19 Ocak 2025
Goethe’nin Faust’u, modernitenin trajedisini haber veren ilk büyük yapıt olarak bilinir. Modern düşüncenin temelini oluşturan doğaya hükmetme arzusu, insanın önüne çıkan her şeyi sorumsuzca ezip geçmesiyle yıkıcı bir hevese dönüşmüştür. Faust’un peşinde olduğu, dünyayı dönüştürecek o teknik bilgi, ilerleme ile birlikte nice trajedilerin de kaynağı olur.
Peki kimdir Faust? Ruhunu neden şeytana satmıştır?
16. yüzyıldaki bir Alman efsanesine dayanan Goethe’nin karakteri, dünyayı keşfetmek amacıyla şeytanla bir anlaşma yapar. Ateşli bir gayretle felsefe, hukuk, tıp ve ilahiyat okuduktan sonra kendisini hâlâ “zavallı bir acemi” olarak gören Doktor Faust, sonsuz doğayı kavrayabilmek için “yorulmayan bir açlıkla” kıvranır:
“Ve görüyorum ki bilemiyoruz hiçbir şey! Bu da yüreğimi yakıyor epey.”[1]
Yüreğindeki bu acıyla dünyaya açılacak cesareti bulan Faust, şeytanı çağırır, hayatı pahasına da olsa ona teslim olmaya hazırdır.
Bu hikâyede kötülükle iyilik iç içedir. Şeytanla anlaşma, doğru yolu bulmak ve evreni anlamak için yapılmıştır. Karanlık arzuları olsa da Faust iyi bir insandır ve sonunda Tanrı tarafından affedilir. Goethe’nin şeytanı Mefistofeles, salt kötülüğün simgesi değil, “hep kötülük isteyen fakat hep iyiyi yaratan”dır.[2]
Ne var ki şeytanla anlaşmanın her zaman bir bedeli vardır. Bu bedel çoğunlukla acı bir son ve cehennem azabıdır. Goethe’nin Faust’u lanetlenmekten son anda kurtulduysa da şeytanla yapılan anlaşma, trajedinin temelini oluşturmuştur.
Bugüne kadar edebiyatta Faustyen/Faustvari olarak tanımlayabileceğimiz birçok karakter çıkmıştır karşımıza. Oscar Wilde’ın Dorian Gray ve Mary Shelley’in Victor Frankenstein karakterleri akla gelen ilk örnekler arasındadır. Dorian Gray ebedi gençlik ve güzelliğin, Doktor Frankenstein ise yaratılışın sırrına erişmek ister. İkisi de bunun bedelini en ağır şekilde ödeyecektir.
Faust karakterinin edebiyattan diğer sanat dallarına uzanan yolculuğunu merak edenler, Murat Gülsoy ve Zeynep Uysal’ın hazırladığı Eksik Mecaz programını dinleyebilirler. Faustyen anlatının Türkçe romandaki izlerini de takip eden Gülsoy ve Uysal, Halit Ziya Uşaklıgil’in Mai ve Siyah, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü ve Orhan Pamuk’un Sessiz Ev romanlarındaki Faustyen karakterlerin trajik çabalarına dikkat çekerler. Ünlü bir şair olmak, matbaa sahibi olmak, tüm saatleri aynı zamanda doğru şekilde ayarlayan bir kurum kurmak ya da toplumu aydınlatacak bir ansiklopedi yazmak, Faustyen anlaşmalara imza attıran modernleşme girişimleri olarak karşımıza çıkar.
Edebiyattaki Faustyen karakterler arasına Yüzyıllık Yalnızlık’ın ana kahramanı José Arcadio Buendía da eklenebilir. Mıknatısla hazine bulmak, büyüteçle savaş kazanmak ve fotoğraf makinesiyle Tanrı’nın görüntüsünü yakalamak gibi türlü mucizelerin peşinde koşan José Arcadio, hayatını evrenin sırlarını çözmeye adamış ve sonunda feci bir hüsrana uğramıştır.
Hikâyede Faust varsa elbette bir de Mefistofeles olmalıdır. Bu da Macondo kasabasına simyanın mucizelerini getiren Melquíades’ten başkası olamaz.
Melquíades’in adının Mefistofeles’i çağrıştırması boşuna değildir. Çünkü Gabriel García Márquez de tıpkı Goethe gibi modern(leşen) insanın trajedisini anlatır.
García Márquez’in 1967’de yayımlandığından bu yana tüm nesilleri büyüleyen eseri Yüzyıllık Yalnızlık, daha ilk cümlesiyle bizi bir çocuğun babasıyla birlikte “buzu keşfetmeye” gittiği uzaklarda kalmış bir ikindi vaktine götürür.
Buzu getirenler, çingenelerdir. Her yıl mart ayında paçavralar içinde Macondo kasabasına gelir, “boru ve dümbelek şamatası içinde” yeni icatların çığırtkanlığını yaparlar. Buzu getirdikleri zaman bile, bunun tropikal bir iklimde insan yaşamına sağlayacağı yararlardan söz etmek yerine “sirk hüneriymiş gibi” sunarlar.
Kocaman saydam kütleyi gördüğünde, ilk önce “Dünyanın en büyük elması bu!” diye sayıklar José Arcadio. “Hayır” diye karşılık verir, çingene, “Buna buz derler.” Genç José Arcadio, baştaki çekingenliğini bir yana bırakır ve “kutsal kitaba el basarcasına” elini buz kalıbına bastırarak haykırır:
“İşte bu, çağımızın en büyük icadı.”[3]
José Arcadio Buendía’nın hayatı birçok açıdan Batı kültürünün evrimini yansıtır. Macondo’nun kurucuları olan José Arcadio ve Úrsula, akraba çocuklarıdır. Evliliklerinden domuz kuyruklu bir çocuk doğacağı korkusu, Âdem ile Havva’nın metaforları olan ikiliyi uzak diyarlara sürükler.
Macondo’nun kuruluşunun arifesinde, José Arcadio’nun ayna duvarlı evlerden oluşan göz kamaştırıcı bir şehirle ilgili gördüğü rüya, ilerleme ve nihai mükemmelliğe dair ütopyacı yanılsamayı temsil eder.[4] Aslında José Arcadio Buendía'nın adı bile ütopik bir izlenim uyandırır. Arcadio, “Arkadya” denilen, insanın doğa ile iç içe mutlu bir yaşam sürdüğü ütopyaları çağrıştırır, Buendía da “iyi gün” demektir.
José Arcadio, buzu keşfettiği gün, ayna duvarlı evleri gördüğü düşün anlamını da kavrar:
“Buzu görünce, düşün derin anlamını kavradığını sandı. Yakın bir gelecekte su gibi sıradan bir maddeden koca koca buz kalıpları üretip köyün yeni evlerini bunlarla yapabileceklerini düşündü. Macondo, artık menteşeleri, kapı tokmakları sıcaktan eğilen fırın gibi bir yer olmayacak, kış gibi soğuk bir kente dönüşecekti.”[5]
Bu aydınlanma anının ardından, José Arcadio, bir buz fabrikası kurmayı düşler. Ancak o sırada kendini oğullarının eğitimine verdiği için bunu bir kenara bırakır. José Arcadio’nun bu “çılgın” düşünü, torunlarından Aureliano Triste gerçekleştirecektir.
Hatta Aureliano Triste, buz yapımını öylesine artırır ki kasaba pazarının çekebileceğinden fazla mal üretmeye başlar ve buz ticaretini öteki kasabalara da yaymayı düşünür.
“Yalnızca kendi işinin modernleşmesine değil, aynı zamanda kasabayı, dünyanın geri kalan yerlerine bağlamaya yarayacak adımı atmayı” işte o zaman kararlaştırır:
“Buraya demiryolu getirmeliyiz.”[6]
Demiryolu sözü, Macondo’da ilk kez duyulmaktadır. Úrsula, Aureliano Triste’nin masanın üzerine çizdiği plana bakarken, bir zamanlar kocasının büyüteçle savaş açmaya çalıştığı sıradaki planlarını hatırlar ve “tarihin tekerrürden ibaret olduğu” inancı bir kat daha pekişir.
Tüm bu modernleşme girişimlerinin ardında, daha romanın ilk sayfasında tüm endamıyla boy gösteren Melquíades vardır:
“Önce mıknatısı getirdiler. Kendini Melquíades diye tanıtan sakalı taraz taraz, elleri pençe gibi, iri kıyım bir çingene, Makedonyalı bilge simyacıların sekizinci harikası dediği nesneyle akıl çelen bir gösteriye girişti.”[7]
Elindeki iki maden külçesiyle tencere tavaları peşinden sürükleyen Melquíades, görenlerin aklını başından alır. “Eşyanın da canı var” diye ilan eder, tüm mesele ruhlarını uyandırabilmektedir.
José Arcadio, “dizginsiz düş gücüyle”, bu icadın topraktan altın çıkarmaya yarayabileceğini düşünür. Her ne kadar Melquíades onu uyardıysa da adamlarını toplar ve mıknatısla altın aramaya başlar. Tek bulabildikleri, içinde kireçlenmiş bir iskelet olan eski bir zırh olacaktır.
Martta çingeneler yine gelirler, bu kez bir teleskop ve devasa bir büyüteçle. Teleskop sayesinde bilimin uzaklığı ortadan kaldırdığını söyler Melquíades. “Çok yakında insanoğlu evinden dışarı adım atmadan dünyanın neresinde ne oluyorsa görebilecek”tir.
Ancak José Arcadio’yu asıl etkileyen büyüteç olur. Çingeneler kuru otları yere yığarlar ve güneşin ışınlarını büyüteçle odaklaştırarak tutuştururlar. José Arcadio bu icadı savaş silahı olarak kullanmayı aklına koyar. Melquíades onu caydırmaya çalıştıysa da yine başaramaz.
Saatlerce odasına kapanıp “yeni silahının olanaklarını” hesaplayan José Arcadio, her yanını güneş yanıklarıyla kapladıktan ve kendi evini bile yakmaya kalkıştıktan sonra elkitabını tamamlar ve bir ulakla hükümete gönderir. Yıllarca yanıt bekler, en sonunda fiyaskosunu kabullenir.
Sırada usturlap, pusula ve sekstant gibi seyir aletleri ve Portekiz haritaları vardır. José Arcadio, bunları nasıl kullanacağını açıklayan elyazmalarıyla birlikte aylar boyunca evin arkasına yaptığı küçük odaya kapanır. Derken bir gün tıpkı Kolomb gibi dünyanın yuvarlak olduğu sonucuna varır.
Dünyanın yuvarlak olduğu bilgisi, Kolomb’un aklına hep batıya giderek doğuya ulaşma fikrini vermiş ve Hindistan’ı ararken yanlışlıkla Amerika’ya gelmesine neden olmuştur. José Arcadio ise bunları hiç bilmeden kendisi keşfetmiştir, “dünyanın tıpkı bir portakala benzediğini.” Melquíades bundan dolayı onu kutlar ve ona kasabanın kaderini değiştirecek bir de armağan verir: Bir simyacı laboratuvarı.
García Márquez, Macondo’ya kültürü ve bilimi getiren bu çingeneyi, hüzünlü bir aurayla sarmalanmış, kasvetli ve gizemli, iri kıyım bir adam olarak resmeder. Sınırsız bir bilgi birikimine ve gizemli bir enginliğe sahip olan, ünlü kâhin Nostradamus’un şifrelerini ele geçirdiği söylenen ve anlattığı akıl almaz masallarla çocukların ağzını açık bırakan Melquíades, insanları kırıp geçiren bütün belalardan yakayı sıyırmış, her türlü musibetten sağ salim kurtulmuştur.
Bu esrarengiz çingene metallerin tüm özelliklerini bilir. Laboratuvarında Felsefe Taşı’nı yapmanın yollarını gösterecek Büyük Öğreti’nin işlemlerini anlatan bir dizi not vardır. “Ölümsüzlüğün sırrına erdiğini” söyler, ölümünden sonra odasında üç gün boyunca cıva yakılması gerektiğini salık verir. Cıva simyada “hareketliliğin” sembolüdür ve Melquíades’in dünyayı dolaşan yönüne işaret eder.
Bir gün Melquíades tam cıva biklorit şişesini düşürüp kırdığı anda odaya giren Úrsula, bu karanlık ve gizemli adam hakkında kararını verir:
“Şeytan kokusu bu.”
Melquíades ise onu tersler ve kendinden emin bir şekilde cevap verir: “Şeytanda kükürt özellikleri olduğu çoktan kanıtlandı, buysa bir nebze süblime, o kadar.” [8]
Úrsula’ya bir bir şeytanın özelliklerini anlatan Melquíades, nasıl olur da bütün bunları bilir? Şeytanın kendisiyle karşılaşmış mıdır? Bilgiye daha hızlı yollardan ulaşmak için şeytanla bir anlaşma yapmış olabilir mi? Yoksa o Şeytanın bizzat kendisi midir?
José Arcadio’nun Melquíades’in etkisiyle hızla değişmesi ve kasabanın en girişken kişisi iken her şeyden elini ayağını çekip “mıknatısların, gökbilim hesaplarının, cisimleri değiştirme düşlerinin ve dünyanın harikalarını keşfetme dürtüsünün karşısında çok geçmeden sönüvermesi”, birçoklarına göre “bilinmedik bir büyünün kurbanı” oluşu yüzündendir.[9]
José Arcadio’nun Melquíades tarafından bilimin gizemlerine maruz bırakılması ve “yoldan çıkarılması”, Faust’un sonsuz bilgiye erişmek için Mefistofeles ile yaptığı efsanevi anlaşmayı hatırlatır. Hatta kimi eleştirmenlere göre, Âdem ve Havva’nın bilgi ağacının yasak meyvesinden yemeleri için baştan çıkarılmalarını da anımsatır.[10]
Bu yoruma göre, tıpkı Şeytanın İncil’deki cennete girmesi gibi, Macondo’ya da “dürüst bir adam” olan Melquíades gelir ve onlara bilgi sunar. Onun temsil ettiği simya, bilimsel yöntemin başlangıcıdır. Bilim, dinin geleneksel karşıtıdır. Pozitif bilim temelinde gelişen modernleşme süreci, kurucu bir ütopya olarak başlayan Macondo’nun hikâyesini adım adım distopik bir felaket anlatısına çevirir. Demiryolu, beraberinde muz yetiştirmek isteyen Gringoları (ABD’liler) getirir, muz şirketindeki grev katliamla sona erer, vagonlarla taşınan üç bin ceset denize dökülür. Albay Aureliano Buendía daha ilk geldiklerinde felaketi sezmiş gibidir:
“Gringonun birine muz yedirdik diye şu başımıza açtığımız işlere bakın.”[11]
Yüzyıllık Yalnızlık’ta İncil’e yapılan atıfları araştıran Marshall Pipkin’e göre, Melquíades’in şeytan olduğu ortadadır; ancak bunun da ötesinde Macondo’nun Şeytanı aynı zamanda onların İncil’lerinin de yazarıdır.[12] Melquíades, İncil’lerini yazarak aslında onların hayatlarını da yazmış, yani hem Şeytan hem de Tanrı olarak rol oynamıştır.
Gerçekten de romanın sonunda Buendía ailesinin son ferdi Aureliano Babilonia, Melquíades’in elyazmalarındaki şifreyi çözdüğünde bu gerçek ortaya çıkar. Kendisini Nostradamus’un kehanetlerini yorumlamaya adayan ve Macondo’nun geleceğinden haber veren bir kehanet bulmaya çalışan Melquíades, bunu gerçekten de başarmıştır. “Aynalar (ya da seraplar) kentinin rüzgârlarla savrulup yok olacağını” böylelikle biz de öğrenmiş oluruz.
Şeytanı temsil eden Melquíades’in kötü biri olduğu söylenebilir mi? Uykusuzluk salgınından sonra Macondo sakinlerinin hafızalarını canlandıran kişi o değil midir? Singapur kumsallarında hummadan öldüğü ve cesedinin Cava Denizi’nin en derin yerine atıldığı sanılan Melquíades, “gerçekten öbür dünyaya gitmiş, ama yalnızlığa dayanamadığından geri dönmüş” ve Macondo halkını yeniden belleklerine kavuşturmuştur.
Ölümden dönen çingene, kasabada kalmaya niyetlidir. Çünkü Macondo’da henüz hiç kimse ölmemiştir. “Ölümün henüz keşfedilmediği bu ücra köşe”, Melquíades’in kendini çinko levha üzerine fotoğraf çekme işine adaması için idealdir.
Bu, José Arcadio Buendía’nın kendini adayacağı son buluş olur. Kendini ve tüm ailesini “bir maden levhası üzerine sonsuza dek resmedilmiş” görünce şaşkınlıktan dili tutulur. Evin değişik yerlerinde arka arkaya fotoğraflar çekerek, şayet varsa, er geç Tanrının resmini elde edeceğine inanır. Böylelikle Tanrının varlığı konusundaki iddialara bir son verecektir.
Tanrıyı gafil avlayıp resmini çekmeye çalışan José Arcadio, kasabaya döndüğünden beri giderek güçten düşen kadim dostu Melquíades’i ihmal etmeye başlar. Dünyanın her yerinde onu takip eden ölümü ısrarla alt eden Melquíades git gide solar ve Macondo’da ölen ilk kişi olur. Ancak hayaleti Buendía’ların evindeki odasında oturmaya devam eder, gelecek nesillerin bilgi arayışının eşlikçisi olarak.
Tanrının varlığını kanıtlamak için fotoğraf makinesini kullanma girişimi modern şüpheciliği akla getirir. José Arcadio, bu uğraşın sonunda bir delilik krizine yenik düşer ve Prometheus’un kaderini anımsatan bir şekilde yıllarca bir kestane ağacına bağlı kalır.
Ölümünden hemen önce kendini bir aynalar labirentinde dolaşırken bulur. Gençliğinin ütopyacı rüyasına ve dünyanın gizemlerini çözme mücadelesine ironik bir göndermedir bu. Macondo’nun kurucu atası José Arcadio Buendía, köyün üzerine yağmur gibi yağan sarı çiçeklerle efsanevi bir şekilde uğurlanır. Belli ki o da Goethe’nin Faust’u gibi lanetlenmekten kurtulmuştur.
Buendía’ların mahkûm olduğu yüzyıllık yalnızlıktan Melquíades sorumlu tutulabilir mi?
Eğer Buendía’ların tarihi gerçekten de İncil’i yansıtıyorsa ailenin fertleri varlıklarını da Melquíades’e borçlular demektir. Tıpkı tüm Buendía’ların ensest ilişkiden doğup, kıyametin yine ensest ilişkiyle gelmesi gibi.
O halde García Márquez’in destanında Melquíades'in iyinin ve kötünün ötesinde bir karakter olarak ortaya çıktığı söylenebilir. Goethe’nin şeytanı gibi o da “hep kötülük isteyen fakat hep iyiyi yaratan”dır, ya da belki de iyilik isteyip kötüyü yaratan.
Jean Baudrillard’ın dediği gibi, “günümüzde artık başımızın üzerinde tepişip, ruhumuza sahip olmaya çalışan Tanrı ya da Şeytana atfedilebilecek türden metafizik bir Kötülük anlayışı yoktur.”[13] Kötülük her yerde, sıradan ve düş gücünden yoksundur.
Belki de gerçekten, korkmamız gereken şeytanın kendisi değildir. Italo Calvino’nun Kesişen Yazgılar Şatosu’nda dediği gibi, ruhumuzun şeytanın eline geçmesinden değil, ona verecek ruhumuz olmamasından korkmalıyızdır.
[1] Johann Wolfgang von Goethe, Faust, Çev. İclal Cankorel, Doğu Batı Yayınları, 2019, s. 36.
[2] Faust, s. 74.
[3] Gabriel García Márquez, Yüzyıllık Yalnızlık, çev. Seçkin Selvi, Can Yayınları, Özel baskı, 2024, s. 28.
[4] George R. McMurray, “The Aleph and One Hundred Years of Solitude: Two Microcosmic Worlds”, Latin American Literary Review, Vol. 13, No. 25, 1985, s. 61.
[5] Yüzyıllık Yalnızlık, s. 34.
[6] Yüzyıllık Yalnızlık, s. 220.
[7] Yüzyıllık Yalnızlık, s. 13.
[8] Yüzyıllık Yalnızlık, s. 18.
[9] Yüzyıllık Yalnızlık, s. 21.
[10] Marshall Pipkin “A supernatural echo: The intertextuality of Gabriel Garcia Marquez’s One Hundred Years of Solitude and the Bible”, California State University, Fresno,1992, s. 43.
[11] Yüzyıllık Yalnızlık, s. 227.
[12] Marshall Pipkin, “A supernatural echo”, s. 44.
[13] Jean Baudrillard, Şeytana Satılan Ruh ya da Kötülüğün Egemenliği, çev. Oğuz Adanır, Doğu Batı Yayınları, 2005, s. 174.
Esra Akgemci kimdir? Esra Akgemci, lisans eğitimini Hacettepe Üniversitesi İktisat (İngilizce) bölümünde, yüksek lisans ve doktora eğitimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde tamamladı. ABD, Meksika, Şili ve Brezilya'da lisansüstü araştırmalarda bulundu. Kâzım Ateş ile birlikte Dünyanın Ters Köşesi Latin Amerika: Tarih, Toplum, Kültür (İletişim, 2020) adlı kitabı derledi. Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde doçent olarak görev yapıyor. ODTÜ Latin ve Kuzey Amerika Çalışmaları programında yüksek lisans dersleri veriyor. |
1823’te “Amerika Amerikalılarındır” şiarıyla ilan edilen Monroe Doktrini, pratikte “Amerika ABD’nindir” olarak zuhur etmişti. Bu doktrini, bugüne kadar Monroe’nun kendisi dahil hiçbir ABD Başkanı, Trump kadar içselleştirmemiştir. En azından Meksika Körfezi’ne “Amerika Körfezi” demek hiçbirinin aklına gelmedi
Maduro ve Trump, 2025’te tekrar karşı karşıya gelecek. Venezuela’da olaylı 28 Temmuz seçimlerinin ardından ülkedeki ve bölgedeki solcuların dahi seçim sonuçlarından şüphe duyduğu göz önünde bulundurulursa Maduro’nun ciddi bir meşruiyet krizine girdiği söylenebilir. Bu durum, Bolivarcı rejimin daha da otoriterleşmesine ve Trump’ın daha sert müdahalelerde bulunmasına zemin hazırlayabilir
“İktidar yapılarını ve bunlara karşı direnişi” bu kadar ustalıkla anlatan bir yazar nasıl bu kadar radikal bir sağ kutba savrulabilir? Bir sanat eserini, onu yaratan sanatçıdan bağımsız olarak düşünebilir miyiz?
© Tüm hakları saklıdır.