26 Mart 2014
Twitter yasağının adı var kendi yok.
Devlet nasıl fiziki bir kamusal alan olan Gezi Parkı’nı asıl sahiplerine –yani yurttaşlara- kapattıysa elektronik kamusal alanı da aynı şekilde kontrol edebileceğini düşündü.
Sonuç olarak, bu trajikomik girişim teknolojinin dolambaçlı yollarında kaybolup gitti. DNS ayarlarında ufak bir oynama, VPN’lerden alınan yardımla kolaylıkla aşılmakta. Yasağın başladığı andan itibaren kendilerini Twitter’a atanlar, Gezi Parkı’ndakine benzer bir dayanışmayla diğerlerine devletin hamlelerine karşı yollar göstermekte.
Başbakan Erdoğan ve devlet yetkilileri getirdikleri yasakla – aynen Gezi’de olduğu gibi- belki de en geniş katılımlı sivil itaatsizlik eylemlerinden birine daha neden oluyor.
Peki, “uluslararası camianın ne dediğiyle hiç ilgilenmeyen” Başbakan Erdoğan’ın iddia ettiği gibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu yasakla ‘gücünü’ içeriye ve dışarıya göstermiş mi oluyor?
Cevaba ulaşmak için merkezi modern devletin tarihsel oluşumuna bakmak, devlet gücünün çeşitlerini ve meşruiyet kavramının geçirdiği dönüşümleri incelemek açıklayıcı olacaktır.
***
Ünlü sosyolog Charles Tilly’nin söylediği gibi, bugün anladığımız şekliyle belirli sınırlar içerisinde gücü merkezde toplayan ulusal-devlet modeli 16. yüzyıldan itibaren Avrupa’da şekillenmeye başlar. Daha öncesinde, siyasi iradenin ve gücün olabildiğince dağınık ve parçalanmış olduğu Avrupa, kendi silahlı güçlerine sahip irili, ufaklı sayısız siyasi birimden oluşmaktaydı.
Önce bu gruplardan bazıları diğerlerine karşı askeri üstünlük kurmaya başlar. Etrafındakileri zor kullanarak tahakkümü altına alır. Sınırları belirginleşen büyük toprak parçalarının tek hâkimi olduklarını ilan ederler.
Merkezde toplamaya başladıkları gücü sürdürmenin ve pekiştirmenin önünde iki engel vardır: içeride merkezi otoriteyi tanımamakta direnen gruplar ve dışarıda da aynen kendileri gibi topraklarını genişletmeye çalışan diğer devletler.
Devlet kurucuların ellerindeki gücün tek kaynağı şiddet kullanımı olduğundan kendilerini korumanın çaresi düzenli ve merkezi ordular kurmaktan geçer. Bu da daha fazla vergi ve silâhaltına alınan insan demektir.
Hükmettikleri insanlara da ‘tehlikeler’ olduğunu; onları koruyabilmek için bu kaynaklara ihtiyaçları olduğunu söylerler.
Yani bir anlamda, tehlikeyi üreten devlettir; bir bedel –vergi- karşılığında bu tehlikelerden toplumu koruyacağını söyleyen de devlettir.
Canını ve kaynakların merkezde oluşan bu yeni ve bilinmedik güce teslim etmek istemeyenler çoğunlukla şiddet –biraz da ikna, adam kayırma ve ittifak kurma- yoluyla bastırılır. Bu bağlamda, Tilly, modern devletlerin kuruluş aşamasında ‘haraç’ isteyen bir ‘zorbadan’ ya da ‘organize suç çetesinden’ farklı olmadığını söyler.
Ancak zaman içinde, devlet toplumu sadece şiddet kullanma yoluyla ya da eskisi gibi koruma sağlayacağı iddiasıyla kontrol edemeyeceğini anlar. Çünkü, artık insanlar -kapitalizm, sanayileşme ve bunlara bağlı olarak şehirleşmenin de etkisiyle- ortak mağduriyetlerini halletmek, ortak taleplerde bulunmak üzere modern toplumsal hareketler olarak örgütlenmeye başlamıştır. Şiddet kullanarak hareketleri bastırmanın maliyetlerini hesaba katan devletler de, peyderpey talepleri karşılamak zorunda kalır.
Mücadeleler sonucunda haklarını alan insanlar artık yurttaş olmuştur. Merkezi devletin gücü elinde tutmasına haklarla çizilmiş sınırlar içerisinde kalması koşuluyla rıza gösterir. Tilly’nin de bahsettiği gibi, devletleri organize suçtan zaman içinde ayırt eden koşul kazandığı meşruiyetidir.
***
Bir başka ünlü sosyolog Michael Mann ise devletin gücünü ikiye ayırır: ‘devletin despotik gücü’ ve ‘devletin altyapısal gücü’.
Bunlardan birincisinde, devlet sivil toplumdan bağımsız bir şekilde aldığı kararları zor kullanma tehdidiyle uygular. Toplumla devlet arasında kurumsallaşmış müzakere, pazarlık ve iletişim kanalları işlemez. Devlet, toplumun onayını aramaksızın, aldığı kararları yürürlüğe sokar.
Altyapısal güç ise, devletin toplumun içine nüfuz ederek kullandığı güce verilen addır. Devlet, modern bürokrasisi ve topluma sağladığı imkân ve faydalar yoluyla toplumla bağlantılarını arttırır. Mesela, teknolojinin de yardımıyla devlet toplumu her alanda gözetler ve toplum hakkında bilgi toplar; istihdam yaratır; sağlık ve eğitim imkânları sağlar…
Devlet bu yolla toplum üzerindeki kontrol kapasitesini arttırırken, toplumla olan bağlarını ve iletişimini de arttırmak zorunda kalır. Çünkü altyapısal gücün pekişmesi ve etkin kullanımı için, toplumdaki çeşitli grup ve sınıfların ihtiyaç ve talepleri devlet tarafından karşılanması gerekir. Dolayısıyla devlet toplumla yoğun bir işbirliğine girer. Modern devletlerin sahip olduğu bu altyapısal gücün temelinde toplumun devletin gücüne rıza göstermesi, yani meşruiyetin sağlaması yatar.
Michael Mann’a göre aslında modern devletler, hem despotik güce hem de altyapısal güce sahiptir. Meşruiyet üzerinde şekillenen altyapısal gücü kullanan devletler demokratiktir. Despotik gücünü altyapısal güçle birleştirilerek kulanlar ise otoriter devletlerdir.
***
Gelelim, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hangi gücünü ispatladığı meselesine….
Devletin altyapısal gücünün en temel unsurlarından biri hâkim olduğu topraklarda haberleşme ve iletişim altyapısını sağlamasıdır. Bunun da ötesinde, bu kanallar yoluyla yurttaşların ifade özgürlüğünü garanti altına almasıdır.
Evet, AKP hükümeti yönetimi boyunca, küreselleşmenin de etkisiyle, internetin fiziki altyapısını geliştirdi; internet kullanıcı sayısını arttırdı.
Öte yandan, hayatın diğer alanlarında olduğu gibi, toplumun genelinin ne dediğine kulak asmadan interneti de kontrolü altına almaya çalıştı.
Bir anlamda, Başbakan Erdoğan’da vücut bulan AKP iktidarı topluma haklarını kendisinin bahşettiğini düşünmekte. Kontrolünden çıktığı anda da keyfi kararlarla geri alma gücünü yine kendinde görüyor. Daha da ötesi, böylesine bir güce sahip olduğunun ispatı peşinde.
Bunu yaparken, elindeki zor kullanma gücünü sonuna kadar kullanmaktan geri durmamakta. Bu Twitter meselesinde kanunların keyfi uygulaması şeklinde oluyor. Gezi’de ise yoğun polis şiddeti.
Meşruiyet meselesine gelince: zaten, devlet özellikle Gezi’den beri genel bir toplumsal mutabakat üzerinden sağlanan bir meşruiyetin peşinde değil. Muhalifler büyük bir ‘ötekiler’ ve hatta ‘düşmanlar’ çuvalına atılmış durumda. Başbakan Erdoğan, seçim dışında sivil toplum ve devlet arasında var olması gereken diğer tüm bağ ve etkileşim kanallarını reddetmekte.
Sansürü meşrulaştırma çabaları sadece kendi oy tabanı olarak gördüğü kitleye yönelik. ‘Özel hayatın ihlali’ olarak sunulan gerekçe ikna edici olmaktan uzak. ‘Ben yaptım, oldu’ şeklinde getirilen yasağın bir ‘eğilmeme’, ‘bükülmeme’ hamlesi ise içi boş bir güç gösterisi. Bu yasağın mağdurları ‘ötekiler’ olduğu kadar AKP’liler de. Bu da genel anlamıyla vatandaş-devlet ilişkisini zedelemekte.
Bu yüzden, toplumun büyük bir kesiminin onayı olmadan getirilen Twitter yasağı, modern devletin ceberutluğunu törpüleyen meşruiyet esasının altını oymakta.
‘Dosta’, ‘düşmana’ ispat edilen ise, modern devletin meşruiyet temelli etkin altyapısal gücü değil. Aksine, sivil toplumdan kopuk bir hâlde zorla uygulanan bu yasak, devletin despotik gücünün ağırlıklı olarak kullanıldığını göstermekte.
Meşruiyeti çıkardığınızda da geriye Michael Mann’in ‘otoriter devlet’ dediği, Charles Tilly’nin ise ‘zorba devlet’ diye tanımladığı yapı kalmakta.
Brezilya'da Bolsonaro değil de Lula seçilirse Brezilya Amazonu'ndaki ormansızlaşmanın yüzde 89 oranında daha az gerçekleşeceği öngörülüyor. Bu tahminler sadece her iki liderin başkanlığı süresince uyguladığı politikaların ve bunların sonuçlarının muhasebesine dayanmıyor. Lula, aynı zamanda ileriye dönük Brezilya Amazonu'nu korumaya yönelik vaatlerde bulunuyor
Corbyn ve Sanders’in kurumsal siyasetin labirentli yollarından geçip, başarıya ulaşıp ulaşmayacaklarını kestirmek güç
Corbyn zenginlerin daha çok vergilendirmesi gerektiğini söylüyor
© Tüm hakları saklıdır.