29 Mayıs 2024

Mehmet Çağçağ: Gırgır'ı dağıtan problem sermayeye bağımlı olmasıydı 

"Gırgır bana bakmayı ve görmeyi öğretti. Topluma nasıl bakılır onu anladım. Başarının çok ciddi bir emek gerektirdiğini öğretti. Bunu da Oğuz Abi'nin bir lafıyla anlatayım. Ben Gırgır'ın başarısı üzerine konuşurken Oğuz Abi 'Ben sizi Türk gibi düşündürdüm Alman gibi çalıştırdım' dedi"

Mehmet Çağçağ

Mehmet Çağçağ, ilk karikatürü ile 1977 yılında yer aldığı Gırgır'a daha sonra "Bizim Mahalle" isimli köşesi ile devam etti. Köşe sahibi olduktan bir sene sonra Limon'u kurmak için Gırgır'dan ayrılan Çağçağ, "Gırgır çok başarılıydı. Bana bakmayı ve görmeyi öğretti" diyerek şu andaki mizah eksiliği için de "Ülkede utanma duygusu kalktığı için değerlerin altüst olmasıyla beraber mizahçıya söyleyecek bir şey kalmadı" yorumunu yapıyor.

 - Gırgır ile tanışmanızın hikâyesini sizden dinlesek…

Ben 12 yaşındayken sınıfa yeni bir resim öğretmeni geldi. Tahtaya "Hakan Taşkıran" diye önce adını ve ardından "Ünlü İspanyol ressamı Pablo Picasso vefat etti" diye yazdı. Saygı duruşu için bizi ayağa kaldırdı. Çok şaşırdım çünkü o güne dek Atatürk dışında kimse için saygı duruşunda bulunmamıştık. Sonra derste resim çizmemizi istedi. Benim çizimimi görünce "Mehmet çok yeteneklisin. Girmek istediğim ama giremediğim akademiye girebilirsin" diyerek Mimar Sinan'a yönlendirdi. Kazandım ve okulu çok sevdim. Okulda bazı arkadaşlar karikatür çiziyor ve bir yere götürüyorlardı. Bir gün yanımda oturan Gani Müjde "Karikatürüm çıktı" diyerek havaya zıpladı. Karikatürü gösterdi, imzası da vardı. Büyülendim. "Ben de yaparım bunu" deyince Gani, "Resim çizmek kolay ama bunu yapamazsın" dedi. Onun yapamazsın cümlesi bana motivasyon oldu. Sonra kendimi hazırladım ve Gırgır'a gittim.

- Nasıldı ilk gördüğünüz manzara?

Pazartesi günüydü sanırım, merdivenlerde kuyruk vardı. Elinde dosyalarla bekleyen çocuklar gördüm. Sıra ilerledi. Kapının önünde heyecanla bekliyorum. İçerdeki kişi düştü ve bayıldı. Oğuz Aral'ı gördüm. Değişik bıyıkları, çerçeveli gözlüğü ve bembeyaz teniyle atleti ile oturuyordu. Çocuk bayılınca elini tuttu, şekerli su içirdi. Sonra bana geldi sıra ben de titremeye başladım ben de bayılabilirdim. Öyle enteresan bir etkisi vardı. Sıra bana gelince çizimime baktı. İçinde tren olan bir karikatürdü. "Sen nerelisin. Hiç treni görmedin mi oğlum" dedi. "Görmedim" dedim. Hakikatten de Şebinkarahisar'da hiç görmemiştim. "Bu karikatürü al yeniden çiz. Sirkeci'de tren istasyonu var. Oraya git trene iyice bak, sonra çiz getir" dedi. Bana karikatürüm için makbuz yazdı. İyice şaşırdım çünkü öğrenci bursunun neredeyse yarısı kadar bir paraydı. Sonra gara gittim, Sirkeci'de trene uzun uzun baktım. Bir sürenin ardından o heyecanı kırdım her hafta karikatür götürmeye başladım. Bana bir gün "Dergi içerisine geç" dedi. Çok kısa sürede içeri geçmiş oldum ama benden daha kısa sürede geldiği gibi girenler vardı. Kemal Aratan, Ergün Gündüz, Nuri Kurtcebe geldikleri gibi içeri girenlerdi.

- Nasıldı çalışma sisteminiz?

Hafta belli günleri vardı. Masamız vardı gün boyunca espri düşünüyorduk ama masaya bağlı kalmak zorunda değildik. Bir zaman sonra dergi dikkatimi dağıtmaya başladı. Kendime çevrede sakin lokasyonlar buldum. En sakin yer Arkeoloji Müzesi'ydi. Yaklaşık 20 tane espri götürüyordum. Oğuz Abi onlardan 2 tane beğenmiş olsa seviniyordum. Arada da çizdiklerimi götürüyordum odasına.

- Oğuz Aral işlerinize nasıl yorumlar yapıyordu?

Her espriyle ilgili sosyolojik, tarihsel, psikolojik ya da karakterle ilgili kısa kısa dersler veriyordu. O dersleri dinledikçe çizgim gelişiyordu. Gırgır'da aşamalar vardı. İlki merdivenlerde bekleme safhası. Sonra içeri geçip güncel ya da genel espriler bulup kendi rengini, ruhunu ve dilini inşa edene kadar çalışıyordun. Oğuz Aral o süreçte bakıyorsun ki seni bir yere doğru sürüklüyor. Öncelikle senin içinde ne var onu keşfetmeye çalışıyordu. Sende özel olanı fark edip özel olanı destekleyecek şekilde konuşmalar yapıyordu.

Mehmet Çağçağ

"Oğuz Aral'ın bu kadar çok şey bilmesine şaşırırdık"

- Sadece bir işveren bir yönetici gibi değil bir anlamda oyuncu koçu gibi davranıyormuş değil mi?

Bu arada Oğuz Aral'ın çok şey bildiğini fark ediyorsunuz. Nasıl bu kadar çok şey bilebilir diye de şaşırıyorsunuz. Mesela türkü diyorsun türkünün hikâyesinden, yöresinden, dansından bahsediyor. Karadenizliler neden hızlı dans eder de Egeliler Zeybek oynar, açıklıyor. Bunları ilk defa duyuyorsunuz çünkü sonuçta sen sadece resim yapmaya çalışan hayta bir öğrencisin. Burada derinleştiğini fark ediyorsun. Yine kitap okutuyordu. Kemal Tahir, Fakir Baykurt, Balzac okumalısın diyordu. Kendimizi beslenmemizi bunların bize dönüşü olacağını söylüyordu.

Buda sessizliği

- Atmosfer olarak orada nasıl hissediyorsunuz kendinizi?

Daracık bir odada 6 ya da 7 kişi bir masa olurdu ama herkes Buda sessizliğinde. Çünkü espri düşünürken kimse ses çıkarmaz. Espriler bulunduktan sonra çizim süresi başlar ve sesler de çıkmaya başlar. Yeni gelen çocuklara birazcık oyunlar oynanır, şakalar yapılır ve tahammül sınırları ölçülür. Üçüncü aşamada senin artık kendini gösterdiğin, rengini belli ettiğin ve dergiye zenginlik katabileceğini gösterdiğin zaman işte o zaman Oğuz Aral'ın en sevdiği durumdu. Çünkü artık dergiye köşesi olan bir çizer olmuşsundur.

"Oğuz Aral şehirliydi, esprilerimi anlamadı"

- Sizin üçüncü aşamanız nasıl oldu?

Benim üçüncü aşama ilginç oldu. Biraz geç geç oldu ama unutamadığım bir cümleyle oldu. Birgün Oğuz Abi "Oğlum ben senin esprilerinden bir şey anlamıyorum ama gülüyorum. Fakat karım Tolga ısrarla sana köşe vermemi istiyor" dedi. Bunun sebebini önce anlayamadım. Çok sonra anladım Oğuz Abi İstanbullu şehirliydi. Köşeyi verdikten sonra "Bak buraya 4 espri gireceksin. En iyisi en başa, arada orta karar sonuncusu da iyi olacak. İyi başlayıp iyi bitecek. Sen assolistsin burada. Avni'nin altına koyuyorum ve çok okunacak köşen" dedi. O zaman beni çok önemsemiş sonra düşündüğümde benim esprilerimi anlamadığını fark ettim. Oğuz Abi şehirliydi, dergideki esprilerin çoğunun içinde şehir dünyasının içeriği vardı. Ama kent değil ortalama şeylerdi bunlar. Köşemin ismini de "Senin karikatürlerinde bir mahalle havası var. O yüzden Bizim Mahalle olsun" diye kendisi koydu. Kendi kasabasındaki mahallenin şehire taşınmış hâlinin hikayelerini çiziyordum. O insanların hikâyelerini biliyorum.

Mehmet Çağçağ

"Taşranın şehirdeki hikâyesini çizdim"

- Gırgır mahalle dergisiydi, siz o mahallede neyi çizdiniz?

O zaman şehrin hikâyesini bilmiyorum ama taşranın hikâyesini biliyorum. Taşranın şehirdeki hikâyesini, çatışmalarını biliyorum. Apartman var ama kapı önünde yığılı ayakkabılar da var. Basit şeyler; hem kent hem taşra. Kapıcıları, hamalları, işçileri çizdim. Onların hayatlarını çizdikçe diğer çizer arkadaşlarımın benim çizgilerime ilgi gösterdiklerini gördüm. Ustaların masasına bakardık ne çizdiklerine. Sonra benim masama gelip bakmaya başladıklarını fark ettim. Ustalar artık bana bakıyordu.

- Çok çeşitli karakterler çizdiniz…

Taşradan gelen yüzler, ifadeler şekillenmeye başladı. Magandası, şiddet gösterenleri çıktı. Bir sürü şehirli olmayan ama kökeni taşraya dayalı bir duyarlılığını, hassasiyetini çizgileri yani yansıyınca arkadaşlarımın da ilgi gösterdi. Yeni bir alan oldu.

"Gülmeye düşman ama gülmeye düşkün"

- Hemen sormak istiyorum Gırgır neydi Türkiye için?

Öncelikle Gırgır mizah kültürünün devamıdır. Türk kültürü gülmeye düşman ama gülmeye de düşkündür. Böyle bir toplumuz. Düşkünlük ve düşmanlık bir arada. Eleştiri kültürü bu toplumda hep olmuş. Eleştiri kültürünün normalin ötesinde olması da eleştirilecek çok şeyin olduğunu gösteriyor. O toplum kendi yarattığı sıkıntıdan kurtulmanın çaresini mizahta buluyor.

- Gırgır'ın başarısını nasıl yorumlarsınız?

Kitleselleşti, yerleşti çok büyük bir tiraja ulaştı. Oğuz Abi bir gün, "Biz dünyanın üçüncü dergisiyiz" deyince itiraz ettim. Dünyanın birinci dergisiydik. Ben öyle görüyorum. Diğer dergiler içerik açısından Gırgır ile benzer değildi. Gırgır ise tam anlamıyla sivildi yani hiçbir devlet desteği yoktu. Hatta devlet ile kavgalı ve muhalif. Ayrıca okur yazar oranı ve alım gücü çok düşük bir ülkedeydik. Bu kriterlerle ölçüm yaptığın an Gırgır açık ara daha çok sevilen ve benimsenen başka bir kültürel değeri olan bir dergi olarak birinciydi.

- Sizin ayrılma serüveninize geçelim, nasıl oldu o süreç?

Dergilerin doğal bir döngüsü var. Ben köşe sahip olduktan sonra 1-2 yıl sonra kaşınmaya başladım. Derginin sahir sayfaları halen yerinde sayıyor ve kendini tekrar ediyordu. Oğuz Aral da bunun sıkıntısını taşıyordu. Sürekli futbol takımındaki gibi içeri yeni yıldız, yeni bir dil sokmak gerekirdi. Artık dergiden ayrılıp kendi dergimizi yapalım, kendi kararlarımızı kendimiz verelim dedik. Yani ne çizeceğimize nasıl çizeceğimize politik siyasi duruşumuzu nasıl şekillendireceğimize biz karar verelim diye Limon'u kurduk.

- Nasıl anlattınız?

Oğuz Abi'ye sarıldık, kendi yolumuzu çizeceğimizi söyledik. Sarıldı tabii, çok üzüldüğünü hissettirmedi. Sonrasında baş başa yıllar sonra oturduğumuzda "Hıbır ekibinin ayrılışına değil ama sizin gitmenize çok üzüldüm. Çünkü size verdiğim emeğin karşılığını alamadan gittiniz" dedi. Erken ayrılmıştık.

- Ama iletişiminiz devam etti…

Oğuz Abi'nin başına gelen büyük badirelerden, yani Gırgır'ın el değiştirmesinden sonra vefa borcu olarak yeni dergisine yardıma gittik. İki taraf için çalışıyorduk. Felaket yoruluyorduk. Göz kuruluğu nedeniyle trafik kazası bile geçirdim. Bunu onun için içtenlikle yaptık. Çünkü gerçekten onun dediği lafa şimdi empati yapıyorum. Benim de çok emek verdiğim ama erken ayrılan çocukları da bildiğim için Oğuz Abi'yi daha iyi anladım. Ama bu işin doğasında böyle bir şey var, sığamamak.

- Leman için neler söyledi size?

Leman, Oğuz Abi'nin bir hayalidir aslında. Bir gün "Siz benim bir hayalimi gerçekleştirdiniz bağımsız dergi yaptınız, sermayeye bağımlı olmayan dergi yaptınız" dedi. Gırgır'ı dağıtan problem de sermayeye bağımlı olmasıydı. Çünkü Günaydın gazetesinin içindeydi. Haldun Simavi, bir gün geldi ve Oğuz Abi'nin biletini kesti. Dergiyi onun elinden aldı Ertuğrul Akbay'a verdi.

- Bu konuda ne diyorsunuz

Hukuka uygun ama adil değil. Gırgır'ı Gırgır yapan başından sonuna dek Oğuz Aral'ın emekleridir. Onun ve çizerlerin emeklerinin üzerine başka bir yapı geldi. Çok çok kötü bir dergi yapıldı.

"Türk gibi düşündürdüm, Alman gibi çalıştırdım"

- Size ne kattı?

Gırgır bana bakmayı ve görmeyi öğretti. Topluma nasıl bakılır onu anladım. Bir anlamda resim çizseydim toplumculuk yanım bu kadar olmayacaktı. Mükemmeliyetçilik kattı. Başarının çok ciddi bir emek gerektirdiğini öğretti. Bunu da Oğuz Abi'nin bir lafıyla anlatayım. Ben Gırgır'ın başarısı üzerine konuşurken Oğuz Abi "Ben sizi Türk gibi düşündürdüm, Alman gibi çalıştırdım" dedi.

- Buluşup bir yerlere gider miydiniz?

Çok nadir. Bir kere Galata kulesinde yemek yediğimizi hatırlıyorum. Herkes sarhoş oldu. Çünkü öyle bir şeye alışık değildik. Zaten çalışma aşkı çok güçlüydü gerçekten. Dergi ile yatıp dergi ile kalkıyorduk.

- Çatışmalar olur muydu ekipler arasında?

Evet, yani ilk Limon ekibiyle Gırgır içerisindeki arkadaşlar bizim ayrılıp yeni bir dergi yaptığımızda bizi sevmediler. "Asi bunlar çıkıp gittiler" dediler. Bir yandan kıskançlık da var. Arkasından da aldılar kadronun bir kısmını Ercan Arıklı ile bir dergi yaptılar.

- Türkiye'deki durumu nasıl değerlendirirsiniz; kısaca mizah yayıncılığı eksikliği sadece dijital yüzünden mi?

Ben iki yerden bakıyorum bu konuya. Bir tanesi gerçek mizahçıların artık susma durumunda olduklarını hissediyorum. Ben de dahil. Bu susma şundan: Mizah utanma duygusu üzerine inşa edilir. Utanma duygusu olmayan birisini eleştirmeye kalktığınız zaman boşuna konuşursunuz. Utanma duygusu ülkede kalktığı için bütün bu değerlerin altüst olmasıyla beraber mizahçıya söyleyecek bir şey kalmadı. Diğer yandan da dijital yüzünden. Kağıt dağıtım ağlarının daralmasıyla bir sürü şey bir arada yaşanıyor. Dijitalde kağıt maliyetleri ortadan kalkıyor. Ayrıca dijital hakimiyet çok kolay. İnsanın kendini inşa, ifade ve var etme hâli var. Gırgır, Limon, Leman bunun için bir zemindi. Hiçbir şey olmadığı zaman herkesin kendini ifade etmek için geldiği, toplandığı bir yerdi. Şimdi bu fırsat o kadar geniş ve dijital o kadar kolay ulaşılır bir halde ki. Herkes yaptığı işi dijital platformlarda, sosyal medyada yapıyor. Sözünü söylüyor. Bu platformlar küresel olarak bir hakimiyette. Büyüdükçe büyüyorlar.


Yarın: Gani Müjde anlatıyor...

Yazarın Diğer Yazıları

Karadağ: Hayaller ve gerçekler

Karadağ, adalet sistemin yetersizliği ile adı çeşitli suç davalarına karışmış isimlerin de gözünden kaçmıyor. Son yıllarda başta Sedat Peker, Faruk Fatih Özer, İlker Baş, Volkan Reçber gibi isimler ziyaretleri ya da vatandaşlıkları ile gündeme gelmişti

Karadağ’a ait olmak

Karadağ'da 2019 yılından ev alan Mehlika Alemdağ: Hiçbir yere tam anlamıyla ait hissetmemiş biri olarak, burayı gördüğümde “Sanırım Karadağ’a ait olabilirim” dedim; çok sıcak, huzurlu bir yer

Budva'da hayat: Üç girişimcinin deneyimleri

Karadağ’da dövme stüdyosu açan İbrahim Buğday, ülkenin fırsatlarla dolu olduğunu söylerken kahvaltıcı işleten Mesut Öbge, Karadağ'a yerleşmek isteyenlerin planlı ve hesaplı olması gerektiğine dikkat çekiyor. Hediyelik eşya dükkanını işleten Yener Çevik de turist sezonunda trafiğin yoğunluğundan dolayı ulaşımın zorlaştığını belirtiyor.

"
"