11 Şubat 2021
Üniversite nedir sorusu çok derin ve ne yazık ki cevabı kamuda çok iyi bilinmeyen bir sorudur. Üniversite bilgi nakil yeri değildir, bilgi üretim yeridir, tabii dürüst ve evrensel etik ilkelerine yaslanmış, çoklu hakemlerce değerlendirilen bir bilgi üretiminden bahsediyoruz. Üniversite neden bilgi nakil yeri değildir? Çünkü üniversite öğretim üyesinin asli görevi bildiğini aktaradurmak değil, bildiğini sürekli güncelleyerek, üstüne düşünerek ve en önemlisi, bu güncellemeyi ve üstüne düşünmeyi öğrencileriyle birlikte yaparak, dolayısıyla öğrencilerini de sürekli düşündürerek kendi bilgilerini ve bu bilgiler hakkındaki düşüncelerini aktarmaktır. Keza üniversite bir ticarethane değildir. Batı ülkeleri ilk hususu iyi kavrarken ne yazık ki tüccarlaşmış dünyamızda bu ikinci boyut oralarda da giderek aşındırılmıştır. Üniversite, evrene ve evrendeki her şeye dair dönüştürücü bilgi üreten yerdir. Tam da bunun için bir üniversite hocasının mesaii bir memurunki gibi haftada 40 saat değildir, çünkü çalıştığı konuya dair merak ettiği sorular asla peşini bırakmaz, okur okur ve yeniden okur, anlatır, yazar çizer. İbn Sinalar tam da bu ruha sahip oldukları için çevrelerinden çok ayrı ve ayrıksı olmuşlardır. Bu bilme tutkusunu taşımayan biri ancak memur akademisyen olabilir, ötesi olamaz. Ve tam da bundan dolayı bir akademisyenin dersi bir yıldan bir sonraki yıla aynı kalamaz çünkü en basitinden bu süre zarfında kendisi değişmiştir, yeni bilgiler edinmiş yeni düşünceler üretmiştir. Dolayısıyla üniversiteler çok dinamik yerler olmak zorundadır. Tek tip, durağan, yasakçı, korku salıcı mevzuatlarla yönetilemez. Üniversitelerin tek değişmezi evrensel ilkeleridir ki üniversitemizin senatosu 2012'de, üniversitenin tüm birimlerinin katkılarıyla, tam da bu ilkeleri yazıya döküp kabul etmiştir.
Gelelim bugüne, 1 Ocak gece yarısı üniversitemize yapılan rektörlük atamasına… Bizlere sık sık, "2018'den beri rektör atamaları böyle yapılıyor, size ne oluyor?" diye soruldu. Oysa bu yanlış bir soru. Boğaziçi neden böylesi güçlü tepki verdi değildi sorulması gereken. Asıl sorulması gereken, neden diğer üniversite sıfatı taşıyan kurumlar yıllardan beri kendilerine yapıladuran haksızlıklara bir bütün olarak ses vermedi, sinelerine çekti sorusudur. Bir "fikir deneyi" olarak şunu düşünmeye çalışalım, eğer Donald Trump Harvard'a kendisine yakın bulduğu birini tepeden rektör olarak atasaydı veya Boris Johnson bunu Oxford için yapsaydı oralarda ne olurdu? Cevabı kolay, tam da bizdekinin benzeri olurdu… Ama yapmadılar, yapamazlardı çünkü her ülke hem ulusal hem uluslararası akademide yüksek prestij sahibi olan kurumunu gözü gibi korur, hele ki o kurumun 5 yıllık değil onlarca yıllık mazisi ve birikmiş emeği varsa. Burada Harvard'ın veya Oxford'un özel üniversite olmasının hiçbir önemi yok. Aynı şey, köklü ve prestijli kamu üniversiteleri olan Almanya için de geçerlidir.
Üniversitemiz yanı sıra, "kamu üniversitesi" denen, bir ülkenin el üstünde tutması gereken kurumları için verdiğimiz bu mücadele bir anda karşısında ülkenin en tepesindeki erk ve hatta akabinde, organize suç örgütü liderliğinden hüküm giymiş birini buldu. Ama bu bizi asıl meselemizden saptırmasın. Tüm tehditlere rağmen ve tüm bu akıl almaz ortam içinde yoğun bir şekilde devam eden akademik uğraşlarımıza rağmen bu yazıyı kaleme almaya karar verdim. Yazı kısa değil ama sabırla okumanızı dilerim.
Geçen gün yurtdışından bir muhabir ilginç bir soru sordu: Bu karşı koyuşunuz neden bu kadar dirençli oldu, size bu direnci veren şey nedir? Alanı psikoloji olan biri için bu, şu ana kadar aldığım en özgün sorulardan biri oldu. Aslında basına birkaç beyanat verdikten sonra ruhumu biraz dinlenmeye ve korumaya almaya karar vermiştim, ancak soru çok can alıcı bir noktaya dokunduğu için cevaplamaya karar verip muhabire ilettim. O muhabire söylediklerimi burada da aktarmak isterim.
Üniversitemizin tüm bileşenleriyle, öğrencisi, hocası, mezunu ve çalışanlarıyla böylesi inatçı bir karşı duruş sergilemesinin en önemli nedenlerinden biri -ülkemizin ürkütücü politik iklimi dışında- burada kaybedilecek şeyin inanılmaz derecede değerli oluşudur. İnsanlar iki durumda çok inatçı bir mücadele yürütür, biri kaybedeceği hiçbir şeyi yokken diğeri ise kaybedecek çok şeyi varken. Bizdeki bu ikinciye karşılık geliyor ve buna bağlı olarak mücadele biçimi, son derece şeffaf, şiddetten uzak, doğru söz kuran ve ilkeler temelinde ilerleyen bir mücadele.
Boğaziçi Üniversitesi bu yıl, 158 yıllık bir tarihsel maziyle birlikte bir kamu üniversitesi olarak tam 50. yaşına girmiş bir kurumdur. Kurumun en değer verdiğim özelliklerinden biri, ücretsiz bir kamu üniversitesi olmamız nedeniyle, öğrencilerinin ülkemizin her yanından gelip kayda değer bir sınıfsal çeşitliliğini barındırması ve birçoğunun, ailesinin üniversiteye giden ilk ferdi olmasıdır. Buraya, adı üstünde bir seçme ve yerleştirme sınavıyla, dolayısıyla alınlarının teriyle gelen bu gençler harç ödemeksizin dünya çapında bir eğitim almakta.
On beş yıldır değişim programının koordinatörlüğünü yürüttüğümden, Erasmus ve değişim programlarıyla gelen batılı öğrencilerin geribildirimlerinden de biliyorum ki buradaki derslerin seviyesi kendi üniversitelerinkinden aşağı kalmıyor ve hatta derslerin işleniş biçimini kendi üniversitelerinkinden daha sorgulayıcı ve derinlikli bulabiliyorlar. Peki derslerimiz neden bu şekilde? Çünkü derslerimizin öğrencileri, sordukları sorularla ürettikleri düşüncelerle bizi heyecanlandıran, motivasyonu çok yüksek ve geleceğe yönelik büyük hayalleri olan genç zihinler. Karşınızda öyle öğrenciler olduğunda dersinizde, ona verebileceğinizin en fazlasını vermek için muazzam bir motivasyon hissediyor, verdiğiniz her şeyin karşılığını misli misli alabiliyorsunuz. Bu da, ders vermeyi inanılmaz derecede zevkli kılıyor. En önemlisi, bu gençlerin bu eğitimi eşitçe alabilmeleri. Diğer bir deyişle, bir vakıf üniversitesinden farklı olarak, elinin altında milyon liralık arabalarıyla okula gelen bir öğrenci çoğunluğu arasında "bir avuç burslu ve akıllı öğrenci" olarak boynu bükük ve bursunun kesilmemesi için sessiz kalmaya mahkum bir topluluk olarak değil, başı dik bir şekilde okuyabilmesi. Kaliteli bir kamu üniversitesinin neden gözü gibi korunması gerektiğini burada anlatılanlar, umuyorum ki, bir nebze açıklayabilmiştir. Bir üniversitedeki bu iklim, korunması gereken en değerli, dile dökülmesi en zor şeylerden biridir.
Yine korunması gereken çok önemli ikinci bir değer, kurumumuzun geleneksel olarak dikey değil yatay yapılanmasıdır. Üniversitemizin stratejisi bir kişinin üstelik bir de Twitter'dan tebliğ edeceği bir şey değildir, bu bile bizler açısından en hafif deyimiyle şoke edici olmuştur. Üniversitemizin beşer yıllık strateji planları oluşturulurken tüm bölümlerin görüş ve yorumları alınır, yani kolektif bir uğraştır. Geliştirilen planların güçlü sahiplenişi tam da o sayede gelişir. Bir üniversite düşünün ki burs komisyonundan doğal hayatı koruma komisyonuna, açık bilim açık erişim komisyonundan bilimsel araştırma ve yayın etiği kuruluna kadar önem verdiğimiz türlü türlü toplam 81 kurul ve komisyonu olsun! Yüzlerce öğretim üyesi bu kurul ve komisyonlarda tam da bu kolektif sorumluluk hissiyle çalışır. Buradaki hedef, böylesi büyük ve narin bir yapıyı mevcut kaynaklarla olabilecek en akılcı yollarla ve kolektif aklın zenginliğiyle şeffafça ve hesap verebilir şekilde idare etmektir. Ve işte tam da bu yönetişim biçimi, aslında ülkemizin tüm kamu kurumlarına örnek olması ve örnek gösterilmesi gereken bu yönetişim, öğrencilerimiz kadar üstüne titrediğimiz bir şey. Öyle bir değer ve başarı ki, batıdaki birçok üniversite bile bunun gerisindedir. Batıdaki birçok üniversitenin fazlasıyla "tüccarlaştığını" ise yurtdışındaki meslektaşlarımızdan biliyoruz. Biz muktedir bir rektör veya sermayenin önünde el pençe ricacıları doğuracak bir sistemin tam da zıddı bir sistemi öneriyoruz. Çünkü özgür, etik, şeffaf ve hesap verebilen bir bilim ve eğitim uğraşı ancak bu koşullarda yürütülebilir. Odalarımızda yalnızca adlarımızın yazılı olmasının bununla çok yakından bir ilişkisi var. İster profesör olun ister bina çalışanı, kapınızda yalnızca isminiz yazar.
Üniversitemizin yatay yapılanması ise öyle bir gecede olmadı. Yazının başında da bahsettiğimiz gibi 158 yıllık mazinin, tecrübenin ve liyakat temelli istihdamın (örneğin, bölümümüze başvuran adaylar yaptıkları çalışmalarını anlattıkları bir konuşma verir, ardından bir derse misafir hocalık yapar ve bu ders en az 3-4 hocamız tarafından izlenir ve tabii ki özgeçmişi, yürüttüğü çalışmalar titizlikle incelenip değerlendirilir) bundaki katkısı çok büyüktür. 12 Eylül'ün karanlık dönemlerinde bile bu üniversite, gelen tüm baskılara ve Ankara nezdindeki tek tipleştirme hamlelerine direnmiş az üniversiteden biridir. 1986-1990 yıllarında bu okulda okurken, o dönemin YÖK'ü, tüm üniversitelere kâh 2 vize + 1 final sınavı, kâh 1 vize + 1 final sınavı mecburiyetini getirirken hocalarımız bu kurallara uymamış ve donanımlarıyla hem eğitim hem pedagojik olarak doğru buldukları yöntemlerle eğitim vermişlerdir. Hâlâ lisans eğitimimden sınavları değil yazdığım ödevleri hatırlarım.
Bir üniversite düşünün ki sayısı 200 civarı olan üniversiteler arasında yıllardan beri en düşük bütçeyi alırken ve öğrenci sayıları 2006'dan beri sürekli olarak, hele ki son 10 yılda yüzde 30'a yakın artmışken, buna rağmen kaynaklarını pahalı üst yönetim bina ve salonlarına değil, inatla öğrenci burslarına, araştırmaya, kütüphaneye ayırıyor. Ve bir üniversite düşünün ki tüm bu zorluklara rağmen halen, inatla, ülkesinin en tepedeki birkaç üniversitesinden biri olabilsin. Son dört yıldır içinde birinci sınıf dersimin öğrenci sayısı iki misline çıktı. Eskiden 54 öğrenciye verdiğim bu dersi şimdi 94 öğrenciye veriyorum. Buna rağmen inatla dersin ödevlerini azaltmadım, herbir ödeve yazdığım geribildirimi eksiltmedim ve inatla 94 öğrencinin yaklaşık yüzde 90'ının ismini öğrendim ki kampüste karşılaştığımda isimleriyle hâl hatır sorabileyim. Böyle bir inat işte.
Peki omuzlarımıza binen düşük bütçeye ve yüksek öğrenci sayısına bağlı bu yüke rağmen neden kalitemizden taviz vermiyoruz? Çünkü önümüze inanılmaz değerli gençler geliyor. Bu gençler bu olanları hiç haketmiyor, hangi üniversitede veya ortaöğretim kurumunda olurlarsa olsunlar. Diğer üniversiteler gibi bize gelen gençler de ülkenin herbir yanından geliyorlar. Ailesi çiftçi veya işçi olan genç buraya geldiğinde ailesinin yaşadığı çileleri yaşamayacağı, merak ettiği, sevdiği ve yüksek kaliteli katkı sunabileceği bir hedefin, bir hayalin peşinden gidebileceğini hisseder. Ülkemizin bu gençlerinin, yani bu ülkenin geleceğinin, kamu hizmeti olarak dünya çapında ve ağırlık noktası yüksek derecede akademik ve bilimsel olan bir eğitim alabileceği pek bir kamu üniversitesi kalmamıştır ne yazık ki. Ankara Üniversitesi'nin en güçlü fakülteleri yerle bir edildi, diğer üniversiteleri hiç saymayayım bile…
Seksen beş yaşındaki teyzemin evine gelen yardımcının İzmir'de üniversite okuyan bir oğlu varmış. Bu oğlu, geçtiğimiz hafta cuma günü İzmir'de Boğaziçi için destek sunmak isterken yaka paça dövülerek ve ters kelepçeyle gözaltına alınan gençlerden biri olmuş. Oğlu sabahın üçünde serbest bırakılmış, her yanı ağrılar içinde, annesinden yaralarına pomad sürmesini istemiş... O annenin acısını hayal bile edemiyorum, sürekli olarak oğlum ne yaptı da dövdünüz diye sorup duruyormuş. Evet, bu gençler ne yapıyor da dövüyorsunuz? Bir ülke geleceğini döver mi?
Öğrencilerimiz mezun olurken onlara "yolun hep açık olsun" derim çünkü buraya çok hak ederek geliyorlar ve çok hak ederek mezun oluyorlar. Ve işte bunun için, sittin senedir farklı iktidarlarca ama en çok da bu "rızasız erk" diye tanımlayacağım döneminde sevilmeyen bu üniversiteye, icabında iktidar partisine oy veren ailelerin de çocuklarını yolladığı bir kurum. Neden? Çünkü nihayetinde her iyi anne-baba çocuğunun en iyi eğitimi almasını ister. Çünkü bilir ki çocuklarının karşısına onların düzeyiyle eşleşebilecek, liyakatıyla istihdam edilmiş ve öğrencilerine emek veren hocaları olacak. Ve ister eğitimli ister eğitimsiz, ister varlıklı ister yoksul tüm ailelerin bu ortak arzusu ve güvenidir, burayı bir kamu üniversitesi olarak çok özel kılan. Ve yine tam da bundan dolayı, öğrencilerimiz ülkenin binbir farklı yerinden buraya geldiğinde "hepsi kendisi gibi" değil tersine "herbiri birbirinden farklı" bireyler ve bakış açılarıyla tanışabilmektedir ve burada geçirdiği 4-5 yıl içinde önceki ezberleri, önyargılar ve hatta yargıları değişebilmekte. Galiba mevcut erkin en rahatsız olduğu şey tam da bu.
Bir memleket kendi geleceğini böylesi abluka altına aldığında bindiği dalı keser. Bunu öğrencilerin Ülkem Adına Çok Üzgünüm videosu çok acı bir şekilde anlatmakta ki bu burada anlatılan, aslında gencin üniversite sınavı derecesinden de tümüyle bağımsızdır, çünkü bu ülkedeki hiçbir üniversite genci şu an yaşadığı koşulları hak etmiyor…
İşte tüm bu nedenlerden dolayı karşı koyuşumuz çok inatçı ama keza çok da soğukkanlı, sûkunetli ve uzun soluklu olacaktır. Çünkü söz konusu olan bu ülkenin geleceğidir, şakaya gelmez. O muhabir son olarak bu süreci psikolojik olarak nasıl yaşadığımızı sordu. Bunun cevabı ne yazık ki ağır bir cevap… Bir öğretim üyesini düşünün ki sekiz yaşındaki kızı ona "Anne seni de gözaltına alacaklar mı" diye sorabiliyor... Korkarım bu her şeyi anlatmaya yetiyor…
Esra Mungan, öğretim üyesi, Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü
Yolların Başlangıcı'nda bir hayalperest veya bir misyoner, bir Bektaşi ve bir caminin arka sokağı…
Üniversitenin olmazsa olmazı özgür, eleştirel düşüncedir, o kadar ki bu olmadan gerçek anlamda çığır açan bir bilgi üretimi imkânsızdır. Bu ne yazık ki çokça ıskalanan veya hafifsenen bir şey
Evet, hakkımızı helal etmiyoruz. Kurmak zor, yıkmak an meselesi, yazıklar olsun
© Tüm hakları saklıdır.