Gezi sürecini 17 Aralık’a getiren; sonra karşımıza sürekli kriz yaşayan bir hükümet ve paralel yapılar dönemini açan, sloganı ironik bir şekilde İLERİ DEMOKRASİ ve YENİ TÜRKİYE olan “Son Dem” sezonundan gözlerimizi alamıyoruz. Şayet New York Times da, bu son siyasi olayları gerçeklikle ilişkimizin koptuğuna gönderme yaparak Dallas ile Muhteşem Yüzyıl arasında bir geleneğe oturttu. Benimki ise dil ve bağlam farklılıkları arasında bir denge kurmaya çalışan bir yazı.
Önce Dil: Darbe mi, Devrim mi?
Hem İstanbul’da hem de Kiev’de dikkatimi çeken, taraflar arasında sıkça tekrarlanan bir ‘’dil kutuplaşması ve kavram savaşı’’ ama bu “darbe mi oluyor devrim mi” ikilemini Orta Doğu bağlamından, özellikle Suriye ve Mısır’da gelişen olaylardan şimdilik koparıyorum. Sonuç kısmında geri döneceğimiz -yeniden bir ele alış- mantığıyla, darbe ya da devrim, son zamanlarda gelişen bütün savunma, strateji ve atak hamlelerinde çok kullanılan, bir anlamda retro anlamlarıyla çok katmanlı bir hal alan, tartışma olarak bizi belli pratik sorulara taşıyacak siyasi dil tercihleri.
İstanbul ile Kiev’i bağlayan en can alıcı nokta, sivil direnişin doğuş ve sembolleşme sürecindeki benzerlikler; ama ülkelerin demokrasi frenleri arasındaki fark, şimdilik farklı sıcak sonuçlar doğurdu. Kiev’de 71 mücadelecinin hayatını kaybettiği direnişi sonucu, hapisteki muhalefet özgürlüğüne kavuştu ve Avrupa desteğiyle ülkede sağlıklı bir erken seçim zemini sağlanması umut ediliyor. Malum, Rusya tetikte.
Haberlerde dolaşan açıklamalarda, bazı taraflara göre gerçekten devrim oluyor, yani iktidarın sarsılamayacak gibi duran, kitleleri çaresiz bırakan kontrol mekanizmaları düşüyor; ama iktidarı sarsılanların –seçimlerle iş başına geldiklerini vurgulayarak ve elbette yeni seçimlere de güvenerek- kendini temize çıkarma stratejilerindeki ortak dilde ‘’meşru iktidara darbe yapılıyor’’ tezine sıkça rastlanıyor. Ne 70’lerin devrim inancı ne de 80’lerin darbe acıları... Başka bir dünya zamanındayız, dahası devrimin de, darbenin de sanalının, post moderninin ONLINE gerçekleştiği bir çağda.
Temsili demokrasiler, liberal politikalar ve şirketleşen hükümetler nerede tıkanıyor(?) şeklinde türetilebilecek uzantılı sorulara geçmeden, siyasi dilin karşılıklarını aradığı “devrim mi, darbe mi” sorusu hiçbir bağlamda yanıtlanamıyor. Mevcut iktidarlar, meclis, hükümet ve cumhurbaşkanı üçleminde onaylanan kararlara katılım, onay ve karşısında hak arayışını, halkın hemen hemen yarısının aleyhine ‘imkansız’ kılmaya başladığında, ‘demokratik zeminin varlığı’ otomatikman sorgulanıyor.
Sivil protestolara izin verilmediği, seçimlerin güvenliğinin sorgulandığı, hukuk süreci ve adalet çözümlerinin tıkandığı noktalarda, elbette direnişin rengi değişiyor, direnişçiler sert eylemlere girişiyor, demokrasinin yerini şiddet devleti ve iç huzursuzluklar alıyor. Bunun iki uçta açılan, soğuk ve sıcak gerilim örneklerini Kiev ve İstanbul bağlamında inceleyebiliriz.
Türkiye bağlamındaysa, siyaset skandallarına paralel polis kontrolünün artırılması, medya ve İnternet sansürü gündemde. Bizde direnen sanki hükümet, ama elindeki argümenlar ikna edici özellik taşımıyor. Başbakan giderek yalnızlaşıyor. Kanuni’nin oğlunu idam ettirdiği dizinin finaline yaklaştığımız (ne tesadüf) bir zamanlamayla ve neredeyse dört yüz yıllık gecikmeyle Şehzade Mustafa’nın türbesi ziyaretçilerle dolup taşarken, geçen pazartesinden beri internette dolaşan, bugün ikincisinin paylaşıldığı; hükümetin meşruluğunu ‘montaj’ diyerek reddettiği, başbakanın oğluyla arasında geçen bir telefon kaydı konuşuluyor. Biliyoruz ki, bu topraklarda oğullar, babalarının iktidar hırsından hep çok çekiyor.
Olanları kendisine yönelik ‘darbe’ girişimlerinin bir parçası olarak okuyan ve rakiplerini Robot Lobisi ile etiketleyen Recep Tayyip Erdoğan yargılanacak mı, aklanacak mı(?) –yoksa bu da 17 Aralık’ta medyadan izlediğimiz ve hala birçok yönüyle muamma siyaset sahnelemesi gibi, zaman yayılarak gündelik hayatın gerçekliğine mi karışacak(?), bilemiyoruz. Çünkü elimizden modern devletin temel antlaşma zeminlerinden hukukun üstünlüğü çıkarıldı. Bir süredir konuşuluyordu: Denildiği gibi son çıkan torba kanunlarından İnternet Yasası’nın Cumhurbaşkanlığı tarafından onaylanması epey tepki çekmiş, kontrolün nedeni belediye seçimlerinden önce çıkacak kaset, telefon dinleme ve seks skandalı tasarımlarıyla açıklanmıştı. Sadece 4 saat boyunca online kalacak, hemen kapatılacak malzemelerden ilki sunulduğunda, dolaşan video sanal medyada hemen herkesi şok etti. Belki tahmin ettiğimiz bir durumun içeriğini, dilini ve cümle/gramer yapısını- kısaca seviyesini duymak bizi üzdü. Montaj ya da değil, hükümet ya da karşıtları, her kimse bu dilin mucidi, buysa eğer Türkiye’nin hak ettiği siyaset, meclisin ve demokrasinin varlığını tartışmanın zamanı çoktan geçmiştir.
Dönüşen Direniş Noktası
‘’Tamamen sıfırlandı mı?’’ Evet, tamamen sıfırlandı, ne etik ne onur ne vicdan kaldı. Meclis, cumhurbaşkanlığı makamı, yargı ve medya adına olumlu bir cümle sarf etmek neredeyse güç. İnsanın midesi bulanıyor. Olan bitene, kutulardan çıkan paralara, onların geldiği yeni ekonomiye, sömürünün giderek ağırlaşan şartlarına, şaha kalkan kapitalizme, İstanbul’un gökdelenlerine, giderek normalleşen kamusal aşağılanmaya, polis şiddetine, biber gazlı haftasonlarına, ülkenin depresif ve gergin havasına sadece mide değil, ne kalp ne akıl dayanıyor; kimsenin gelecekten umudu kalmıyor. Diğer siyasi zeminde bazı önemli değişimler oluyor. Mesela BDP nihayet uyandı: “Bu kadar şaibeli bir başbakanla barışı nasıl konuşacağız” Demirtaş’ın dilindeki bakla başka nasıl çıkar? Pazarlıklar mı dökülecek bir sonraki sahnede karşımıza? ‘’Fethullan Gülen destekli CHP darbesi’’ tezi doğru mu değil mi, işte buna Kürtler’in adaleti karar verecek... Çünkü daha önce barışa dair umudunu ve elindeki kozu yitirmek istemeyen BDP o konsensusta yer almadığı gibi; ulusalcı cephe de kendi içinde Kürt sorununa yaklaşımını çözememiş; kendisini iktidara taşıyacak inandırıcı muhalif bir çizgiye yerleşememişti. Bence, Türkiye’nin kaderini belirleyecek siyasi ayrım burada yatıyor ve ben BDP’den giderek yükselen ses tonunun değişimini önemsiyorum. Tarih bilinci, iyi edebiyat ve yeni video sanatı örneklerinden empati kurduğum Kürt hareketine, ben gönülden güveniyorum. Devrim mi, darbe mi bilmem, ama direnişi en iyi onlar bilir.
Evet, önümüzdeki seçimlerde belki meclisi seçmiyoruz. Ortada belediye seçimlerine ilişkin bir tarih var. (Elbette buna bir de erken genel seçim eklense durum ne olur, bu bizi ancak kendimizi yoklayamamamıza neden olacak bir soruya bir adım daha yaklaştırır.)
Bugün kime oy veririm?
Aslında bu sorular sadece İstanbulluların değil, hemen herkesin kafasından geçmekte; yaklaşan seçimler siyasi gerilimin nasıl çözüleceğine, rüzgârların nasıl durulacağına ya da durulmayacağına dair bir sonraki durak olarak algılanıyor. Ne de olsa, büyükşehirleri en önemlisi İstanbul’u alan iktidara yaklaşıyor. İstanbul taksilerinde dolaşırken duyduğum kadarıyla gelişen bir kanaatle; eski eşi Beyoğlu, oğlu encümen, yok avukatı karşıdan, amcasının oğlu muhtarlıktan derken Sarıgül efsanesi de, Erdoğan ailesini aratmayacak gibi, ama acaba denize düştük, sarılacak yılan bile yok mu? Daha insaflı.
Sonuç olarak, kendi darbe tarihimize bakınca hala sivil seçimlerden bahsediyor olmamız, bizi hem Balkanlar hem de Orta Doğu siyasi ikliminden ayırıyor. Özellikle Orta Doğu’da yaşanan vahşetten bizi koruyan en önemli kültürel özellik, bizi seçime götüren, (yürütmenin müdahaleleriyle pek işlemese de) ortaya bir hukuk süreci çıkaran, bazen tutmayan ama hala var olan demokrasi frenlerimiz... Hükümetin zamanında büyük vaatlerle liberalleri etrafında toplayarak hazırladığı umut verici kanunlar, bugün kendi ayağını bağlayan, bugün yaptıklarıyla çelişen bir noktada kayda geçse de, kat edilen mesafede bürokratik süreç hükümet alehine işledi, gergin süreç yavaşladı, katarsisler aşıldı, kavga dövüş, tekme tokat da olsa meclis işledi. Ama hükümet istediği kanunları çıkarsa da, kaybettiği itibar ile beraber bu gerilimle çok ters bir yola girdi; dönem dönem yükselen çeşitli protestoları fiziksel güç ve kimyasal silah kullanarak önlemeye çalıştı. Avrupa’yı, insan haklarını ve anayasayı karşısına alarak. Yani Orta Doğu usülü ACILI DEMOKRASİ- BALKANLAR etkisiyle, pişti pişti, öyle bir kıvama geldi ki; ARAP SAÇI.
Analizin devamı net. Bütün gelecek senaryolar yerel ve merkez arasındaki yönetim tercihlerine kilitlendi. Yerel, artık merkezi belirliyor. Başka söze ne hacet! Türkiye, ortaya çıkan bu siyasi tabloya cevap verecek akılcı, soğukkanlı ve demokratik hak arayışını partiler üstü bir anlayışla belirleyen bir ortak harekete ihtiyaç duymakta. Sağlam İrade’yi Kamusal Vicdan’a ve Ortak BARIŞ’a davet ederek işleyecek bir siyasetçi kimliği bize şu an gereken. Belediye seçimlerimde, lokasyona, nerede olduğunuza ve bağlama önem verin ama unutmayın ki, BARIŞ’a atılan her oy bize KARDEŞLİK getirir. Yazının başına dönüp seçtiğim imajlara bakınca, Diyarbakır’da yaşayan ve çalışan Şener Özmen’in fotoğraf serisi “Megafon” ne çok şeyi kodluyor. Benim üzerine söyleyecek bir cümlem yok, ne haddime, bu imajlar hem yazıyı getiriyor, hem de yazı bittikten sonra düşünsel olarak devamını...
İmaj: Şener Özmen, Megafon, 2005