05 Ocak 2024

Üniversite nedir? Bilim nedir? Bilimsel özgürlük nedir?

Üniversitenin olmazsa olmazı özgür, eleştirel düşüncedir, o kadar ki bu olmadan gerçek anlamda çığır açan bir bilgi üretimi imkânsızdır. Bu ne yazık ki çokça ıskalanan veya hafifsenen bir şey

11 Şubat tarihinde "Neden Kabul Etmiyoruz Ve Vazgeçmiyoruz" yazısını yazarken ikinci bir yazıda da üniversitenin ne olduğunu, bilim denen şeyin ne olduğunu ve bunun ışığında bilimsel ortamın özgürlük yanı sıra ne gibi başka olmazsa olmazları olduğunu yazmayı planlamıştım. Ancak 2 Ocak 2021 günü itibariyle başlayan süreçte kendimizi adeta bir "Blitzkrieg"in içinde bulduk.[1] Saldırı öylesine hızlı ilerliyordu ki Melih Bulu ve sonrasında Naci İnci atamasına karşı hocalar, öğrenciler, çalışanlar ve mezunlar olarak yürüttüğümüz mücadele akademik dönemin de yoğunluğu ile birlikte hepimizi adeta nefessiz bıraktı. Buna karşın, bu sürecin getirdiği de çok şey oldu. Şubat yazısında üniversitenin sadece Türkiye'de değil dünyanın birçok üniversitesiyle kıyasla hatırı sayılır bir yatay yapılanması olduğundan bahsetmiştim. Bu direniş yine yatay düzlemde birçok yeni dostluk ve hep birlikte mücadele etme becerileri ve pratikleri üretmiştir. Hafif bir tebessüm ile buna "ilahî diyalektik" diyelim...

Ancak direniş, doğal olarak, zaten normal mesai saatlerinin tümüyle ötesine taşan akademik uğraşlarımızın ve idari sorumluluklarımızın üstüne binen yoğun bir ek mesai oldu. Yine de tüm yorgunluğumuza ve bizi acıtan olaylara rağmen sanırım bizi ayakta tutan şey tünelin ucundaki ışık. O ışık, 21. yüzyılda ve mümkünse ilk çeyreğini çok geçirmeden, gerçek "üniversiter" diye adlandıracağım sistemin inşası olacaktır. Ülkemizde, daha üniversiter bir sistem için yürütülen uzun mücadele tarihinin çarpıcı bir özeti için Mustafa Altıntaş'ın, BirGün gazetesinin YÖK'ün 40. yıldönümünde çıkardığı Pazar Eki'ndeki yazısını tavsiye ederim. Sanırım bu zorlu süreçte bizi ayakta tutan da, söz konusu yazıda tarif edilen ısrarlı mücadeleye, üniversitemizde yürüttüğümüz mücadelenin ve mücadele pratiklerinin de katkısı olacağı inancıdır. Bu vesileyle aynı Pazar Eki'nde Erol Köroğlu'nun Boğaziçi Üniversitesi Direnişi Ne Zaman Bitecek? yazısını da tavsiye ederim. Yine bu bağlamda Ayşın Ertüzün'ün Dünya Çapında Üniversite Olmak: Akademik Özgürlük ve Üniversite Özerkliği başlıklı Sarkaç'ta çıkan yazısını da vurgulamak isterim.

Ancak beni bu yazıyı yazmaya sevk eden sadece, üniversitenin ne olduğunu hiçbir zaman tam olarak anlamamış veya anladığı dönemleri çok kısa sürmüş ülkemiz tarihindeki yöneticilerin ve onların kurduğu ve etkileri altına aldıkları kurumların kifayetsizliği olmadı. Mesele sadece bu olsaydı mücadelemiz daha kolay olurdu diye düşünürüm. Oysa meselemizin bir diğer ciddî boyutu, toplumumuzun da bu ülkenin daraltıcı ve yasaklayıcı atmosferinde üniversiteyi lisenin bir uzantısı ve dolayısıyla lise diplomasının bir üst diplomasını sunan mercii olarak görmesidir. Bu da yine sadece Türkiye'ye has bir şey değil, azgın kapitalist dünyanın da itinayla özellikle ‘68 hareketi sonrasında adım adım inşa etmeye başardığı bir bakış biçimi.

Desen: Selçuk Demirel

Nasıl bir üniversiteli?

Üniversitenin olmazsa olmazı özgür, eleştirel düşüncedir, o kadar ki bu olmadan gerçek anlamda çığır açan bir bilgi üretimi imkânsızdır. Bu ne yazık ki çokça ıskalanan veya hafifsenen bir şey.

Humboldt'un 19. yüzyılda üniversiteyi, sadece bilgi nakleden değil bilgi üreten bir kurum olarak tarifi çok önemli bir değişimdir. Ancak Humboldt perspektifinin esas önemli önermesi, üniversitelerin yetiştireceği bireylere ilişkindir. Onları, hangi sınıfsal aidiyetten gelirse gelsin, kendi aklını kullanmayı öğrenmiş, mantıklı ve vicdanlı muhakeme yürütebilen, verili kalıpların dışında düşünebilen, dünya sistemi içinde kendi ayakları üstünde durmayı bilen ve evrensel bir dünya yurttaşlığı bilinci ve sorumluluğuna sahip bireyler olarak tarif eder. Çarpıcı olan işte bu tanımdır ve ilginçtir, unutturulan da yine bu tanımdır. Hatta diyebiliriz ki, özellikle 1980'lerle birlikte giderek azmanlaşan bir neoliberalleşme Zeitgeist'ı içinde bu bakış öylesine aşınmıştır ki giderek üniversitelerin kendileri dahi, adeta kendi iradeleriyle, piyasanın ihtiyaçlarına cevap veren, bilimi dahi rekabetçi, reytingci ve adeta Fordist bir üretim biçimine dönüştürebilmiştir.

Wilhelm Humboldt

Oysa Humboldt perspektifinin özgür ve sorumlu dünya yurttaşı yetiştirme tanımı, üniversite eğitimini –örneğin, o dönemin Fransa'sının tepeden belirlenmiş, katı müfredatlı eğitim bakışından farklı olarak-- gençlerin özgürce merak ettiği, öğrenebildiği ve en önemlisi soru sorabildiği[2] bir şey olarak tanımlar ve eleştirel düşünceyle birlikte bilim ile sanatı ayrılmaz bir bütün olarak görür. Ne yazık ki günümüz neoliberal düzen, bu ikiliyi birbirinden koparmış hatta yetmiyormuş gibi geçen onyıllar içinde üniversitelerdeki felsefi, beşeri ve sanatsal ders ve birimlerin giderek yok olmasının taşlarını döşemiştir.[3][4][5] Günümüzde adeta tek değer, gençlerin, ruh sağlığını ellerinden alan korkunç ve acımasız bir rekabet ortamı içinde üniversitelerden "en yüksek notlar", "en iyi projeler", "en çok puan toplayan etkinlikler"le mezun olması, bu koşuşturmanın içinde neyi niçin yaptığını asla bilmeden...

Üzücüdür ki bunun çok benzeri, bilgi aktaran ve üreten taraftaki akademisyenler için de geçerlidir. Herkes canhıraş bir şekilde, yoğun -zaman zaman had safhada çirkinleşebilen- bir rekabetin içinde bolca puan toplamak üzere, çokça derinlemesine düşünmeye dahi vakit bulmaksızın birtakım bilgiler üretmeye çabalıyor gibidir. Sanırım birçok akademisyen kendini zaman zaman Charlie Chaplin'in "Modern Zamanlar" filmindeki bant işçisi gibi hissetmektedir. Hatta durum o kadar vahimleşir ki böyle bir iklimde, hele ki ülkemiz gibi çeper konumdaki ülkelerde, Reşit Canbeyli'nin çok yerinde tabiriyle "taşralı bilim"in ötesi pek de bir şey çıkamaz. [6] Çünkü yepyeni, ufuk açıcı bilim üretiminden çok, var olan bir paradigmanın içinde küçük bir vidayı belki eklemiş veya çıkarmışsınızdır.

Oysa bilim daha fazlasını ister eğer ki "taşralı bilim" yapmakla yetinmek istemiyorsanız. Egemen güçler açısından tehlike tam da buradan gelir. Çünkü çığır açıcı bilim ancak ve ancak eleştirel düşüncenin var olabildiği, bilimle sanatın birbirinden ayrılmadığı, tersine birbirini beslediği, özgür bir ortamda ortaya çıkabilir. Bu bakımdan piyasa ve devlet talimatlı araştırmalar, diğer bir deyişle bütünlüklü olarak eleştirel düşünce, bilim ve sanat yerine, hız, pratiklik, satılabilir ürün, teknoloji, patent ve girişimcilik merkezli bakış (hiç şaşırtıcı değildir ki bu bakışa özellikle otoriter rejimler büyük yakınlık hisseder), "özgür, sorumlu, dünya vatandaşı birey" saikini kenara atar, üniversiteleri güç sahiplerinin elinde araçsallaştırılan kurumlara dönüştürür. Bu kurumlar artık üniversite değillerdir çünkü araçsallaşma, üniversite, eleştirel düşünce, bilim ve sanat kavramlarıyla 180 derece çelişir. Bu açıdan günümüzde "post truth" denen hakikat çarpıtmaları ve bükümlü dil kullanımları güçlü karşılık bulabilmiştir çünkü onyıllardır üniversiteler kitlesel olarak, eleştirel akılla hareket eden bireyler yerine, hızlı pratik bilgiler öğrenen ve onları mümkünse hızlıca bir ürüne dönüştüren bireyler "üretmiştir". Oysa Humboldt'un ta bir yüzyıl önceki hayali bu değildi. Albert Einstein'ın yakın dostu ve psikoloji biliminin en özgün düşünürlerinden biri olan Max Wertheimer şöyle tanımlar bilimi:

"Bilimin kökleri hakikat iradesinde yatmaktadır. Bilim ancak hakikat iradesiyle ayakta kalır, onun yokluğundaysa yerle yeksan olur. Standardı zerre miktar düşürün ve bilim ta kalbinden hastalığa duçar olur. Sadece bilim değil, insan da. Bu saf ve asil hakikat iradesi insanın mevcudiyetinin esaslı şartları arasındadır; bu standarttan ödün verdiği takdirde insan kolayca kendisinin trajik bir karikatürü haline gelir."[7]

Ne yazık ki günümüzün azılı bilim yapma biçimi içinde bu hakikat iradesi de örselenmiş, ana güdü, hakikat arayışından çok, güç devşirme olmuş gibidir. Kim diğerinden daha fazla kaynak kapabilirse, kim diğerini daha fazla gölgede bırakabilirse. Toplum ve iktidarlar ise bu zamanın zehirli ruhu içinde, aslında buram buram beşeri değerlerin taşıyıcısı olması gereken üniversiteleri, bir takım nitelden çok nicel değerlendirmelerle puanlara indirgenebilecek, yarıştırılabilecek "tesisler" olarak kurgulamakta beis görmemektedir.

ODTÜ'nün 1977'deki Hasan Tan mücadelesinde üniversiteyi belki de en güzel tanımlayan kişi Cahit Arf olmuştur. Bu tanımı üstelik bir genelkurmay başkanına yapmıştır. O kişi bu tanımı anlamış mıdır, orası meçhul. Ülkemizin kendini kudretli sananların bu tanımı asla anlamadığı ise yeniden ve yeniden, en son da bizim üniversitemiz özelinde tescillidir.

Sunum bittiğinde Genelkurmay Başkanı bir soru sordu.

"Hocam, bizim de Yüksek Öğretim Kurumu'muz var, Harp Okulu. Orada çıt

çıkmıyor, sizde ise sorun bitmiyor. Bunun nedenini açıklar mısınız?"

(...)

Cahit Hoca Semih Paşa'ya sordu.

"Paşam siz Harp Okulu'nda öğrenciye ne öğreteceğinizi biliyor musunuz?"

Semih Pala bu soruyu net bir biçimde yanıtladı.

"Elbette biliyoruz."

Cahit Arf'ın beklediği yanıt da buydu!

"Bakın Paşam, sorun buradan kaynaklanıyor. Üniversite eğitiminde biz öğrenciye ne

öğreteceğimizi tam olarak bilmiyoruz. Daha doğrusu emin değiliz. Eğer

öğreteceklerimizden emin olsaydık, o zaman orası üniversite olmazdı. Üniversite,

tartışılarak gerçeklerin araştırıldığı bir kurumdur. Tartışmanın serbest olduğu bir yerde

arada sorunlar çıkması doğaldır."

[Uğur Ersoy, ODTÜ'de Hasan Tan Dönemi (1976-1977 Krizi) , s. 17-18]

Hayalimiz, 21. yüzyılda üniversitelerin, özgür, özgün, vicdan ve akla dayalı, sorumlu ve bütünlüklü bakışa sahip dünya vatandaşı bireylerin yetiştiği yerlere dönüşmesidir. Bu da doğal olarak ancak, okudukları kurumlar da, özgür, özgün, akla ve vicdana dayalı, sorumlu, hesap verebilir, bütünlüklü bakabilen ve herhangi bir gücün vesayeti altında olmayan yerlerse mümkündür. Bu uğurda ister derslerimizde, üniversitelerimizde, ister türlü akademik inisiyatifler içinde, ister kamusal alanda, ister siyaset içinde bu uğurda mücadele eden hepimize "pes etmek yok" diyorum. Mücadele Umuttur, Kabul Etmiyoruz, Vazgeçmiyoruz.


Not: Bu yazıdan sonra birçok geri dönüş aldım. Çoğu buradaki vahameti gören ve mücadelenin şart olduğunu, herkesin buna katkı sunması gerektiğini vurgulayan cinstendi. Ancak beni şaşırtan tepkiler de oldu. Bu tepkiler çoğunlukla kendi bölümümüz ve genel olarak üniversitemiz mezunlarından geldi ve sadece ne kadar üzgün olduklarını belirtiyordu. Bu yazı, okuyucuda "üzülmeyi", "ahlanmayı vahlanmayı" ve hele ki "acıma" duygusunu harekete geçirmeyi hiç amaçlamıyordu. Bu yazının amacı pespayelikleri ortaya dökmek (keşke kamuya hizmet veren her kurumdan insanlar kendi kurumlarında olup bitenlere dair Türkiye kamusunu bilgilendirse, ki bunu da vurgulayan mektuplar, geri dönüşler oldu) ve geçmiş bir öğrencimizin güzelce ifade ettiği gibi, "Bundan sonrası herkeste" demekti. Sevgili mezunlarımızdan beklediğimiz mevcut üzülme tepkilerinin çok ötesi. Bizler üç yıldır yılmadan direndik, tüm hayal gücümüzü ve elimizdeki dar imkânları kullanarak. Eminim ki on binlerce mezunumuz da bu kurumun yıkılmasını önlemek için bir araya gelmeyi ve doğru yollarla bu yıkımı engellemeyi bilir. Buna inanmak istiyorum, yoksa zaten bu nadide üniversite kalmayacak bunda da sessiz kalan herkesin payı olmuş olacak.


[1] Bunlardan sadece kimilerini sıralayacak olursak: 2 Ocak 2021'de üniversitenin hiçbir unsurunu gözetmeksizin OHAL rejiminde ortaya çıkan bir KHK'ya yaslanılarak yaplan Melih Bulu rektör ataması (yüzlerce öğretim elemanı ve üniversitenin tüm diğer bileşenlerince yüzde 94 ve üstü oranında güvensizlik oyu almış Naci İnci'nin 21 Ağustos 2021 tarihli rektör ataması da buna benzer kasıtlı bir hamledir); hemen ardından yine bir kararnameyle üniversitenin o yönde hiçbir talebi olmaksızın iki yeni fakültenin açılması; bunun peşi sıra Cinsel Taciz Ofisi'nin kapatılması; LGBTQ+ kulübünün kapatılması; dört öğrencimizin bir sergi etkinliği üzerinden hedef gösterilerek 47 gün hapsedilmeleri; üniversitenin öğrenciler tarafından en yoğun seçilen sanat ve sanat kuramlarıyla ilgili derslerin çeşitli geçersiz gerekçelerle son verilmesi; 16 Temmuz'da yine bu derslerin nadir tam zamanlı hocalarından Can Candan'ın görevine mesnetsiz bir şekilde son verilmesi ve 11 Ekim itibariyle çevik kuvvet çağrılarak kampüse girişinin engellenmesi, benzer şekilde yarı zamanlı film müziği dersi hocalarımızdan Feyzi Erçin'in de o tarihten itibaren yine hiçbir yazılı dayanak sunulmaksızın kampüse girişinin engellenmesi; üniversitemizin tarihi binalarının olduğu güney kampüsü kapsayan alana yönelik SİT statü değişikliğine gidilmesi; 2 Ocak'tan beri şiddetsiz, demokratik protesto haklarını kullanan yüzlerce öğrencinin yaşadığı ağır gözaltılar, polis ve sivil polis şiddeti, özel güvenlik şiddeti ve yanlış ihbarları, disiplin süreçleri ve 6 Ekim itibariyle iki öğrencimizin, Berke ve Perit'in hiçbir suç olmayan bir fiilden tutuklu olmaları ve eğitim haklarının ellerinden alınmış olması.

Hasarlar ve açılan hukuki davalar için:

https://universitybogazici.wordpress.com/hasarlar-talepler-damages-demands/ https://universitybogazici.wordpress.com/hukuki-davalarimiz-ongoing-lawsuits/

[2] Soru sormanın önemine dair, Stuart Firestein Cehalet: Bilimi İleri Taşıyan Güç .

[3] https://digitalcommons.uri.edu/cgi/viewcontent.cgi?article=1099&context=srhonorsprog 

[4] https://www.universityworldnews.com/post.php?story=20211020154347298

[5] https://www.timeshighereducation.com/news/social-sciences-and-humanities-faculties-close-japan-after-ministerial-intervention

[6] Reşit Canbeyli. Bir Laboratuvar: YÖK'ün Gölgesinde, Bilim Tarihinin Işığında, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2016.

[7] Max Wertheimer. "On Truth", Social Research, Vol 1(2). (Çeviri: M. Aziz Akkaya)


Not: Bu yazı 28 Kasım 2021'de T24 Yıllık 2022 için kaleme alınmıştır.

Yazarın Diğer Yazıları

Bir kurum yıkılırken: Örnek bir vaka olarak Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü

Evet, hakkımızı helal etmiyoruz. Kurmak zor, yıkmak an meselesi, yazıklar olsun

Neden kabul etmiyoruz ve vazgeçmiyoruz?

Karşı koyuşumuz çok inatçı ama keza çok da soğukkanlı, sûkunetli ve uzun soluklu olacaktır. Çünkü söz konusu olan bu ülkenin geleceğidir, şakaya gelmez