahramanlığın parodisini ilk yazan Cervantes’ti. 1900’lerin sonlarında İtalo Calvino, Varolmayan Şövalye’de, bedeni olmayan, yalnızca ideal bir zırhtan ibaret şövalyesinin hüzünlü ironisini yazarken, Cervantes’in 500 yıl önceki anti-kahramanına selam gönderiyordu. Bence yaşadığı dönemde en iyi yazarlardan biri olan Calvino, Harvard Üniversitesinde vereceği gelecek bin yıla öneriler -öldüğü için veremediği- seminerin’de altı öneri sunuyordu. Bunlardan biri de hafiflik’ti. Calvino, en ünlü romanı Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği olan Kundera’yı bu bağlamda anıyordu. Hafiflik, Kundera’yla özdeşleşmiş bir kavrama dönüşmüştü diyebiliriz.
Hafiflik, emin olmamak, acemice yaşamın olanaklarına açıklık demektir. Cervantes’in şövalyesi, herkes için geçerli tek doğruyu, hakikati anlayacak, ön-kabullerin kesinliğini benimseyecek, mahrem arzu ve beklentilerini bu kesinliğe adayacak kadar rasyonel değildi. Mızrağının uzun, ince sivriliği hakikatin kamusal tekilliğini dağıtıyor, ağırlığını hafifletiyordu. Gerçeğe değil kurgunun olanağına adanmış, başka türlü bir kahramandı; anti-kahramandı… Kundera, Descartes’in kahramanının değil, Cervantes’in anti-kahramanının, Don Quijote’nin mirasçısıdır.
Bu mirası, Nietzsche’nin rasyonel özne eleştirileri ve perspektivizmi, psikanalizin cinselliği anlayışımız ve anlaşılmamızdaki belirleyici rolünü açığa çıkarmasına da bağlayabiliriz. Bilinçaltı ve irrasyonelin, alternatif bir gerçekliği kurgulayabilecek potansiyel olabileceği görüşü, kahramandan anti-kahramana geçişin, gerçeğin kesinliğinden olanağın zenginliğine açılmanın temelleriydi. Kundera, kendi sözlüğünde “kitsch, ucuz roman, pulp-fiction, yüce sanattan çok daha eğlencelidir” diyordu. Hayata ironik bir derinlik kazandıran romanları anti-kahramanların anlaşılma olanaklarını arttırıyor, ortalama insanın biricikliği, mahrem farklılıkları ile -oldukları gibi- kabul edilebilebileceklerini gösteriyordu. Tolstoy’un Anna Karenina’sında, Anna mı haklıydı, Karenin mi? Kundera insan anlayışının demokratikleşmesinin bize, “ya, ya da” diye düşünmenin ötesindeki anlaşılma olanaklarını, bu romana atıf yaparak şöyle anlatıyor:
Roman bireylerin imgesel cennetidir. Kimsenin ne Anna’nın ne de Karenin’in gerçeğe sahip olmadığı, fakat herkesin hem Anna’nın hem de Karenin’in anlaşılma hakkına sahip olduğu yerdir (a.g.e., 36).
Kahramanlıktan uzaklaşan roman karakterleri, trajik karakterin -hakikatle dolaysız etkileşiminden kaynaklanan- kesinliğini, kendinden emin, ne yapacağını bilen ciddiyetini bir karikatüre dönüşüyordu. Bu karikatür, sıradan insanın, hakikatle dolaylı, mesafeli ilişkisini vurguluyor, başka türlü varoluş haklarını anımsatıyordu. Bu bir anlamda, rasyonel olmama hakkıydı. Kundera, Flaubert’in fazla akıllı olan karakterlerinin, özellikle Bilir-bilmezler romanındaki çok-bilmişlikle, malumatfuruşlukla nasıl aptallık yaptıklarını, Flaubert’in romanlarında, insanlığın ilerlemesiyle beraber aptallığın azalmadığını, tam tersine aptallığın da geliştiğini ve ilerlediğini söylüyor (a.g.e., 77). Bu, aydınlanmanın rasyonel ilerlemesine paralel bir ilerlemeydi. Avrupa'nın inşasında aydınlanmanın rasyonel ilerleyici rolü kadar önemli bir ilerleme… Kundera buna belirsizliğin bilgeliği diyor. Rasyonel kahramanın didaktik sıkıcılığının ve ciddiyetinin aksine anti-kahramanın aptallığı, acemiliği bizde sempati ve diğerkâmlık uyandırıyordu.
Buna, komik yabancılaşma diyebiliriz. Trajik kahramanın -kral ya da asil, güçlü savaşçı-deneyimi, bir anda gerçekleşen bir şimşek çakması gibi dikeydir; tanrısal-insan-üstü güçlerin hakikatini anlamaya zaman bırakmadan kabul edişidir. Komik deneyim ise zamana yayılır. Yataydır. Anti kahramanın beceriksizliği, sarsaklığı, acemiliği, oyalanışı, bir türlü doğru dürüst bir sonuca varmayışı zaman alır. Varolmanın kesintisizliğine mola vermiş gibi, zamanı yavaşlatarak yarattığı gülümseme, başka türlü varolma olanağının anlaşılması için gereken süreyi, mesafeyi, yani komik yabancılaşmayı sağlar.
Cervantes, komik yabancılaşmanın ilk örneği olan Don Quijote’nin: "okuya okuya beyni kurumuş ve aklını yitirmiş" olduğunu söylüyor. Don Quijote, Ece Ayhan’ın İyi Atlar da iyi şiirler gibidirler / Tersine yarışırlar vesselam dizesindeki gibi kabul edilen doğruların tersine, başka türlü kurgulanabilirliğine at sürüyordu. Nereye gidiyordu? Yalnızca bir olanak halinde anlamlı olan, varolmayan bir yere… Bir evi vardı ama oradan ayrılmıştı… Amaçsızca dolaşan evsizlere, yersiz yurtsuzlara, bir yurt, bir amaç veren Apollon, Sokrates’i, diğerlerinin aksine evinden ayırmış, sanki ustalıktan yeniden çıraklığa geçirir gibi, yerleşiklikten gezginliğe geçirmişti (Montiglio 2005, 152). Don Quijote da Sokrates gibi ustalaşmaya direnen bir acemi, tuhaf bir gezgindi. Bir yere vardığında, başka bir yere gitmenin, başka türlü varolmanın olanağı bitmesin diye, -felsefe yolda olmaktır diyen Jaspers’i haklı çıkarıyordu- gezgin kalmıştı.
Don Quijote, hayalifener, hafif, üflesen uçacak, güçsüz bir şövalyeydi. Atı Rosinante de kendisi de güçsüz, sıska, çelimsizdi. Ancak Don Quijote’un mirası, bugün de değirmenlerin önünde, kitap ayraçlarında sayfaları ayıran, buzdolaplarına yapıştırılan karikatürü, her yeri kaplayan bu hayalifener gölgesi çok güçlüdür. Ölümünden 500 yıl sonra, Kundera’nın sözlüğündeki ölümsüzlüğünde, tam istediği gibi anılmayı başaracak kadar güçlü…
Gerçekten çok bir gölgeye benziyordu. Gölgesi bile elinde tuttuğu mızrağın inceliğine karışan sipsivri, soluk, uzayıp giden bir siluetti… Bunlar onun imagolojisinin kalıcılığını göstermiyor mu? Nabokov, Harvard’da Don Quijote üzerine verdiği derslerde onu, her yeri kaplayan bir günbatımı ışığında uzayan siyah gölgelere benzetiyordu. Bu devasa ama hafif gölgeler, esneyip daha da uzayarak, yüzyılların açık kalmışlığından buraya, bize ulaşıyorlar (Nabokov 1983, 12). İşte Kundera bu gölgenin üstüne düştüğü yazardı.
1985’te Kudüs Ödülü’nü aldığı konuşmada roman sanatının dünyaya Tanrı’nın kahkahasının yankısı olarak geldiğini söylüyordu. Kundera’nın: her biri benim ancak kenarında dolaştığım bir sınırı aşan kendime ilişkin gerçekleşmemiş olabilirlikler… dediği karakterler varoluşun yatay, egaliter olanaklarını gösteriyor, ciddiyetin ağırlığını hafifletiyorlar. Onlar, Cemal Süreya’nın, Tam tutacakken ötesine geçersin / Ulaşmak istediğin şeyin dizesindeki gibi, şans, merak ve tesadüfün şaşırtıcılığının, gerçeğin değil olanağın peşindeler. Uğur Nazlıcan’ın Kendisinin çırağı olacaktı Şerif Ali. Hangi kendisinin çırağı olacağını ise, kendisinin çırağı olan pek çoğumuz gibi, bilmiyordu. (Nazlıcan 2018, 31) dediği gibi, kendi olanaklarıyla esriyen, aptallaşan şaşkınlar... Akıllı değiller… Sokrates’in hiçbir zaman bulunamayacak olanı arayışındaki inadını, ustalaşmaya direnen bir acemiliğinin seçilmiş ve meydan okuyucu aptallığını anımsatıyorlar. Heidegger’in insan varoluşun efendisi değildir; çobanıdır sözünü, duyuyor, bu sözü insan varoluşun çırağıdır diye değiştiriyorlar.
Milan Kundera son varoluşçu olarak anılıyor. Varoluşçuluğun en etkili filozofu Heidegger’in güzel ve neredeyse sihirli bir formülü olduğunu (a.g.e 15) söylüyor. Nedir Heidegger’in formülü? Kendisi de tamamlanmamış bir olanak halinde kalan Varlık ve Zaman’ın başlarında geçen şu kısacık tümcede bulabiliriz bu sihri: “Gerçeklikten daha üstün, onu aşan varoluş’un olanaktır!” (1) 1920’lerin sonlarında verdiği, Avrupa’yı kendisiyle hesaplaşmak zorunda bırakan diğer derslerinde de, insanın otantik varoluşu olanaktır -eigene Seinkönnen- diyor; varoluşu anlamlandırmaya çalışan insanı -Dasein- önündeki olabilirlikleri -her gerçekleşmede geri çekilerek henüz gerçekleşmemişlik halinde olabilirliğini sürdüren hakikati- güden bir çobana benzetiyordu. İnsan, olanak halindeki varoluşu güderken, yolculuğa çıkmadan önce, rüzgârın önünde, Zugwind, rüzgârı dinleyen, nereye gideceği belirsiz (Zugwind dieses Zuges), gideceği yeri değil yolu arayan aylak Sokrates’in (Heidegger, 2002, 328) ironisini duyar. Sokrates, şakacı, oyuncul, ciddiyetin düşmanı, aslında büyük ölçüde Platon’un kurguladığı, onun ancak sınırlarında dolaştığı olanakları taşıyan bir karakter değil miydi?
Kundera, en ünlü romanı Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği’nin adını, aslında Acemiliğin Gezegeni koyacaktı. Romanın başında, Almanca bir atasözünden, "Einmal ist keinmal, bir kere olan hiç olmamış sayılır” bahsederek, varoluşun provaya benzediğini söylüyordu. Prova, Latince probare kökünden geliyor. İngilizce’ye probable, olanaklı anlamda geçmiş. Kundera’nın karakterleri bize, yaşamanın bir provadan daha sahici olmadığını, bunun bir eksiklik değil olanak olduğunu, varoluşun amatör, acemi deneyimini, mahrem farklılıkların oldukları gibi anlaşılma haklarını anlatıyorlar. Turgut Uyar’ın, Belki de asıl ustalık budur; her zaman acemi olmayı bilmek dizesindeki seçilmiş hafifliği gösteriyorlar.
Referanslar:
Calvino, İ. Amerika Dersleri, çev. Kemal Atakay, Can Yayınları, İstanbul, 1998.
Nabokov, Lectures on Don Quixote, Edited by, Fredson Bowers, Harvest Books, San Diego, 1983.
Heidegger, M. Basic Writings, Edited By, Farrell Krell David, Routledge, London, 2002.
Heidegger, M. Sein und Zeit, Max Niemeyer Verlag Tubingen, 2006.
Kundera, Milan. Roman Sanatı, çeviren, Aysel Bora, Can Yayınları, 2005.
Montiglio, Silvia. Wandering in Ancient Greek Culture, University of Chicago Press, Chicago, 2005.
Nazlıcan, U., Bir Dükkânı Beklemek, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2018.
Rieff, P. Freud: The Mind of the Moralist, Harper and Row, New York, 1966.
Rorty, Richard. Contingency, Irony and Solidarity. New York: Cambridge University Press, 1989.
Rorty, Richard. "Freud and Moral Reflection." Essays on Heidegger and Others Philosophical Papers içinde. New York: Cambridge University Press, 1991.
Höher als die Wirklichkeit steht die Möglichkeit (Heidegger; 2006, 38). (İtalik yazara ait.)
Komiğin maksadını aşmasını ne demektir? Bir amacın maksadını aşmış olacağını nasıl kararlaştırıyoruz? Bir eylemin amacını nasıl belirliyoruz?
Eğer iktidar, adil, etik, ötekine saygı duyan işlevleriyle anlam kazanamaz, bu bağlamda anlaşılmazsa, hayvan hakları beklenen olumlu etkiyi yapmayacaktır. Varsayılan neden-sonuç ilişkisi, tam aksine sonuçlanacaktır
Bazen hiçbir şey yapmayış, politik işleyişin dayandığı bu varsayımı sorgulama vesilesi olabilir. Bu anlamda tuhaf, tedirgin edici bir belirsizliktir aylaklık
© Tüm hakları saklıdır.