Halkın iradesiyle seçilen belediye başkanları ve yönetimine kayyım atanan belediyeler…
Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan’ı Meclis’e davet etmesi ile fitilin ateşlendiği; yeni çözüm süreci ihtimali ve kayyım atamaları arasında savrulan politikalarla boğuştuğumuz bu haftalarda, aklıma yaşadığım semtin belediyesi olan Beyoğlu Belediyesi düştü.
Son yıllarda değişen çehresi ve çevresi sebebiyle ‘Beyoğlu bitti!’, ‘Ne olacak bu Beyoğlu’nun hali’, diye düşünen müdavim vatandaşlar birçok kez Beyoğlu’nu kurtarma operasyonuna girişmiş, ancak hastayı bir türlü hayata döndürememişlerdi.
Son seçimlerde ise Beyoğlu, 30 yılın ardından AKP yönetiminden CHP’ye geçmiş, belediye başkanımız İnan Güney olmuş ve artık özlediğimiz Beyoğlu’na kavuşabileceğimize dair içimizde gerçek bir umut yeşermişti.
Peki bu kargaşa arasında Allah muhafaza bir bahane bulunup Beyoğlu’na da kayyım atayıp içimizde yeni yeni filizlenen yeşillikler bir çırpıda çiğnenebilir miydi? Belli olmaz. Burası Türkiye.
Kafamda bu deli soru dönüp dururken, Pınar Erkan’ın Açık Radyo’da “alameti kerametinden menkul kent hikâyeleri”ni anlattığını vurguladığı programı ‘Ahşaptan Betona, Mecidiyeden Jetona’dan güzel bir Beyoğlu hikâyesi dinleyeyim de keyfim yerine gelsin dedim.
(Yeri gelmişken ‘kâinatın tüm seslerine, renklerine ve titreşimlerine Açık Radyo’nun bir an önce karasal -radyo- yayınlarına devam etmelerini diliyorum. Benim de yolum geçen yıl Ömer Madra ile kesişmiş, Güven Güzeldere ile birlikte hazırladıkları ‘Vakayiname’ isimli programlarında deprem üzerine konuşmuştuk. Deprem gerçeğini unutmamak adına programı buradan dinleyebilirsiniz.)
Ahşaptan Betona, Mecidiyeden Jetona programının Spotify’daki listesinde biraz dolaştıktan sonra 4 Şubat 2020’de yayımlanan ‘Tepebaşı’nda sosyal hayat’ı dinlemeye karar verdim.
Büyüklerimizin ‘Biz İstiklal’e takım elbisesiz, fötr şapkasız çıkmazdık’ dediği yılları dinlemek iyi olur diye düşündüm.
Ancak belediyelerden kaçıp, takım elbiseli erkekleri ve şıkır şıkır kadınların anılarını duymayı beklerken, kendimi 1870’li yıllarda Beyoğlu Belediye Başkanlığı yapmış birinin hikâyesini dinlerken bulduğumda, evrenin nasıl bir şaka anlayışı olduğunu bir kez daha düşündüm.
Hikmetinden sual olunmaz diyerek dinlemeye başladım…
Paris’ten örnek alındı, Beyoğlu’nda uygulandı
Osmanlı arşivi vesikalarında kendisinden ‘Blak Bey’ ya da ‘Bulak Bey’ olarak bahsedilen Edouard Blacque Bey, şimdi hâlen Beyoğlu Belediyesi binası olarak kullanılan Tünel’deki bina inşa edilirken görevinin başında. Tepebaşı Bahçesi’ni açan da kendisi.
O zamanlar Beyoğlu Belediyesi’nin adı ‘Altıncı Dâire-i Belediye’ idi.
İstanbul için Paris'te uygulanan ‘arrondissement’ yani ‘daire’ sisteminin uygun olduğu düşünülür. İstanbul, 14 daireye ayrılarak yeniden düzenlenir.
Peki Beyoğlu; belediyeciliğin birinci, ilk uygulama yeri olmasına rağmen neden buraya ‘6. Daire’ denildi?
Yeni idari yapının göz bebeği olarak öngörülen Beyoğlu bölgesi, Paris'in lüks altıncı bölgesi ‘Sixième’ ile benzerliğinden ilhamla 1857’de çıkarılan bir kanunla Altıncı Dâire-i Belediye olarak isimlendirilir.
Bulak Bey, Beyoğlu’na Türkçe ve Fransızca, yeşil üzerine beyaz harflerle sokak levhaları yaptırır. Diğer icraatı arasında da kısaca şunlar var:
Edouard Blacque Bey
Kapitülasyonlara karşı yabancı uyruklu mal sahiplerine de kurallarını kabul ettirmeyi başarır. Fakat karşılığında bunlardan kimilerini de belediye meclisine almak zorunda kalır.
6. Daire’de bir ‘Fuhuşla Mücadele Komisyonu’ kurulur, Galatasaray - Taksim arasına granit parke döşemesi yapılır, Pera Caddesi’nin düzeni için cadde üzerindeki mezbaha, kasap ve süthaneleri kaldırır.
Yasak var!
Bulak Bey’in görevleri arasında Beyoğlu tiyatrolarının gözetimi de var.
O dönem, dünyanın ilk süperstarlarından diyebileceğimiz; Fransız tiyatrosunda erkek rollerine de bürünen ilk kadın sanatçı olarak Hamlet’ten Salome’ye, Jeanne d’Arc’tan Kamelyalı Kadın’a kadar pek çok rol üstlenip efsaneleşen Sarah Bernhardt’ın ikinci defa İstanbul’a geleceği duyulur.
Sarah Bernhardt Hamlet rolünde | Fotograf: James Lafayette
İstanbullular ikinci defa bu büyük yıldızı izlemek için Beyoğlu’ndaki Odeon Tiyatrosu binasına koşmaya hazırlanır. Ancak Bulak Bey; salonun, sanatçıyı alkışlamaya aşırı hevesli seyirci kalabalığını kaldıramayacağı gerekçesiyle, Sarah Bernhardt’ın Odeon Tiyatrosu’nda temsiller vermesini yasaklar.
Kalabalığın yoğun alkış ve sevgi gösterileri nedeniyle salonun güvenliğinin tehlike altında kalacağı söylenir, ancak sonrasında binanın yapısını desteklemek üzere çok sayıda sütun ve kirişlerin yerleştirilmesi sonunda Sarah Bernhardt için izin alınabilir.
Abdülhamid, Sarah Bernhardt’ı izledi mi izlemedi mi?
Dünyanın peşinden koştuğu bu kadın, dört kez İstanbul’a gelerek sahne almıştır. Bernhardt’ın İstanbul’daki günlerine atfedilen iki de kayıt var.
İlkinde Yıldız Sarayı tiyatrosunda Sultan II. Abdülhamid’in karşısında oynadığı da söylenir. Hatta oyundan sonra II. Abdülhamid’in, etkileyici sahnesinden dolayı kendisine bir de nişan verdiği yolunda bir kayıt olduğu yazılır çizilir.
Bernhardt’ın II. Abdülhamid’in karşısında sahne aldığı bazı kaynaklarda belirtilse de bazıları “ölümü çok iyi canlandırdığı” gerekçesiyle 33 yıl tahtta kalan padişahın sanatçıyı izlemek istemediğini belirtir.
Sarah Bernhardt
Beyoğlu ve belediye başkanları konusundan kaçışım olmadığını anladıktan sonra, geçmişten günümüze Beyoğlu Belediye başkanlarına dair beyoglu.bel.tr adresindeki güzel kronolojik listeye yöneldim.
Beyoğlu Belediye Reisi Osman Hamdi Bey
Listeye göz atarken, binanın güvenliği gerekçesiyle Sarah Bernhardt’ın bir süre Beyoğlu’nda sahneye çıkmasını yasaklayan Bulak Bey’den önceki başkanın Osman Hamdi Bey olduğunu (1877-1878) gördüm.
Osman Hamdi Bey, Beyoğlu Belediye Reisi olduktan 29 yıl sonra Türk resim tarihinin gelmiş geçmiş en ünlü eserlerinden olan ‘Kaplumbağa Terbiyecisi’ni yapacak, izleyen beş yıldan sonra da, kültür sanat tarihimizde unutulmaz izler bırakan hayatına veda edecektir.
Sizin için de sürpriz değilse cehaletimi mazur görün; Osman Hamdi Bey’i Kadıköy’ün ilk belediye reisi olmasıyla biliyordum, ancak Beyoğlu’nda ilk defa rastladım.
“Bildiğimiz Osman Hamdi Bey mi bu yani”sorgulaması sırasında bir davette karşılaştığım sanat tarihçisi Prof. Dr. Gül İrepoğlu’na sordum ve öğrendim, Türk arkeoloji, sanat ve müzecilik tarihine çağ atlatan isim olan Osman Hamdi Bey, Beyoğlu Belediyesi’ni bir sene yönetmiş.
Neden bir sene yönetmiş, yerine kayyım mı atanmış bilmiyorum, onu da tarihçiler bulsun!
Osman Hamdi Bey, Salt Araştırma, Yusuf Taktak Koleksiyonu
Bir senelik belediye reisliği görevi sırasında Galata, Zürafa Sokağı’nda ilk Kadın Hastalıkları Hastanesi’ni açan da Osman Hamdi Bey.
Bu arada bu kadar Beyoğlu demişken; ‘Kaplumbağa Terbiyecisi’nin ilk versiyonu (1906) uzun zamandır Pera Müzesi’nde sergileniyor, ikinci versiyonu (1907) ise kısa bir süre önce açılan Türkiye İş Bankası Resim Heykel Müzesi’nin koleksiyonuna dahil edildi ve böylelikle Pera Müzesi’nde sergilenen ilk versiyonuna komşu oldu.
Yolu Beyoğlu’nu güzelleştirmekten geçmiş ve geçecek herkese selam olsun diyerek, kapanışı Salt Araştırma’da rastladığım 1952 tarihli Hayat dergisindeki nefis bir Osman Hamdi Bey anektoduyla yapalım.
Paris, Osman Hamdi Bey ve asma kabağıyla nasıl tanıştı?
“Hamdi Bey Kadıköy ve Beyoğlu belediye reisliğinden tutunuz da, Paris’teki talebeliğine kadar hayatının her safhasında son derecede artist bir insandı.
Paris’te talebeliği sırasında bir tavan arasında oturuyordu. Topu topu tek penceresi vardı. Fakat bu pencere nefis bir tablo halinde hemen bütün şehri görüyordu. Lâkin Osman Hamdi bir bahçeli ev çocuğuydu. Yeşillik hasreti bir nostalji gibi kendisini sarmıştı. Yeşillik, hem de memlekete ait bir yeşillik istiyordu. Fazla dayanamadı. İstanbul’a bir mektup yazdı. O sıralarda Paris’e hareket etmek üzere bulunan bir dostuna memleket mahsulünden bir tutam tohum getirmesini rica etti. Bu dost seyahat telaşı içinde getire getire Osman Hamdi Bey’e asma kabağı tohumu getirmiş.
Paris’te bir tavan arasında asma kabağı yetiştirmenin zorluğuna rağmen Hamdi Bey bundan son derece memnun oldu. İstanbul’dan gelen asma kabağı tohumu derhal büyük bir saksıya dikildi ve pencerenin dışına konuldu. O zamana kadar Paris’te asma kabağı yetiştirildiği gören dahi olmamıştı. Hamdi Bey saksıdaki tohumlara adeta sanatkârane bir itina gösteriyordu. Günün muayyen zamanlarında yavrusuna süt veren şefkatli bir anne gibi saksısını muntazaman sulamakta idi. Ona nazaran bu saksıda basit bir sebze tohumu değil, bir hemşeri hatta bütün bir memleket vardı; daha doğrusu tekmil bir memleket hasreti!...Gösterdiği itinanın tesiri gecikmedi. Asma kabağı fidanı büyümeğe, gelişmeğe başladı. Nihayet meyve birdenbire serpti. Hamdi Bey’in sevincine hudut yoktu. Delikanlı tam bir sanatkârane saadet içinde idi.
Ancak Paris’in havasını pek beğenen asma kabağı inanılmaz bir süratle ve büyüklükle uzuyor, öteki pencerelere doğru ilerliyor, hatta koşuyordu. Komşular bu acayip, bu korkunç (!), bu şimdiye kadar hiç görmedikleri müthiş nebat karşısında ne yapacaklarını şaşırdılar. Asma kabağının heybetli manzarasından onun öyle saplara tutunamayacağını, düşüp bir kaza çıkaracağını ve belki de ölüme, hiç değilse bir yaralanmaya sebebiyet vereceğini sanıyorlardı. Nihayet mahalledeki karakola gittiler. Komisere:
Efendim, genç Türk komşumuz penceresine korkunç bir nebat dikti. Bu nebat gün geçtikçe şaşılacak bir hızla büyüyüp hayatımızı müthiş surette tehdit etmektedir. Komşumuzdan rica ediniz. Bir gün düşüp sokaktan geçenleri hurdehaş edecek bu dehşetli nebatı oradan kaldırsınlar… Hayatımız tehlikede!... dediler.
Komiser bunu genç Türk talebeye tebliğ etti ve:
Ya siz bu nebatı kesersiniz, yahut da altına kuvvetli bir ağ gerersiniz… Aksi takdirde ben mahallenin hayatı namına o nebatı kestirmeğe mecbur olacağım… dedi.
Hamdi Bey asma kapağının altına ağ gerilmesi fikrine gülümsedi. Mamafih artık telaşa pek lüzum yoktu. Zira sebze kemale gelmişti. Bir sabah Hamdi Bey komşularının meraklı bakışları karşısında korkunç nebatın acayip mevyesini kesip içeri aldı. Komşular derin bir nefes almışlardı. Fakat, memleket mahsulüne karşı komşularının takındığı bu tavır delikanlıya dokunmuştu. Hem asma kabağına tarziye, hem de komşularına bir ders vermeyi kararlaştırdı. Kabağı kendi eliyle nefis bir surette pişirdi ve o gece için kendisini şikâyet eden komşularını çağırdı.
Asma kabağı yemeği sofraya gelip, yenmeye başlanınca “Aman ne nefis şey… Nedir bu?” diye soranlar karşısında genç talebe acı acı gülümsedi:
İşte aziz dostlar… Şikâyet ettiğiniz korkunç nebat!... Bazen öyle dehşet içinde görünen şeylerin böyle inanılmaz bir lezzeti olur. Görünüşe aldanmamalı…
1858-1859 yılında Paris’e bu sebzeyi ilk takdim eden Hamdi Bey’dir. Eğer o zamandan sonra Paris’te asma kabağı yetiştirip yiyorlarsa Parisliler bu ağız tadını Hamdi Bey’e borçlular…”
|
Sarah Bernhardt kimdir?
22 Ekim 1844'te Paris'te doğan Sarah Bernhardt, çocukluğunu bir manastır okulunda geçirir. 14 yaşında Paris Konservatuvarı'na girer ve burada yeteneğini geliştirir. Eğitimini tamamladıktan sonra Comédie Française’e katılarak sahnede dikkat çeker ve kısa sürede geniş bir hayran kitlesine ulaşır. 1864’te Belçika Prensi Henri-Maximilien-Joseph ile olan ilişkisinden Maurice adında bir oğlu dünyaya gelir.
Daha sonra ünü tüm Avrupa’ya yayılan Odeon Tiyatrosu ile anlaşır ve burada sahne aldığı oyunlarla kariyerinde zirveye ulaşır. Büyüleyici sesi ve kusursuz diksiyonuyla ünlü yazar Victor Hugo’nun kendisine “Altın Ses” lakabını takmasını sağlar. Ruy Blas, Phedre, Hernani ve Kleopatra gibi oyunlarda gösterdiği performanslarla “Tiyatronun İlahesi” ve “Tiyatronun İmparatoriçesi” gibi ünvanlarla anılmaya başlar. 1880 yılında Comédie Française ve Odeon’dan ayrılarak kendi topluluğunu kurar ve buna Sarah Bernhardt Tiyatrosuadını verir. Beş kıtada turnelere çıkar; Amerika’dan Peru’ya, Avustralya’dan Kanada’ya, Moskova’dan Kopenhag’a kadar her yerde oyunları kapalı gişe oynar ve hem büyük bir hayran kitlesine ulaşır hem de hatırı sayılır bir servet kazanır.
Fransız tiyatrosunda erkek rollerine de bürünen ilk kadın sanatçı olarak Hamlet’ten Salome’ye, Jeanne d’Arc’tan Kamelyalı Kadın’a kadar pek çok rol üstlenir ve efsaneleşir. 1894 yılında tüberküloz teşhisi konan Bernhardt, bu hastalığı ömrünün sonuna kadar taşır. 1914'te Fransa Hükûmeti, sanatı ve Fransız dilini dünyaya tanıtmasından dolayı ona Legion d’Honneur Nişanı verir.
Ancak bir yıl sonra hastalığının yol açtığı komplikasyonlar nedeniyle sağ bacağı kangren olur ve diz üstünden kesilir. Bu zorluğa rağmen, uzun eteklerinin altında gizlediği proteziyle sahnelerde yer almaya devam eder.
Son olarak 1923 yılında Sacha Guitry'nin yazdığı bir senaryodan uyarlanan "Falcı" adlı filmde rol alır. 26 Mart 1923’te böbrek yetmezliği nedeniyle 79 yaşında vefat eder ve Pere Lachaise Mezarlığı'nda binlerce hayranının katıldığı bir törenle toprağa verilir. Beş yıl sonra oğlu Maurice de aynı mezara defnedilir.
|
Berna Abik kimdir?
1988 yılında İstanbul'da doğdu. Editörlük hayatına dünyanın önemli şehir dergilerinden biri olan Time Out'ta başladı. Daha sonra Doğan Burda dergi grubu bünyesindeki İstanbul Life dergisinde çalıştı.
Son olarak T24 ekibine katıldı; burada editörlük ve video röportajlar yapıyor.
|