01 Aralık 2024
Perulu yazar Mario Vargas Llosa, Latin Amerika edebiyatı denilince akla gelen ilk isimlerden biri. Çoğu eleştirmen tarafından yaşayan en büyük yazarlardan biri olarak gösteriliyor.
1960’lara damgasını vuran “Boom” edebiyat akımının öncüleri arasında yer alan ve Nobel’den Cervantes’e birçok önemli ödülün sahibi olan Vargas Llosa, geçen sene Fransız Akademisi’ne seçildi ve akademinin hiç Fransızca kitap yazmamış ilk üyesi oldu.
Vargas Llosa, 2010’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü, “eserlerinde Latin Amerika’daki iktidar yapılanmaları ile toplumsal ilişkileri ve bunlara karşı direnişi gözler önüne serdiği” gerekçesiyle almıştı. Ne var ki ödülü aldığı sırada, eserlerindeki direniş, yazarın hayatından çoktan silinip gitmişti.
Bugün, Trump, Bolsonaro ve Milei gibi otoriter liderlerden yana olan sağcı bir yazar olarak bilinse de Vargas Llosa, 1960’lı ve 1970’li yıllarda Küba Devrimi’ne, sosyalizm mücadelesine ve bölge genelindeki sömürgesizleşme süreçlerine destek vermişti.
Bu sağa dönüşü, hatta “savruluşu” nasıl açıklamak gerek? Nobel Edebiyat Komitesi’nin de dediği gibi “iktidar yapılarını ve bunlara karşı direnişi” bu kadar ustalıkla anlatan bir yazar nasıl bu kadar radikal bir sağ kutba savrulabilir? Dahası, en etkili diktatörlük romanlarından biri olan Teke Şenliği’nin yazarı, nasıl olur da o diktatörlerden yana olan otoriter liderleri destekleyebilir? Bir sanat eserini, onu yaratan sanatçıdan bağımsız olarak düşünebilir miyiz?
Vargas Llosa’nın 2019’da kaleme aldığı, dilimize 2024’te çevrilen Zor Zamanlar, bu soruları düşünmek için elverişli bir fırsat sunuyor. Bugün 88 yaşında olan ve artık yazmayı bırakan Vargas Llosa’nın son eserlerinden biri olan Zor Zamanlar, Guatemala’da 1954’te sosyalistlere karşı gerçekleşen CIA darbesini ve sonrasında kurulan dikta rejimini konu ediniyor.
Peki aşırı sağa kaymış bir yazar neden hâlâ romanlarında solcuları deviren darbeleri anlatıyor? Vargas Llosa’nın (hiç şüphe etmediğimiz) dehasını son kez bu meselede kullanmak istemesi boşuna değil. Zor Zamanlar, 1944’teki Guatemala Devrimi’ni ve devrim sürecinin en önemli liderlerinden Jacobo Árbenz Guzmán’ı olabildiğince sağa çekerek ve ABD müdahalesinin esas nedeni olan halk direnişini tamamen yok sayarak anlatıyor.
1936’da Peru’nun taşra kenti Arequipa’da aristokrat bir mirasa sahip orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Vargas Llosa, ilk romanları Kent ve Köpekler (1963), Yeşil Ev (1966) ve Katedralde Sohbet (1969) ile edebiyat dünyasında kendine sağlam bir yer edindi.
Vargas Llosa 1958’de Madrid’e, bir yıl sonra da Paris’e taşındı. Kendi kuşağından Latin Amerikalı yazarların çoğu sol görüşlüydü, ancak New School’da edebiyat çalışmaları profesörü olan ve Vargas Llosa hakkında birçok kitap yazan Juan E. De Castro’ya göre, “tüm büyük Boom yazarları arasında Küba Devrimi’ne en yakın olan oydu.”
1967’de İspanyolca edebiyatın en prestijli ödüllerinden biri olan Rómulo Gallegos Ödülü’nü kabul ederken Vargas Llosa, edebiyatın “uyumsuzluk ve isyan anlamına geldiğini” söylemiş ve eklemişti:
“On, yirmi ya da elli yıl içinde, Küba’da olduğu gibi bizim ülkelerimizde de sosyal adalet zamanı gelecek ve Latin Amerika’nın tamamı, kendisini yağmalayan düzenden, kendisini sömüren kastlardan, şu anda kendisini aşağılayan ve baskı altında tutan güçlerden kurtulmuş olacak.”
Vargas Llosa’nın siyasi savruluşunda 1968’de Sovyetler Birliği’ne yaptığı ziyaret, önemli bir kırılma noktası oldu.
Kendi ifadesiyle, “sosyalist toplumların sadece hâlâ eşitsiz olmakla kalmayıp, en endişe verici olanı da ifade özgürlüğüne sahip olmadıklarını gözlemlemesi, fiilen var olan sosyalizmlerden hayal kırıklığına uğramasına” yol açmıştı.
SSCB’nin Ağustos 1968’de Çekoslovakya’yı işgali, yazarın yabancılaşmasını iyice artırdı. İşgalin ardından dünyaca ünlü pek çok entelektüel, halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkını engelleyen bu müdahaleyi protesto etmiş, SSCB Yazarlar Birliği’ne gönderilen kınama metnini Vargas Llosa da imzalamıştı.
Vargas Llosa’yı sosyalist dayanışmadan uzaklaştıran son olay ise Kübalı yazar Heberto Padilla’nın 1971’de hapse atılması oldu. Castro rejimini “entelektüellere karşı baskıcı önlemler kullandığı için” kınayan açık mektupta Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Octavio Paz ve Julio Cortázar gibi yazarlarla birlikte onun da imzası vardı. Padilla Olayı, onu sola karşı eleştiren pozisyon almaya götüren yolun bir başlangıcıydı. Vargas Llosa giderek, halen üyesi olduğu başka bir siyasi ve ideolojik ailenin parçası haline geldi: Latin Amerika sağ kanadı.
Vargas Llosa, yetmişli yılların sonlarına doğru ilerici politikalardan kararlı bir şekilde uzaklaştıysa da otoriterliği kınamaya devam etti. 1976’dan 1979’a kadar Pen’in başkanı olarak, Arjantin’de Jorge Rafael Videla’nınki de dahil olmak üzere Latin Amerika’daki askeri diktatörlükleri açıkça eleştirdi.
Ne var ki 1980’li yıllarda, edebiyat dünyasındaki birçok hayranını şoke ederek neoliberalizme bağlılığını ilan etti. Neoliberalizmin Latin Amerika’daki askeri rejimler tarafından zorla uygulanmasına rağmen, serbest piyasa ve özelleştirme politikalarını destekledi. İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher’ın muhafazakâr ve otoriter popülist politikalarının hayranı olmuştu.
1980’lerin sonlarında bir adım daha ileri giderek Peru Devlet Başkanı Alan Garcia’nın bankacılık sistemini kamulaştırma girişimine karşı Özgürlük Hareketi (Movimiento Libertad) adlı bir siyasi parti kurdu. 1990 seçimlerinde Alberto Fujimori’ye karşı devlet başkanlığına adaylığını koyarak kemer sıkma politikaları ve devlete ait sanayilerin özelleştirilmesi üzerine kurulu bir kampanya yürüttü.
Seçim yenilgisinden kısa bir süre sonra tekrar Avrupa’ya yerleşti. Kendi hükümetine karşı darbe yapan ve dikta rejimi kuran Fujimori’nin Peru vatandaşlığını elinden almasından korktuğu için İspanyol vatandaşı oldu.
2002’de, Amerika kıtasındaki muhafazakâr siyasetçileri ve iş insanlarını destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Uluslararası Özgürlük Vakfı’nı kurdu; Atlas Network, Cato Enstitüsü ve Manhattan Enstitüsü, vakfın ABD’deki ortakları arasında.
2000’li yıllardan itibaren Latin Amerika genelinde art arda solcu/ilerici liderlerin iktidara geldiği “pembe dalga” sürecinde Vargas Llosa giderek aşırı sağa kaymaya başladı. Öyle ki 2005’te Brezilya’nın solcu lideri Lula da Silva’nın ekonomi politikalarını öven Vargas Llosa, 2022’de aşırı sağcı Bolsonaro’yu destekliyor ve Lula’yı “hırsız” olarak nitelendiriyordu.
Vargas Llosa’nın dönüşümünde en şaşırtıcı olanı, Peru’da 2021 seçimlerinde, 1990’dan beri siyasi düşmanı olan eski otoriter Devlet Başkanı Alberto Fujimori’nin kızı ve siyasi varisi Keiko Fujimori’nin adaylığını desteklemeseydi.
Vargas Llosa, 2021 yılına kadar her seçimde Fujimori karşıtlarını desteklemişti. Keiko Fujimori’yi “faşizmin temsilcisi” olarak tanımlamıştı.
2021’de ise solcu aday Pedro Castillo’ya karşı Keiko Fujimori’yi destekledi. 30 yıl önceki Vargas Llosa olsa kesinlikle dehşete düşerdi.
Yine 2021’de, Şili’deki seçimlerde, Vargas Llosa, solcu aday Gabriel Boric’e karşı aşırı sağcı José Antonio Kast’ı destekledi. Eşcinsel evliliğe ve kürtaj haklarına karşı çıkan ve “yasa dışı göçe sıfır tolerans” isteyen Kast, “Pinochet hayatta olsaydı bana oy verirdi” demişti.
Hem Peru’da hem de Şili’de solcular kazanınca, Vargas Llosa, Latin Amerikalı seçmenleri seçimleri nedeniyle azarlamaktan çekinmedi. 2021’deki bir konuşmasında, “Seçimlerde önemli olan seçimlerin özgür olup olmaması değildir, önemli olan doğru seçim yapmaktır” dedi.
Bir başka konuşmasında ise #MeToo hareketini hedef alarak “Bugün feminizm edebiyatın en sadık düşmanıdır” demişti.
Vargas Llosa’nın giderek hızlanan dönüşümü, kimilerine göre Latin Amerika’da son dönemde artan siyasi ve ideolojik kutuplaşmanın bir ürünü. Kimileri ise bunu “Latin Amerika’da demokrasiye dair genel bir hayal kırıklığına” bağlıyor.
Vargas Llosa’nın eserlerinde en başından beri muhafazakâr fikirlerin mevcut olup olmadığı ise bir başka tartışma konusu. “Onun kitaplarını açıyorum ve her yerde ırkçılık ve ataerkillik görüyorum” diyen Perulu yazar Gabriela Wiener, Vargas Llosa’nın karakterlerinin her zaman bireyci olduğunu söylüyor.
Bir diğer görüş ise Vargas Llosa’nın eserleri ile köşe yazıları arasında her zaman keskin bir ayrım olduğu yönünde. Buna göre, eserlerinde adalet fikri öne çıksa da Vargas Llosa aslında hiçbir zaman “eşitlikçi” olmadı, o her zaman kapitalist modernleşmeden ve liberalizmden yanaydı.
Gelelim, Vargas Llosa’nın ABD’nin Latin Amerika’daki en sert müdahalelerinden birini anlattığı romanı Zor Zamanlar’a.
Öncelikle romanın geçtiği Guatemala’nın ve 1954 darbesinin Soğuk Savaş tarihi açısından önemini vurgulamak gerek.
ABD’nin “arka bahçesi” kabul edilen Orta Amerika’daki “muz cumhuriyetleri”nden biri olan Guatemala’da 1931-1944 yılları arasında Diktatör Jorge Ubico iktidardaydı. Ubico, yabancı sermayeye, özellikle de United Fruit Şirketi başta olmak üzere ABD’li yatırımcılara birçok ayrıcalık tanımıştı. Guatemala’daki muz plantasyonlarının yüzde 85’ine sahip olan United Fruit, ayrıcalıklı konumundan dolayı tek kuruş vergi ödemiyordu.
1944’te tarım işçileri ve öğretmenlerin öncülüğünde, genel grev ekseninde gelişen “Ekim Devrimi” ile Ubico devrildi ve işçi sınıfının temsil edilebileceği demokratik bir dönem başladı. Bu dönemde Guatemala’nın seçilmiş ilk başkanı olan Juan José Arévalo (1945-1951), ilk iş olarak işçilerin ve köylülerin sendikalaşmasına olanak sağlayan bir çalışma yasası çıkardı.
“On yıllık bahar” dönemi olarak anılan devrim yıllarının en önemli lideri olan Jacobo Árbenz Guzmán (1951-1954) ise radikal bir Tarımsal Reform Yasası hazırladı ve United Fruit Şirketi’ne ait toprakların bir kısmını kamulaştırarak 100 bin aileye dağıttı.
Çıkarları sarsılan şirket, ABD yönetimi ile yakın bağlarını kullanarak darbe için lobi oluşturdu. United Fruit Şirketi’nin de müşterileri arasında olduğu New York merkezli bir hukuk firmasının ortakları olan CIA Başkanı Allen Dulles ve kardeşi Dışişleri Bakanı John Foster Dulles bu süreçte etkin rol oynadılar.
Eisenhower yönetimi 1953’te Árbenz’in devrilmesi için 3 milyon dolar bütçeli bir CIA girişimi başlattı. Darbe sırasında öldürüleceklerin listesinin yer aldığı detaylı bir suikast planı da içeren PBSUCCESS adındaki bu girişim, CIA ajanlarının yanı sıra ABD’deki sürgün Guatemalalıların da darbede kullanılmasına dayanıyordu. Honduras’ta CIA tarafından eğitilen bu milislere “Balta Surat” lakaplı, Hitler bıyıklı Guatemalalı bir albay olan Carlos Castillo Armas önderlik etti.
CIA’in organize ettiği darbenin kilit isimlerinden biri de darbecilere silah ve para desteği sağlayan “Teke” lakaplı Dominik Cumhuriyeti diktatörü “Generaller Generali” Rafael Trujillo’ydu.[1]
1954’te Árbenz’i deviren ve yerine Castillo Armas’ı geçiren bu darbe, Domuzlar Körfezi Çıkarması başta olmak üzere birçok ABD müdahalesine model oluşturdu.
Vargas Llosa, Zor Zamanlar’da öncesi ve sonrasıyla bu süreci hem tarihi kayıtlara hem de kendi hayal gücüne dayanarak anlatıyor. Romanın ilk bölümünde United Fruit Şirketi’nin “Muz Adam” lakaplı patronu Sam Zemurray ile “Halkla İlişkilerin Babası” ve Árbenz’e karşı propaganda kampanyasının kilit ismi Edward L. Bernays arasındaki ilişkinin nasıl geliştiğini görüyoruz.
1944 Ekim Devrimi’nin ardından kendini tehlikede hisseden Zemurray, Bernays’ı United Fruit Şirketi’nin Halka İlişkiler Müdürü olarak Guatemala’ya yolluyor. Bernays, iki haftalık gözlemin ardından Guatemala’nın komünist bir rejime dönüşmesinin mümkün olmadığını, Marksizmin ya da komünizmin ne olduğunu nerdeyse kimsenin bilmediğini ve esas tehlikenin başka yerde olduğunu söylüyor:
“Tehlike, beyler, bunun bir emsal teşkil etmesinde; komünizmden ziyade Guatemala’nın demokratikleşmesinde.”[2]
Vargas Llosa’nın Guatemala tarihi hakkında kendi “parlak” görüşleri var. Buna göre, devrimin ilk lideri Arévalo aslında ABD hayranıydı ve ülkesine ABD gibi bir demokrasi getirmek istiyordu. Ancak Guatemala modern bir demokrasi olursa, United Fruit Şirketi burada vergi ödemek zorunda kalacaktı. İşte bu yüzden Bernays öncülüğünde planlanan halkla ilişkiler kampanyasıyla Guatemala, “ABD’nin arka bahçesine sızan Sovyetler Birliği’nin Troya atı” olarak gösterildi ve ABD hükümeti harekete geçirildi. Bernays’ın kampanyasıyla Arévalo’nun ve ardından gelen Árbenz’in komünist olduğuna ve bölgedeki ticari girişimler için bir tehdit oluşturduğuna ikna olan CIA de darbe yaptı. Yani her şey muz uğrunaydı.
Bunun anlamı, Vargas Llosa’ya göre, ABD’nin aslında kendine müttefik olabilecek bir rejimi sırf “muz uğruna” devirmiş olmasıydı.
Romanın “Sonra” adlı sonsözünde sahneye çıkan ve tarihçi sesiyle okuyucuya hitap eden Vargas Llosa, “ABD’nin Árbenz’i devirerek büyük bir hata yaptığından emin olduğunu” teyit ediyor. Bu hatanın Eisenhower dönemindeki anti-komünizm saplantısından ve ABD’li politikacıların cehaletinden kaynaklandığını düşünüyor.
Vargas Llosa’ya göre, bu saplantı ters tepti; Guatemala’ya yapılan müdahale, “kıtanın demokratikleşmesi onlarca yıl geciktirdi ve milyonlarca cana mal oldu, zira silahlı devrim mitinin ve sosyalizmin bütün Amerika’da popülerleşmesine katkıda bulundu.”[3] Hatta o sırada Guatemala’da bulunan Ernesto “Che” Guevara’nın radikalleşmesine, silahlı mücadeleye sarılmasına ve Sovyet desteğinin şart olduğuna inanmasına yol açan da bu darbenin kendisiydi.
Demek ki ABD bıraksaydı Guatemala aslında “küçük bir ABD” olacaktı, bölgedeki diğer ülkeler için liberal demokratik bir model oluşturacaktı, Latin Amerika’da sosyalizm popülerleşmeyecek ve solcular da bugün iktidarda olmayacaktı. Bütün bunlar “muz uğruna” feda edilmişti.
Bu anlatı elbette inandırıcı değil. Guatemala’daki darbenin arkasında United Fruit olduğu yadsınamaz. Ancak mesele, sadece bir şirketin çıkarlarından ibaret değildi. 1950’lerin ortaları Soğuk Savaş’ın tırmanmaya başladığı yıllardı ve ABD’nin çevreleme stratejisi, her türlü devrimci potansiyelin bastırılmasını gerektiriyordu.
Burada mesele, Arévalo ve Árbenz’in ne kadar “sosyalist” olduğu değildi. İki liderin de Sovyetler Birliği’ne ve komünizme karşı mesafeli durmaları, Soğuk Savaş koşullarında ABD’nin tepkisini çekmemek içindi. Kendilerini daha çok idealist, “spiritüel sosyalist” ya da sosyal demokrat olarak tanımlıyorlardı. Fakat bu, onları iktidara getiren sürecin devrimci potansiyelini ortadan kaldırmıyordu.
Devrimi mümkün kılan halk direnişinin nasıl geliştiğini merak edenler, Nobel ödüllü bir başka büyük edebiyatçının, Guatemalalı yazar Miguel Ángel Asturias’ın “muz trilojisi”ni okuyabilirler. Özellikle de genel grevin anlatıldığı son cilt, Gözleri Açık Gidenler, Guatemala’da ABD açısından muz şirketinin çıkarlarının sarsılmasından çok daha büyük bir tehdidin nasıl geliştiğini ve devrime giden süreçte yoksul ve ezilmiş bir halkın nasıl başkaldırdığını tüm ayrıntılarıyla ortaya koyuyor.
Zor Zamanlar yayımlandıktan sonra, Batı basınında Vargas Llosa’nın Árbenz’e verdiği desteğin, yazarın sağcı duruşuyla çeliştiği yönünde bazı yazılar çıktı. Oysa ortada herhangi bir çelişki yoktu.
Şurası çok açık ki Vargas Llosa’nın Guatemala Devrimi’ne desteği, devrimi “liberal” bir gözle görmesinden kaynaklanıyor. Devrimin ABD’yi model aldığına ve hiçbir sosyalist unsur içermediğine inanan Vargas Llosa, devrimi mümkün kılan esas aktörleri, kendilerini sömürenlere canları pahasına direnen işçileri, öğrencileri, yerlileri görmüyor. Tam da kendisinden beklenecek şekilde.
[1] Zor Zamanlar, Vargas Llosa’nın 2000 yılında yayımlandığı ve Trujillo suikastının öncesini ve sonrasını anlattığı Teke Şenliği’nin tamamlayıcısı olarak görülüyor.
[2] Mario Vargas Llosa, Zor Zamanlar, çev. Süleyman Doğru, Can, 2024, s. 26.
[3] Mario Vargas Llosa, Zor Zamanlar, s. 358.
Esra Akgemci kimdir? Esra Akgemci, lisans eğitimini Hacettepe Üniversitesi İktisat (İngilizce) bölümünde, yüksek lisans ve doktora eğitimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde tamamladı. ABD, Meksika, Şili ve Brezilya'da lisansüstü araştırmalarda bulundu. Kâzım Ateş ile birlikte Dünyanın Ters Köşesi Latin Amerika: Tarih, Toplum, Kültür (İletişim, 2020) adlı kitabı derledi. Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde doçent olarak görev yapıyor. ODTÜ Latin ve Kuzey Amerika Çalışmaları programında yüksek lisans dersleri veriyor. |
Dedé, hayatını kız kardeşlerinin hikâyelerini anlatmaya adadı. Çünkü kadın katillerinden hesap sormak kadar öldürülen kadınların anılarını yaşatmak ve onların sadece birer rakamdan ibaret olmasına izin vermemek de mücadelenin bir parçasıydı
Pedro Paramo, bir çürüme hikâyesi. Yaşayanların da tıpkı ölüler gibi çürüdüğü, ölülerden pek de farklarının kalmadığı bir toplumun hikâyesi bu. Toprak ağaları ve hayaletler birbirinden çok da uzak değiller
Sheinbaum, gerçekten zorlu bir süreçte zorlu bir görevi devraldı. Yeni başkan hem omzundaki ağır yükleri taşımak hem de Meksika tarihinin en etkili başkanlarından biri olan AMLO’nun gölgesinden çıkmak zorunda. İktidara gelene kadar çok yol kat eden ve birçok başarıya imza atan Sheinbaum, asıl sınavını şimdi verecek
© Tüm hakları saklıdır.