Başbakan Erdoğan, Gezi Parkı direnişi ve bununla bağlantılı halk eylemliliğini iç ve dış boyutları olan bir komployla açıklamaya çalışıyor. Kitlesini, hakikati bulandırıcı ve muhakeme yeteneği azıcık gelişmiş herhangi bir insanın zekâsına hakaret niteliğindeki komplo teorileriyle kendine bağlı tutmaya çalışıyor.
Erdoğan böyle yaparak kısmen rasyonel davranmaktadır. Zira kimseye nasip olmayan bir bilgi-belge-istihbarat akışı onun emrindedir ve muhtemelen 31 Mayıs ayaklanmasından beri nasıl bir şeyle karşı karşıya bulunduğunun farkındadır. Erdoğan’ın, olan bitenin geçmişteki muhalefet eylemliliklerinden farkını anlayamadığını, danışmanları ve dalkavukları tarafından kandırıldığını, “Yeni Türkiye”yi bir türlü kavrayamadığını savunanlar kendilerini kandırmaktadır.
Erdoğan kısmen rasyonel davranmaktadır dedik. AKP’nin MKYK toplantısında konuşulanları aktaran Abdülkadir Selvi’nin yazısına göre, Erdoğan sokaklara dökülen halkı, mealen, iyi niyetli ama kandırılmış saf vatandaşlar ile hükümetin kuyusunu kazmaya soyunan karanlık odakların adamları olarak ikiye ayırıyor. Selvi yazısında “Erdoğan mücadeleyi seçti” diyor: “Kendisine karşı bu hareketi başlatanlarla uzlaşma ya da geri adım atma değil, mücadele edecek”.
Erdoğan’ın tercihi esasen kendisine karşı ayaklanan halkla mücadele etmek. Bir kere bu tutumu benimsedikten sonra, yaptıkları tutarlı ve rasyonel görülebilir. Ama memlekete zararlı bir yol tuttuğu için bu rasyonellik kısmidir. Erdoğan, faiz lobisi gibi heyulaları suçlayarak 1938’de sözüm ona uluslararası finans-kapitale savaş açtığını ilan eden Hitler’i anımsattı. Ancak daha önemlisi, kendi kitlesine “bir komployla karşı karşıyayım, etrafımda kenetlenin” mesajı veriyor.
Bu mesaj büyük oranda etkili olacaktır ama AKP’ye oy veren seçmenin tamamının bu anlatıya destek vermeyeceği de açıktır.
İlk kez T24 tarafından yayımlanan, Xsights adlı kuruluş tarafından 1-4 Haziran’da yapılan araştırmaya göre AKP seçmeninin yüzde 16’sı Gezi direnişini desteklemekte, yüzde 18’i ise kararsızdır.
Kamuoyu araştırmacısı Adil Gür’ün bazı görüşlerini, “bu eylemlerle AK Parti’nin çökeceğini beklemek fazla hayalcilik” sözlerini başlığa çıkartarak veren iktidar sözcüsü Sabah gazetesi bile aynı haberde Gür’ün “bu olaylar [AK Parti oylarında] 2-3 puanlık bir etki yapar” sözlerine yer vermek zorunda kalmıştır.
İslami kesimin bağımsız entelektüellerinden Hidayet Şefkatli Tuksal, Erdoğan’ın saldırgan söyleminin toplumsal barışı zedelediğini ve dindarlarda bile yadırgama hissi uyandırdığını belirtmektedir.
Bir yandan da, yüzde 50’lik zaferde önemli payı olan Gülen Cemaati, Gülen’in açıklamalarından Zaman’daki haber ve yorumlara kadar, Erdoğan’ı sıkıştırmaktadır. Gülen ile Erdoğan arasında önümüzdeki dönemde bir nikâh tazelemesi söz konusu olabilir, ancak böyle bir şey gerçekleşmeyebilir de. Cumhurbaşkanlığı seçimine bir yıl kalmışken, Gezi eylemleri vesilesiyle Erdoğan ve Gül arasındaki çatlak da büyümekte ve git gide politikleşmektedir.
Tüm bu manzara, zorlukla evde oturtulduğu iddia edilen “yüzde 50”nin bir hayalden ibaret olduğunu gösteriyor. Çok acayip şeyler olmazsa, Erdoğan yüzde 50 gibi bir oyu bundan sonra ancak rüyasında görür.
Halk isyanı devleti (Erdoğan’ı) son derece ürkütmüştür. Eylemci kitleleri bölme çabalarının devreye girmesi bu açıdan hiç şaşırtıcı değil. Gerek Erdoğan gerekse adamları (bakanlar, valiler vs.) sokaklara dökülen, kamuya ait bir alan olan Gezi’ye el koyan kitleleri iyi niyetli eylemciler ve habis marjinaller şeklinde bölmeye çalışıyor.
Arınç, 31 Mayıs sabahı vahşice gaza boğulan eylemcilerin çevre duyarlılığına sahip olduğu için parkta bulunan kısmından özür dilerken, İstanbul Valisi de parkta sabahlayanları selamlayıp “bir gönül için bin özür dilerim” gibi edebi açıdan hoş ama anlamsal açıdan bomboş bir tweet yazdı.
Erdoğan da aynı havada. Selvi’nin yazısında aktarıldığı şekliyle, Erdoğan Gezi eylemcileri için sürekli “çocuklar”, “bu çocuklar” gibi ifadeler kullanmış, hatta “bu çocuklara can kurban” bile demiştir. Erdoğan’ın sözlerinin satır aralarında eylemcilere yönelik, yeterince reşit ve olgun olmayan saf ve heyecanlı gençler yaklaşımı derhal sezilmektedir. Zaten sözlerinin devamında bildik komplo teorilerini tekrarlamıştır.
Devlet erkânı ne kadar çabalarsa çabalasın, eylemci kitlelerin bu şekilde bölünmesi çok düşük bir olasılıktır.
Erdoğan’ın, komplo teorilerini temellendirmek için hedef aldığı finans-kapital hakkındaki sözlerinin de bir anlamı bulunmuyor.
Tayyip Erdoğan bir bankanın genel müdürünü açıkça hedef aldı, hâlbuki söz konusu banka müdürü “ben de çapulcuyum” sözlerini halk isyanı karşısında mecburen söylemişti. İktidarla arası çok iyi olan bir patronun sahibi olduğu “haber” kanalının insanları aptal yerine koyan yayınlarına öfkelenen binlerce kişi bu kanalın kapısına dayandı ve kanalla aynı patronaj altındaki bankadan mevduat çekme kampanyası başlatıldı (sosyal medyada). Bankanın genel müdürü de bu koşullarda, yani halk isyanı karşısında bir hamle yapmak zorunda kaldı.
Erdoğan’ın; sırf AKP’li kitleyi konsolide etmek, yani safları sıklaştırarak iktidarını korumak amacıyla, muhtemelen yalan olduğunu bile bile “camiye bira şişeleriyle girdiler” demesi, tansiyonu arttırmak için (ve olası yaralanmalı, hatta ölümlü olayları teşvik edercesine) “benim başörtülü bacıma, kızlarıma saldırdılar” diye konuşması; ne kadar kötücül bir adam olduğunu göstermektedir.
Aslolan destek kaybetmemektir, varsın insanlar sokaklarda birbirine girsin, umurunda değil. Bir Erbakan’ın böyle laflar ettiğini hayal edebiliyor musunuz…
Erdoğan’ın Atatürk Havalimanı’nda, Mersin’de, Adana’da ve Ankara’da topladığı kitleler siyaseten son derece geri, büyük oranda bindirilmiş kıta niteliğindeki kuru kalabalıklardır. Attıkları sloganlar ile hal ve tavırları itibariyle bu insanlar, özellikle de Gezi eylemcileriyle karşılaştırıldığında, siyaseten son derece geri bir durumdalar.
Böyle bir insan malzemesine dayanarak iktidar olabilirsiniz. Ama Türkiye’yi yönetemezsiniz. AVM’lerinizde para harcayacak, şirketlerinizde çalışacak, ekonomiye artı-değeri yüksek girdi sağlayacak olanlar sizin alkolik, çapulcu vs. diye tanımladığınız insanlardır. Bu insanlara saygı göstereceksiniz, onlara ilkokul öğretmeni edasıyla ahlak ve davranış kodları biçip yasaklar dayatmayacaksınız. Yoksa siz kaybetmeye devam edersiniz.
Kaybetmeye devam etmemenin sosyal koşulu bu. Peki siyasal koşulu nedir?
İktidar bloğu çatlamıştır ve yüzde 50 artık hayaldir. Erdoğan tüm o saldırgan halleriyle aslında defans yapmaktadır. Sayın Başbakan’a politik düzlemde daha fazla kan kaybetmemesi için 2 somut öneride bulunalım:
Yüzde 10 barajını kaldırıp Kasım’da erken seçime gitmek. Hükümetin istifa etmesi ve bir AKP’linin başbakanlığında dört partiden oluşan bir seçim hükümetinin kurulması hem bu sürecin sağlıklı yürümesini sağlar, hem de toplumdaki gerilimi süratle düşürür.
Veya: AKP’nin yeni bir anayasa yapmak konusunda tüm meşruiyetini yitirmesinden dolayı, bir erken seçim düzenlenmese bile halkın oyuyla bir kurucu meclisin oluşturulması. Yasama görevi TBMM tarafından yürütülmeye devam ederken, kurucu meclisin tek işlevi halkoyuna sunulacak olan anayasa taslağını hazırlamak olur.
Bu kurucu meclis söz gelimi 800 üyeli olabilir. 600 üye, kurucu meclis için yapılacak seçime giren partilerin yurt genelindeki oy oranına bağlı olarak dağıtılır. AKP yüzde 40 alırsa, 240 üye AKP’li olur. Kalan 200 üye de, tek kişinin seçildiği dar bölgelerden gelir. Böylece herhangi bir partiyle bağlantısı olmayan bağımsız isimlerin de kurucu meclise seçilmesi olanaklı olur. Uzun lafın kısası kurucu meclis seçimi karma sistemle yapılır.
Bu önerileri şu anda Erdoğan’ın değerlendirmeye alma ihtimalinin yüzde sıfır olduğunun farkındayım. Ancak gelişmeler öyle bir seyir izler ki 6 ay sonra bu hamleleri de yapamaz hale gelirsiniz. Biz tarihe not düşmüş olalım.