05 Haziran 2013

Taksim Komünü

Başından beri bu ayaklanmanın içerisindeyim. Diyelim ki bindik; on bin olduk, yüz bin olduk, şimdi tüm Türkiye’de milyonlarız

Başından beri bu ayaklanmanın içerisindeyim. Diyelim ki bindik; on bin olduk, yüz bin olduk, şimdi tüm Türkiye’de milyonlarız.

İki paralel hayat sürüyoruz. Gündüz işe gidiyoruz, gece Taksim merkezli isyan bölgesine gidip kâh o barikatta kâh bu barikatta polis şiddetinin karşısına dikiliyoruz. Özgürlük havasını solumanın ayrıcalığını sökerek aldık, ama standart yaşantımızdaki manasıyla “vaktimizi” kaybettik. Her gün en az 3 yazı yazacak kadar gözlem biriktiriyorum. Her gün en az 3 yazı yazacak kadar gelişme oluyor. Ama buna ne vakit ne de mecal kalıyor.
Sakın yanlış anlaşılmasın, hiç ama hiç şikâyetçi değilim. İnsan bu istisnai güzellik hiç bitmesin istiyor.

Umarım mümkün olur da yaşam tempomuz “normale” döndüğünde (maalesef eninde sonunda olacak bu) bu tarihi günleri kitaplaştırırım.

Ben tarafsız değilim, bu yazıyı tarafsız yazamam. Ama paylaşacağım gözlemlerin, gerçekliği yansıtacağından, hiçbir şeyi eğip bükmeyeceğinden emin olabilirsiniz. Taraflı ama objektif olmaya gayret edeceğim. Bu yazılanları “içeriden” birinin isyana dair aktarımları olarak okuyunuz.

Yazıya Taksim Komünü başlığını atmam romantizmden veya öykünmecilikten değil. Şu anda Gezi Parkı, Taksim Meydanı, Gümüşsuyu ve büyük oranda İstiklal Caddesi fena halde 1871 Paris Komünü’nü anımsatıyor. Anımsatıyor sözcüğünün altını çiziyorum. Ortada bir komün yok. Komüne benziyor demek de abartı olur. Ama anımsatıyor. Ve böyle devam ederse(k) önce benzeyecek, sonra bizatihi o olacak.

İnönü Stadı, Divan Oteli ve İstiklal Caddesi’nin orta kesimleri ile sınırlanan bölgede şu anda devlet yok. Polis hiç yok. Bir devlet düzeninin yokluğu bağlamında, anarşizan bir ortam var (bu negatif veya pozitif değil, nötr bir tanımlama). Fakat zannetmeyin ki bu beraberinde güvensizliği getiriyor. Hayır, hiç de güvensiz bir ortam yok. Yani “normal zamanlarda” geceyarısından sonra belli saatlerde (sabahın üçü dördü gibi) oralarda yürümek bana daha ürkütücü gelir. Bu seferse havada tekinsizlik kokusu yok. İster inanın ister inanmayın özgürlük kokusu var.

Bu ayaklanma Türkiye tarihindeki kapsam, katılım ve süre bağlamında en büyük halk ayaklanması. Kendiliğindenliği ve kitlenin kararlılığı bakımından biraz 15-16 Haziran’a benziyor. Özellikle de 31 Mayıs Cuma akşamından ertesi sabaha kadarki ortam, Şişli’den Gezi’ye kadarki (ve Nişantaşı, Teşvikiye, Beşiktaş’ı da kapsayan) geniş bölgeyi dolduran halk yığınlarının yarattığı ortam tam bir 15-16 Haziran görünümü teşkil ediyordu.

Bu ayaklanma görünümü ertesi gün de devam etti. 2 Haziran Pazar’dan itibaren Taksim merkezli isyan alanı ben diyeyim özgürleştirilmiş bölgeye, başkası desin kurtarılmış bölgeye dönüştü. Ayaklanma ortamı ise sönümlendi. Onun yerini, tüm yurttaki sürekli ve süreli gösteriler aldı. Süreli dediğim, sabah-öğle arasında pek vukuat olmaması, öğle-akşam arasında az vukuat olması, akşamdan itibarense yığınların sokaklara dökülmesi manasında.

Yaşamakta olduğumuz halk hareketi bir yanıyla da 68 Baharı’na benziyor. Gençler ön planda. Başı gençler çekiyor. Ancak çoluk çocuktan bahsetmiyoruz. Bu insanlar ağırlıklı olarak 20’li ve erken 30’lu yaşlarındalar. Çoğu üniversite mezunu ya da öğrencisi. Yani kariyerlerinin başındaki beyaz yakalı emekçilerden ve birkaç yıl sonra beyaz yakalı emekçiler sınıfına/katmanına (hangisini diyeceğimi bilemedim) katılacak öğrencilerden söz ediyoruz.

İsyanın esprili dili de buradan kaynaklı. Sosyal medyada yazılanlar, duvar yazıları, isyancıların hükümet ve destekçileriyle (ve bazen kendileriyle de) tatlı tatlı dalga geçmesi; hep bundan kaynaklı.

Ama lütfen yanlış anlaşılmasın, sınıfsal ve siyasal olarak olağanüstü heterojen bir halk yığını sokaklarda. Yukarıda yazdıklarım, olayların bu noktaya gelmesini sağlayanlar. Ancak hem “komün” bölgesinde, hem de yurt genelinde yapılan gösterilerde işsizler, varoşlardan gelenler, vasıfsız ve az vasıflı emekçiler, küçük burjuvaziden diyebileceklerimiz, hatta hali vakti yerinde olanlar da fazlasıyla yer alıyor.

Şimdi hem komünvari, hem de 68vari ortama dair birkaç gözlem daha paylaşacağım. İsyan bölgesinde şu anda devlet otoritesi yok dedik. Ama kaos da yok. Bölge, kendi karar alma ve uygulama mekanizmalarını oluşturmaya başlamış halde.

Ortak komiteler anlamında, yani tartışma, karar alma ve uygulama konusunda henüz yeterince ete kemiğe bürünmüş bir örgütlenme, yapılanma yok. Ancak şunlar var; ilk yardım ve ikmal merkezleri oluşmuş durumda. Beyaz önlüklü doktorlar cepheden cepheye koşuyor (cepheden kasıt, isyan bölgesinin sınırlarını teşkil eden barikatlar). Çatışma (daha doğrusu gaz yeme) bölgelerine yaklaştıkça ellerinde anti-asit ve su karışımı solüsyonlarla, gaz yiyip dönenlere müdahale eden ekipler var.

Bunların yanı sıra, isyancılar bölgenin temizliğine çok dikkat ediyor. Sürekli eli çöp poşetli gönüllüler ortalıkta dolaşıyor. Bu, devletçi medyanın “bakın çevre dediler, ortalığı batırdılar” propagandasına mani olmaktan çok; ortak alana, kamusal alana sahip çıkma tavrından kaynaklanıyor.

Kızlar çok aktif. Erkeklerden asla ve asla aşağıda kalmayacak bir şekilde, çatışma (gaz yeme) bölgeleri de dâhil olmak üzere, canla başla mücadele ediyorlar. İsyanın ilk günlerinde barikatlar kurulurken, pek çok kişinin Nişantaşı şusu, Cihangir busu diye niteleyeceği tipolojideki genç kadınların ellerindeki hurda vesaireyi barikatlara taşıdığına tanık oldum.

Ortalıkta zaman zaman acıkanlara kumanya dağıtan insanlar dolaşıyor. Müthiş bir dayanışma ve ortak iş yapma kültürü gelişmiş durumda. İnsanlar tanımadıkları isyan yoldaşları için her türlü fedakârlığı yapıyor. Buna evinde yatırmak da dâhil.

Taksim Meydanı’ndaki özgürlük havasını anlatabilmeme imkân yok. Meydanda daha ziyade siyasi yapılar var. 24 saat miting alanı gibi. 24 saat konuşmalar, müzik yayını, halay çekmeler, farklı gruplar arasında arada bir çıkan ama hemen yatıştırılan gerginlikler… Tam bir daimi miting alanı. On yılların acısını çıkarıyoruz.

Biraz abartma riskini de göze alarak diyebilirim ki, eğer bu ortam sürer ve ortak karar alma ve uygulama pratikleri de gelişirse, Türkiye devrimci hareketinde Fatsa’dan sonra ikinci bir komün deneyimimiz olacak.
Hükümeti istifa ettirmeyi başarır mıyız bilmiyorum. Ama bu halk kitlesi artık öyle ayyaşlar, ahlaksızlar, milletin değerlerine uzak bilmemneler (her ne ise bu milletin değerleri denen karın ağrısı…), elitler, beyaz Türkler, marjinaller, çapulcular vs. vs. diye aşağılayarak siyaset sahnesinin dışına itebileceğiniz bir kitle değildir.

Bu kitle aynen 15-16 Haziran’daki işçi sınıfı gibi rüştünü ispat etmiştir. Masada biz de varız, bizi de kaale alacaksınız, bize saygı göstereceksiniz.

Yapmazsanız, siz kaybedersiniz. Daha doğrusu kaybetmeye devam edersiniz.  

 

Yazarın Diğer Yazıları

T24’ün Taraflaşması: Buna gerek yoktu

Bu yazıyla birlikte T24’ten kopuyorum. Veda yazımdır...

CHP ve Sol

60’ların ortalarına doğru TİP’in yükselişinin CHP’yi sola çektiği genel geçer bir bilgidir. Doğru da bir bilgidir. Ancak bunun nasıl cereyan ettiğine dair doyurucu içeriğe sahip bir açıklamayı pek az insan yapabilir.

Tekkeyi bekleyen çorbayı içer

2010 referandumuna kadar Türkiye’nin hâkim entelijansiyası liberaller ve sol liberallerdi. AKP’nin organik aydınları, yani İslamcılar ve İslamcı kökenliler sivil toplumda, iktidarın hegemonyasına...

"
"