Ağladım biraz önce, büyük bir filmin ufak bir parçasına. Bütününe de değil üstelik, sadece fragmanına.
Bu satırların kaleme alındığı sırada Altın Portakal ödülleri henüz açıklanmış değildi. Umarım ki, gül yüzlü duyarlı kadınlar jürisine de bel bağlayarak umarım ki, ödülü Zenne alacak. Alırsa, Pedro Almodovar filmlerine taş çıkartacak gibi görünen bu müthiş filmin vurucu konusu, daha da konuşulur olacak. Eşcinselliğe, Türkiye’de eşcinsel olmanın zorluğuna ayrı bir bakış, homofobinin ne menem bir ayrımcılık oluşuna dair yeni soru işaretleri, dürüstlüğün bu ülkede çoğu zaman öldürücü olabileceğine dair yepyeni tartışmalar doğacak.
Filmin Antalya’daki galasına katılan sinema yazarlarının görüşlerinden ve seyircilerin sosyal ağlarda paylaştıkları izlenimlerinden öğrendiğim, benim de fragmanından bile hissettiğim kadarıyla; müthiş bir sinema dili ve görsel bir şölen tadında anlatılan bazı gerçekler, belki daha vurucu olacak. Belki de eflatun bir hayal görüyorum, öyle bir şey olmayacak.
Malum, bu ülkenin gözünün önüne serilmiş dramlarla arası pek de iyi değil.
Üçüncü sayfa haberleri üçüncü sayfada kalsın, kol kırılsın kırılacaksa, ama yen içinde kalsın’cıyız ya, sevmiyoruz önümüze serilen acı resimleri.
Yılan kime dokunacaksa dokunsun, aman bizden uzak olsun’cuyuz ya, içimizin ah’lı vah’lı duvarlarına çerçeveleyip asıyor, ama unutuveriyoruz büyük resmi.
Bu ülkede son 6 yılda 4 bin (DÖRT BİN!) kadın öldürüldü. İstatistiklere yansıyamayacak sayıda kadın şiddet gördü. Dayakla, tacizle, baskıyla, töreyle, arla, namusla; her gün, belki de yüzlerce kadın, yeniden, yeniden öldü.
Ölüyor. Birçoğunun sesini kimse duymuyor.
Sonra tirajı yüksek gazetenin biri çıkıp, hunharca katledilen bu kadınlardan birinin resmini, manşetten yayınlıyor ve kıyametler kopuyor. Gazetecilik etiği, en şekilci notalardan, konuşuldukça konuşuluyor. Şiddet gören kadınlarla ilgili, eli değip de ikibuçuk satır yazmamış onlarca kalem, şiddet gören kadının resmiyle ilgili, ikibuçuk sayfa dolduruyor.
Yanlış anlaşılmasın. O korkunç resmin, hiç değilse zavallı kadının yüzü mozaiklenmeden verilmesinden hoşlanmadım.
Fatih Altaylı’nın, kadına şiddeti herkesin gözüne sokmak isteğini kendince bir şok terapi misali uygulayayım derken; daha sonraki “birtakım ahmaklar” açıklamalarıyla, “şiddet morarmış göz değil, sırta saplanmış bıçaktır” türevi saçma kategorize etme çabalarıyla bir çuval inciri berbat edişinden hele, hiç hoşlanmadım.
Ama aynı Altaylı, “O fotoğrafın nedeni, bana kızmakla bu işin çözüleceğini zannedenler” demiş ya, işte o görüşünün arkasındayım.
Bu bitmez tükenmez riyakârlıktan sıkıldım. Her konuyla ilgili uzuuuuuuuuğğn açıklamalarını bizden esirgemeyen errrkek milletvekillerimizin, şiddet konusunda çıkıp iki kelam edememesinden usandım.
Araba seçimlerinden sevgililerine, birbirlerinin yaşantısından magazinel gündeme dair car car konuşan, şöhret-sever toplumumuza örnek olma potansiyeli nasıl da yüksek olan sanatçılarımızın, şiddet konusunda suspus kesilmelerinden yıldım.
Zenneliğin şanı en çok kıvrak danslar yapmaksa; sokaklar, medya, meclis ve sanat dünyası belli ki zennelerle dolu, hem de tıkabasa.
Şekilci protestolarla çözülemeyecek, meclisteki beyhude etek pantolon tartışmalarıyla üzeri kapanmayacak, kıvrak açıklamalarla onmayacak denli derin, sürekli kanayan bir yara var. Görün artık, yalvarırım.