Aylak, flâneur, önceleri Paris’teki halı toplayıcılarına verilen bir sıfattı. Daha sonra, Baudelaire’in yazdıklarıyla şehirli bir derviş, Paris’in sokaklarında yürüyen boşta-gezer anlamına gelmeye başladı. Walter Benjamin, Paris Arcade’lerinden, yani pasajlarından, -yani geçişlerinden- söz ediyor. Sanki dükkânlar birbiri içine geçmiş, aralarındaki sınır belirsizleşmiş gibi duyumsanan bir süreye benzetiyor bunu. Bu süreden, “bilinç ve bilinçaltının, geçmiş ve şimdi’nin buluştuğu”[1] mekânlar diye söz ediyor.
Aylağın amaçsız bir yürüyüşçü olduğunu kolayca kavrayabiliyoruz. Ama bunun zamanla nasıl bir ilişkisi olabilir? Chritopher Butler, 19.Y.Yılda Paris’te sokaklarda amaçsızca dolaşan flâneur için, geçicilikten sonsuzluğu derler; diyor.[2] Aylak, zamanın geçişini sonsuzluğu anımsatan bir süreye mi çeviriyor? Aylağın boş zamanı olduğunu, zamanı bir yerden bir yere gitmek için hesaplayarak sınırlandırmadığını söyleyebiliriz. O halde aylak, zamanın bölünüp ayrışmamış bir haliyle, yani sonsuz geçişle bir tür ilişkiye mi giriyor? Geçicilikten sonsuzluğu böyle mi derliyor? Zamanın bölünmemiş, saf geçiş halini nasıl hayal edebiliriz ki? Dükkânların sınırlarının birbirinin içine geçip belirsizleştiği, uzamsız bir zaman olabilir mi? Sonsuza dek akan, hiç uzamsal sınırla belirlenmemiş, sınırsız halini nasıl hayal edebiliriz?
Platon Timaeus diyaloğunu yaşlılığında yazmıştı. Yaşlılık, yani Gülten Akın’ın Bir roman gibi bu tümce / Sonra işte yaşlandım diyerek, bütün bir hayatın geçişini sığdırdığı ve yaşamanın anlatılabilecek en güzel halini anlattığı dizesindeki zaman… Diyaloğun 38. bölümünde, zamanın uzamsal yer değişikliği olarak açıkladığı 6 deviniminden başka, yedinci bir deviniminden söz eder (Platon, 2015, 38/a). Anaximandros’un Apeiron, sınırsızlık, sonsuzluk ve Empedokles’in sphairos, küre kavramlarını bir yana bırakırsak, uzamsız zamanın kökeni bu bölümdedir diyebiliriz. Hiçbir yere, öne ya da arkaya, ileri ya da geri, şu ya da bu yöne gitmeyen, başladığı yerde sayan bir küre devinimidir bu… Zamanın uzamsal sınırlarla belirlenen boyutlarını aşan, saf geçiş hali… Bu geçiş, hiçbir uzamsal boyuta yakın, ya da uzak olamadığı için küresel hayal ediliyor.
Hiçbir mekâna ulaşmayı amaçlamayan aylak, böyle bir zamanı duyumsayabilir mi? Aylaklık, hiçbir şey için zamanı kullanmayarak onun sınırsız boyutuna mı yaklaşır?
Şölen’de Platon’un, insanların belirli bir yöne gidebilmek için iki ayaklı oluşlarının bir tür eksiklik, yarımlık olduğunu söylediğini görüyoruz. Küreselliğin henüz hiçbir uzamsal noktayla belirlenmemiş, henüz hiçbir yere doğru yönelmemişliğin saflığının eksikliği gibidir bu… Romantik düşüncede evde olmayı arayış olarak görülen bir gurbet duygusu…
Platon, Thaetetus’ta önceden belirlenmiş amaçlara ulaşma peşinde telaşla koşuşturan politikacı ile filozofu karşılaştırır. Filozof, bu telaşı kesintiye uğratabilecek olandır. Onun boş zamanı vardır. İçinde kendimizi telaşla koşuştururken bulduğumuz, anlamını sorgulayamadan kabul ettiğimiz yaşamı düşünmek için… Filozof zamanı boşaltan bir aylaktır belki de…
Platon’un androgynos, androjen insan imgesinde değirmisel, küresel, formdan bu kesintiye uğramışlık, yarımlık bağlamında söz ettiğini görüyoruz. Platon, kendileri gibi küreseldi yürüyüşleri de[3] diyerek, bu insanların, Zeus onları ikiye ayırmadan önce hiçbir yere gitmeyen bir devinimle yerinde sayarcasına devindiklerini anlatıyor. Zeus onları -androgynosları- yumurtayı kılla keser gibi hafif ve komik bir şekilde ikiye ayırınca, artık onların kaderleri hep henüz bölünmemiş olmayı, döngüsel tümlüğü yitirmemiş olmayı aramak oldu. Platon’a göre bu aylak androjenler, -böylece ikiye bölününce doğamız- evde olma hasreti gibi başlangıçtaki bölünmemişliği arayıp dururlar. Başka bir yere gitmeye, gündelik amaçlarını gerçekleştirmek için gerekenlere yönelmezler. Sokrates’in yol gösteren ereğinin, hon heneka’sının, bir yere varma amacı olmayan, amaçsallığın kendisine yönelirler. Platon bu yolda oluş ve evde hissetme yönelişinin hiçbir yere gitmeyişini, aylaklık, argia olarak betimliyor. Açlık ve yaygın bir aylaklık yüzünden ölüp gidiyorlardı diyor.[4]
Aylağın yürüyüşü, gündelik amaçları gerçekleştirmeye dönük koşuşturmanın bir tür reddiyesi olabilir mi? Bir tür günlük yaşam haccı gibi düşünülebilir mi?
Nietzsche en çok ilgi çeken yazılarını yazdığı 1879 - 1889 yılları arasında uzun doğa yürüyüşlerine çıkıyordu. Yürüyüşün esrikliğinin onu nasıl sarhoş ettiğini, bir keşişe dönüşmüş buldum kendimi yeniden, günde on saat keşiş adımları atıyorum diyerek anlatıyor. Keşiş adımlarını, yarı rüyada, bir gündüz düşçüsünün, gündelik yaşamın haccını yürüyüş olarak okuyabiliriz. Frederic Gros, Rousseau’nun son yürüyüşlerinin artık yalnızca yürüyüşün kendisi için yapılan, kendi başına amaç haline dönüşmüş olduğunu, Rousseau …”sadece ve sadece hiçbir şey için çıkar yürüyüşlere diye anlatıyor. … Hacı, Latince peregrinatur, yersiz yurtsuz, sürgün, yabancı, gezgin anlamına gelen bir sözcük. Bejan Matur, Ben haccımı yürüdüm / Ben yürüdüm haccımı diyor hayat yolculuğunu anlatmak için… Aylak, gösterişsiz adımlarıyla herkesin kendi haccını yürüyebileceğini gösterir bize…
Alberto Giacometti ince, uzamış gibi görünen ve en çok da yürüyen insan figürleriyle tanınan, İtalyanca konuşan bir İsviçreli. Çağını etkileyen, bir bakıma dönüştüren bir sanatçı olduğu kabul ediliyor. Heykelleri, çok çalışılmış, emek-yoğun yapıtlar. Ama gündelik yaşamda aşina olduğumuz görünümleriyle izleyenlerle arasında bir yakınlık hissettirebiliyorlar. Varoluşçu olduğu söylenen, döneminin entelektüelleriyle de birlikte zaman geçiren, tanınmış bir sanatçı. Özellikle Yürüyen Adam heykeli onun imzası gibi…
Giacometti, bu yapıtının etkisinden hiç kurtulamaz. Yürüyen Adam, artık onun tüm işlerine eşlik eden bir gölge gibi, aklında takılı kalan bir figürdür. Düşünceli, nereye gideceğini değil, yürüyüşün kendisini düşünen, dalgın, hafifçe öne eğik bir erkek… Giacometti’nin yürüyüşçüsü, unuttuğu bir şeyi anımsamaya çalıştığı için mi hafifçe öne eğik? Yürüyüşümüzün, yolculuğumuzun amacını umursarken unuttuğumuz yürüyüşün, yolda oluşun kendisini anımsamaya mı çalışıyor? Edip Cansever’in Ben Ruhi Bey Nasılım? kitabındaki dalgın, uçumlu ve zayıf, kravatı ip gibi, incecik olan Ruhi Bey karakteri gibi otelde yaşayan Giacometti’nin heykeli, gündelik hayatın haccını yürürken yolda gönüllü kaybolmuş bir aylak mı?
Yersiz yurtsuzlara bir ev, şehir, polis, bir amaç veren yolların tanrısı Apollon’un, diğerlerinin aksine, yerleşiklikten gezginliğe geçirdiği Sokrates gibi bir ironist mi?
Wilkinson’a göre Gacometti’nin Yürüyen Adam’ı, İçinde yetiştiği toprağı yitirmiş yalnız ağaçlar gibi[6] köksüz, yersiz yurtsuz görünen bir gezgin… Bedeni ve duruşu sıradan, gündelik hayatın içinde yürüyen bir adam…
Giacometti, Paris’te yaşarken Samuel Beckett ile yakın arkadaştı. Neredeyse her akşam birlikte çıkarlar, bazen kafelerde otururlar, bazen de daha eğlenceli yerlere giderlerdi… Judith Wilkinson, Beckett’in özellikle Giacometti’ye yakın olmak için Paris’in kafelerinin ünlü olduğu semtine taşındığını, ikilinin birlikte çok vakit geçirdiklerini söylüyor. Godot’u Beklerken’in 1953’teki orijinal sahnelenişinde seyirciler arasında olan Giacometti, 1961’de Paris’te yeniden sahneye konduğunda, Vladimir ve Estragon’un hiç bir yere gitmeyiş performansını sergiledikleri ağacı yapmıştı. İnce, sıska, yalnız beyaz alçıdan ağaç, tuhaf bir ağaçtı bu…
Giacometti bunu: Bütün bir gece bu alçı ağaç üzerinde çalıştık. Gövdesini, dallarını bazen inceltiyor, bazen daha küçük, bazen daha büyük yapıyorduk. İkimiz de onun hiç bir zaman tam olarak bitmediğini, tam olmadığını düşündük. Birbirimize “belki!” diyorduk diye anlatıyor (Wilkinsonhttps://www.tate.org.uk/whats-on/tate-modern/exhibition/giacometti/giacometti-and-samuel-beckett).
Reinhold Hohl, Bu alçıdan ağaç, bir eylemin gerçekleştiği yerden fazlasıydı, burası dünyadaki eyleyişlerin ekseni gibiydi diyor.[7]
Dünyadaki eyleyişlerin ekseni bu alçıdan ağaç henüz hiçbir uzamsal noktayla belirlenmemiş, henüz hiçbir yere doğru yönelmemişliğin eksilmemişliğini, zamanın bölünmemişliğini anımsatmıyor mu? Aylağın ancak hiçbir yere doğru yürüyüşüyle aradığı henüz cennetten kovulmamışlığı, yersiz yurtsuz kalmamışlığı… Eyleyişlerin ekseni, hiçbir eyleyişle sınırlanmayacak bir eylemeyiş hali olsa gerek…
Godot’u Beklerken, istemli yapmayış, willingly undoing denilen performansın en bilinen örneğidir. Oyunda sürekli, Hadi gidelim! Let’s go! diyen karakterler hiçbir yere gitmezler… Gerçekleşmesi beklenen eyleyişe hiç bir zaman geçmeyerek, gerçekleşme olanağını eylemeyiş hali olarak gösterirler bize… Gerçekleşmesini varsaydığımız performansların umduğumuz gibi olmayabilirliğini, hiç bir sonuca varmayan bir olanağın, tuhaf, tedirgin edici belirsizliğini anımsatırlar. Politik işleyişin temelinin, insanların yapmaları gereken işleri yapmak zorunda oldukları, uymaları gereken işleyişin kurallarına uymak zorunda olduklarını varsaymalarına dayandığını da söyleyebiliriz belki… Bazen hiçbir şey yapmayış, politik işleyişin dayandığı bu varsayımı sorgulama vesilesi olabilir. Bu anlamda tuhaf, tedirgin edici bir belirsizliktir aylaklık.
Tıpkı Taksim gezi parkındaki duran adam gibi…
[1] Aynı eser.
[2] ‘the eternal from the transitory. http://psychogeographicreview.com/baudelaire-benjamin-and-the-birth-of-the-flaneur/
[3] Platon. Şölen, 210, çev. Eyüp Çoraklı, Alfa Felsefe Dizisi: İstanbul, 2014, sayfa 38.
[4] A.g.e, 87.
[5] Bu yazıdaki tüm fotoğraflar https://www.tate.org.uk/art/artists/alberto-giacometti-1159/long-read/when-alberto-giacometti-met-samuel-beckett adresinden alınmıştır.
[6] https://www.tate.org.uk/art/artists/alberto-giacometti-1159/long-read/when-alberto-giacometti-met-samuel-beckett
[7] Hohl, Reinhold. Alberto Giacometti, Büchergilde Gutenberg, Frankfurt, Wien, Zürich, 1973, sayfa 210.