Selim İleri Fotoğraf: Kutup Dalgakıran
Dokuz yüz kırk dokuz doğumlu olduğuma göre, dokuz yüz altmış dokuz: 20 yaş. İster istemez Ingeborg Bachman’ın sisli öyküsünü hatırlıyorum; gerçi Bachman “Otuzuncu yaş” diyordu.
Ne zaman okumuştum, Yankı Yayınları, Kâmuran Şipal çevirisi ve çarpılıp kalmıştım. Otuzuncu yaş mı yalnızca dönüm noktası? Bachman “Korkma; bir şey olmadı, sapasağlamsın!” diyor.
Bazan sapasağlamken de bir şeyler, çok şeyler oluyor.
Otuzdan çok önce oluyor. Sözgelimi on birinizdeyken. İlkokulu bitirme sınavları. Annem “Ayakkabılarını boyat, öyle git” demiş. Firuzağa İlkokulu’na inen yokuşta, yaşlı boyacımız gözyaşlarını tutamıyor; Namık Gedik intihar etmiş! Dahiliye vekili.
Adını galiba ilk kez işitiyorum. Tanımıyordum. İntihar ise, biliyordum, çok acı bir eylem. Boyalı, pırıl pırıl ayakkabılarımla okula gittim.
Bizim kuşağın, yani ben yaştakilerin, 20’lik çağları neresinden baksan yıkık yıpraktır. 20’yi geçince, üstelik, her şey biraz daha çatallaşır. Deniz Gezmiş’in fotoğraflarına bakmak yeter, öldürücü tarih sizi ilgilendiriyorsa.
Ama 20 yaşın bilinçsiz sevinçleri, düşleri, ülküleri olabiliyor; 20 yaşa gidişin. Benim ülküm yazar olmaktı.
İstanbul Radyosu’nun yayını -perşembe gecesi saat yirmi bir- Radyo Tiyatrosu’nda Tenessee Wiliams’ın Sırça Kümes’ini dinlemiştim. Ben de insan acılarını yazacağım diyordum.
İnsan acıları ilk kez “Kirazlar”la çıktı, Reşat Nuri Güntekin’in hikâyesi, ilkokul üçüncü sınıf, okuma kitabımızda.
“Kirazlar” ve Sırça Kümes… İnsan acılarına söz vermiştim…
Yalnızca insan acıları mı? Hayır, daha mutlu bir dünya için yazacaktım. Yarın yeni bir gün…
Söylemem gereksiz, Conrad’ın Zafer’ini henüz okumamıştım.
O düşlere, o ülküye garip bir iç sızısıyla bakıyorum. Hiçbir şeyi değiştiremedim.Yine de! Geri dönebilseydim, Oktay Akbal’dan, Nezihe Meriç’ten -çünkü ilk onlar!-, Sait Faik’ten, Sabahattin Ali’den herhalde asla vazgeçmezdim.
Ne var ki, kim bilir hangi yaralanmışlıklarla. Fakat bugün de herkesle paylaşmak isteyerek.
Sonra Necatigil diye bir şair girecekti hayatıma: Okul kitabımızda “Kır Şarkısı”. Sonra -sözcüklerinin yarısını anlayarak- Ahmet Haşim, sonra Oktay Rifat, Gülten Akın, bütün şairlerimiz.
20’me bir zaman kala Edip Cansever. O Cumartesi Yalnızlığı’nı okuyacaktı. Hikâyeciydim artık! Öyle sanıyordum…
Ne yarar bütün o zamanları hatırlamak? Yadsımıyorum; büyük coşkulardı.
Yaşlılık yaklaştıkça, kalp ağrısı oluyorlar. Geri dönülecek bir “20’ler” olmadığı açık seçik duyumsanıyor.
Çok sevdiğim Peride Celal, 1960’larda yazdığı Gecenin Ucundaki Işık’ı, otuz yıl sonra Gecenin Ucunda yapmıştı. Sormuştum. O yanıt: “Işık sönükleşerek uzaklaştı bizden…”
İleri yaşına veriyordum; o zamanlar hâlâ.
Umudun kısalması mı oluyor, bilmiyorum; şimdi bu ad değiştirimini bambaşka anlamlandırıyorum.
Çoktan beri “yolun başı”nı boş yere kurcalıyorum. Çok sevdiğim birçok dostumu kaybettim.
Dostum Ahmet Cemal’in çevirisiyle, Hölderlin’den şu dize:
“Nasıl da akıp gitti bütün bir gençlik?”
Yeniden başlasaydım, kırık dökük bir şeyler, yine yazmaya çalışırdım. Yalan söylemiyorum: O aşk dinmedi. Öyle sanıyorum ki tek tutamağım oldu.
|