19 Mayıs 2014

Rabbim herkesi Roman yaratsın

Ölümden sonrasına inanın ya da inanmayın. Ama Selim Sesler Araf’ta çalmaya devam edecek

Yirminci kere filan dinliyorum. Şehnaz Longa çalıyor. Herhalde Alman komşularım  artık alışmıştır –evden gelen seslere. Obsesif kompulsif. Bende-evde bazı dönemler aynı şarkı, aynı plak döner durur. Öyle günlerde pencereler kapalıdır. Ev dumanlı. 

Beyoğlu’nda şimdiki ‘Exit Bar’ın yerinde, doğru hatırlıyorsam eğer, Eski Peyote vardı; yani şimdi Balık Pazarı’ndan girilen, Nevizade’nin arkasındaki Peyote değil. Başka bir Peyote. Amma çok giderdik. Baba Zula, Mor ve Ötesi, Selim Sesler çalardı. Küçücük yere nasıl sığardık onca delikanlı, ergen, aşık şimdi kestirmek zor. 

Baba Zula’yı sever sayar ama Mor ve Ötesi’nin ‘groupie’si olduğum kadar onların tiryakisi sayılmazdım. Gül, Alev, Onur ve Ali’yi hatırlıyorum. Ama bazen, haftaiçi ya çarşamba, ya perşembe, güney kampüs basınca, Beyoğlu’na kaçınca, bir iki derken, sonra rast gelince, sık sık Selim Sesler’in karşısında buldum kendimi. İtiraf etmeliyim ki, ilk kez Mor ve Ötesi diye gidip –hadi diyip girmiş, delirmiştik. Karşı koymak zordu. Sonra ‘Selim Sesler’ çömezlerini göndermeye, arada çıkıp cümbüşe katılmaya başladı... Azimle gittik. Tavanarası’nın,  Babylon’un ya da karıştırdığım, doğru hatırlamadığım başka mekanlarda onu dinlediğim anlar geri geliyor şimdi. 

Şimdi uzun süren bir hastalıktan sonra vefatını öğrenince, yazmak istedim. Galiba temelde şunu söylemek istedim. Ben onun işine, klarnetine, müziğe olan tutkusunu, aşkını, üfledikçe kopuşunu görmüştüm -gözlerimle. Acayip bir histi orada olmak. Taksimlerini dinlerken, sanki bir mucizenin oluşuna tanık olduğumu hissederdim. Olağanüstü birşeyler oluyordu o anlarda. Öyle bir elektrik vardı hep –o çalarken havada. Bunu ben yakaladım, gözlerimle gördüm, şahidim. O dünyanın en iyi müzisyenlerindendi.

Fatih Akın da öyle görmüş, öyle kestirmiş olacak ki, Duvar’a Karşı’yı onla açıp kapatıyor. İyi ki çekmiş, İstanbul Hatırası’nı; şimdi bakıyorum, iyi ki Keşan’a gidip çekmişler o alemi. Cumartesi gecesi –pazar sabaha karşı, tekrar izledim Selim Sesler kısmını. Yine hatırladım. Onunla ilgili söylenmesi gereken en önemli şey, onu canlı dinleyenlerin anlayacağı, hatırlayacağı gibi; sanki klarnet onun bir organı gibiydi, eli, kolu, kulağı, dili, kalbi. O an Miles Davis’i, Chet Baker’i, Safiye Ayla’yı ya da ne bileyim J. Coltrane’i dinlemek gibiydi herhalde. Bugün orada olanlar ne hissediyorsa, hissettiyse, ben de aynısını hissediyorum. Onu dinledim. Onla konuştum. Arada, sonunda sağ kalanlarla bir tek daha attık, üst üste sigara yaktık. Gülüşünü hatırlıyorum. Trakya kibarlığını. Tarihin bir sayfasından geçer gibi bir histi. Orada olmanın, onu dinlemenin şevkiydi.

O günlerden kulaklarımda bir şey kaldıysa, diyelim ki, gençlik gitti, kafamızda esen rüzgarlar dindi, arkadaşlar dağıldı, kalpler kırıldı, bozuldu, yapıldı, katı olan herşey buharlaştı, İstanbul değişti, hayat herkesi savurdu, filan felan, ama aklımda, kulağımda bir şey kaldı. Kalmış. Ki yazmak zorundayım. “Keşan’a giden yollar” dönüyor. Doğru cümleyi kurmaya çalışıyorum. 

Hatırladığım, Selim Sesler’in klarnetini çalarken, yüzünde bir ifade vardı. İşine aşık, işi kendi olmuş, işi hayatı olmuş bir adamın dünyayla kurduğu ilişki. Galiba bugün sevdiğim mesleği yapıyorsam, o günlerde onu, onun gibi mesleğine aşık insanları tutkuyla takip edip, delice kıskandığım içindir.              

Ölümden sonrasına inanın ya da inanmayın. Ama Selim Sesler Araf’ta çalmaya devam edecek. Bunu bilin. Buna inanın.

 İstanbul Hatırası

Yazarın Diğer Yazıları

Her şey gibi medyum (da) eskidiğinde ne olacak?

Misal Adnan Yıldız sergisinin açılışından hemen önce Erdağ Aksel ile söyleşti.

Küçük Prens: BERKİN

268 gündür komada eriyen Berkin Elvan’ın ölümü hayatımızın akışını bıçak gibi kesti.

Bugün kime oy veririm?

Sivil protestolara izin verilmediği, seçimlerin güvenliğinin sorgulandığı, hukuk süreci ve adalet çözümlerinin tıkandığı noktalarda, elbette direnişin rengi değişiyor...