08 Ocak 2025

 Liyakat-meritocracy

Siyaset ikliminin ağarması, bunu kotarabilecek kültüre, eğitime sahip siyasetçilerin görev almasıyla mümkündür. Meydanlarda, ekranlarda gördüklerimiz, bunu sağlayabilecek siyaset IQ’sundan ve onun destekleyeceği dünya felsefesinden hayli uzaktır

Seçim nasıl yapılacak?

Atamalarda liyakat en önemli kriter olmalı. Bu çeşitli sınav, mülakat, psikolojik test gibi yöntemlerle ölçülmeye çalışılıyor.

Aranan, kişileri bir diğerinden ayırt edecek ölçüler arasında şunlar var: IQ, yetenek, uyumluluk, atiklik, disiplin, liderlik…

Testlerin, alışılmış yöntemlerin gösteremediği kişilik özellikleri, meşhur “cam tavan” bağlamında gündeme gelebiliyor.

Yıldızların peşinde mi koşmalı, yoksa oturulan koltuğa sağlam mı basmalı?

Bunlar okul hayatından emeklilik aşamasına kadar birlikte yaşadığımız kavramlar. Meslek hayatında performans, hırs, görev tutkusu-misyon, çalışkanlık, kıvraklık, kimi durumlarda ağırbaşlı olmak önemli. Kimi durumlarda kişi konunun ne derece uzmanıysa, konusunda ne kadar güçlüyse, tahminlerdeki isabetsizlik, miyopluk, o derece yüksek olabilir. Çünkü uzmanlığı doğrultusunda kilitlenebilir. Tahminleri isabetli, zararı az olanlar, testosteronlarını ve kalp atışlarını baskı altında tutabilenlerdir.

Tablo birçok ülkede benzer durumda

Çocuklar sınava girmeye, kendilerini kitleden ayırmaya ilkokuldan başlıyorlar. Her aile çocuğunu imkânı el verdikçe en iyi eğitim imkanıyla buluşturmaya çalışıyor. Bu her ülkede böyle. Rastladığım çarpıcı örneklerden biri Japonya idi. Ülkedeki en iyi Üniversitesi Tokyo Üniversitesi olduğu için ailelerin daha da doğrusu annelerin, erkek çocuklarının bu üniversiteye gelebilmesi için sınavdan önceki birkaç yıl her an yanında olduğunu duyardık. Tesadüfen en büyük torunumuz bugünlerde Londra'da ortaokul giriş sınavlarında. Annesinin ve babasının üç yıldır yaptıkları Japon anneden farklı değil. Rekabet her yerde çetin, kazanılacak ödül ise iyi bir üniversiteye kabul edilme şansı.

Sınavlar ne ölçüyor? Hemen hemen 40 yıl üniversite hocalığı yapan birisi için bunun yanıtı çok kolay değil. Ben öğrencinin söyleyecek anlattıklarımı değil, ne öğrendiğini aktarmasını beklerdim. Çünkü yaşamda gerekecek olan onun ne anladığı. Çünkü öğrendiklerini o uygulayacak. Yani aslında sınav öğrencinin ne öğrendiği kadar, öğretmenin ne öğretebildiğini ölçüyor.

IQ ne ölçer?

Eleme sınavlarında sıkça uygulanan yöntem en basit şekliyle IQ testleri. Zekâ akıl mıdır, akıl bundan öte bir şey midir, sanıyorum hiçbirimiz “bir metre: 100 cm” türü bir yanıt veremeyiz. O zaman IQ testi neyi ölçüyor? Bazı değerlendirmelere göre ABD başkanı F. D. Roosevelt 20. yüzyılda Harvard Üniversitesi’ne kabul edilmezdi. Diğer başkanlar arasında yüksek IQ’ya sahip sahipken hatırlanacak bir başarısı olmayanlar var. Geçenlerde vefat eden J. Carter sakin bir başkandı, ama yüksek IQ suyla ünlüydü.

Konunun bir başka yanı meritokrasi ile yani liyakatla ilgili. Burada da karşımıza net bir tablo çıkmıyor. Türkiye'de Robert Kolej, Alman Lisesi, Galatasaray, İstanbul Erkek Lisesi ve diğer önde koşan kuruluşlar her gencin hayalini süslüyor. Kimisinin önünde maliyet engeli var, kimisi maliyeti karşılasa dahi sınavı aşamıyor. Öte yandan herhangi bir Anadolu Lisesi, kendisine öğrencisine vakfetmiş bir matematik veya Türkçe, tarih öğretmeninin rehberliği ile en iyi üniversitelere kabul edilebiliyor.

Durum yurt dışında farklı değil. ABD’de ünlü IVY lig okulları başarılı eğitim tarihiyle büyük bir kitlenin hedefinde. [1]Çocukları için en iyiyi isteyenler için ulaşılması gereken kurumlar arasında Harvard, Yale, Stanford, MIT, Princeton, Brown, Chicago, Carnegie Mellon var. Bu konuları daha ince araştıran veliler, okul markasından çok, çocuklarının eğitim almak istedikleri konunun hangi kurumda daha iyi bir şekilde işlendiğini inceliyorlar. Her konu, her üniversitede aynı yoğunlukla ele alınmıyor.

Keşke imkân olsa!

İngiltere’yi hayal edenler için Cambridge ve Oxford bambaşka bir dünya ifade ediyor. Dün Alain de Botton’u bir yerde dinlerken baktım, Londra’da Harrow’dan sonra Oxford’da tarih okumuş.[2] Bu bambaşka bir eğitim tercihi. Bu ve benzeri okullarda üniversitede, tarih, teoloji, Latince, İngilizce gibi temel konular çalışılır. Kişi bu konulara olan ilgisi ölçüsünde uzmanlaşır.

Buna yakın bir modeli rahmetli Tosun Terzioğlu Sabancı Üniversitesi’nde başlattı, aynı şekilde devam ediyor mu bilmiyorum. Bir başka benzer uygulama ABD’deki “liberal arts” eğitimidir. Söylemeye çalıştığım, öğrenci ve velisinin, danışmanının adayın hangi konularla ilgili, hangi konulara yatkın olduğunu inceledikten sonra, bu konuların en yoğun ele alındığı eğitim kurumunu araştırması gerektiğidir. Bunun Harvard, MIT gibi en üstteki kurumlardan biri değil, gözden kaçan bir başka kurum olması mümkündür. Çünkü o konuyu çalışan hoca o kurumun bünyesindedir veya o kurumda konuyla ilgili önemli bir proje yürütülmektedir.

Bu modelin ülkemiz gibi üniversiteye girişin öğrenci tercihleri üzerinden değil, testlerde alınan puan üzerinden olduğu ülkelerde uygulanması mümkün değildir. Çünkü testlerde şans faktörü önemlidir.

Eşitsizlik her yerde

Amerika'da 1950’lere kadar WASP (white anglosakson protestant) aristokrasisi olarak adlandırılan bir seçkin grubu belli üniversitelere girişte etkiliydi. Böyle üniversitelerin kendilerini sürdürecek mali gücü yoktur, üniversiteyi sürdürmek üzere kurulan vakıfların desteğiyle ayakta kalır.

1933-53 yıllardı arasında Harvard Üniversitesi başkanı olan James Conant, kan bağına, servete dayalı öğrenci kabul sistemi yerine beyin gücüne dayanan bir sistem yerleştirdi. Hala bir cumhurbaşkanının, başbakanının, önemli şirket sahibinin itibarı ve mali gücü ailenin çocuklarının öğrenci olarak kabul edilmesini sağlayabilir. J. Conant bu alandaki “endüstri feodalizimi”ni kaldırdı. J. Conant’ın ifadesiyle başarılı yüksek eğitimin yarısı doğru seçim, değerlendirmedir.

New York Times ve Wall Street Journal yarıdan fazlası 34 “ünlü” okulların birinden mezun olmuş. Hukukçulara, siyasetçilere, iş adamlarına, sanatçılara bakıldığında bunların yüzde 54’ü aynı okullarda okumuş. Bu tablonun yaşama nasıl yansıdığına bakıldığında, son 30 yılda W. Clinton’dan başlayarak siyasi kadroların ve ona paralel olarak yönetimin gençleştiği, iktidarın WASP’lardan daha orta halli kitlelere geçtiği görülüyor.

Türkiye’de eğitim sorunu fevkalade sıkıntılı. Bugün geldiğimiz noktada çocukları 4+4+4 yanında, giriş testlerine hazırlayarak ne yapmaya çalışıyoruz? Çocuğundan uzaklaşmayı kabul eden aileler imkanları varsa ABD ve Kanada’yı, yoksa Avrupa’yı tercih ediyor. Böylece çocuklarını giderek belirsizlik derecesi artan gelecekten kurtarıyorlar.

Bu da maalesef demokrasi gibi, daha doğrusu bulununcaya kadar sürdürülecek bir modeldir. Ülkemizde bu bugün sınırlı sayıda kurum tarafından yeterli kalitede karşılanmaktadır. Yoksa her şehirde, her mahallede, apartman katlarında üniversite açmak işi ticarete çevirmek ve kendi kendimizi kandırmaktır.

Fransa, Almanya, Hollanda

Daha doğrusu ise üniversite eğitiminin Almanya, Fransa, Hollanda ve başka Avrupa ülkelerinde olduğu gibi kamu tarafından karşılanmasıdır. Özel üniversiteler her yerde olabilir, ama böyle bir imkân olduğunda onlar da kamu üniversiteleriyle rekabet etmek zorunda kalacaktır.

Bir yangın var, milyonlarca çocuğumuzu, gencimizi eğitmek zorundayız. Eğitimi üretimden, yatırımdan ayrı düşünmek mümkün değil. Yetişen doktorlar, mühendisler, teknisyenler, ülkenin endüstrilerinde çalışacak. O zaman, önümüzdeki 20 yıl ülkede hangi endüstriler gelişecek sorusunu sormamız gerekmez mi? Geçen 20 yıla baktığımda betondan başka bir şey göremiyorum.

Endüstri-eğitim

Bugün bir genç gelip sorsa: “bu yaşa geldin, çeşitli alanlarda koştun, benim yerimde olsan ne dersin?” dese, gerçekten ne söyleyebilirim? Dünya değişiyor, teknoloji değişiyor, tercihler gelişiyor, ben ne yapıyorum? Ne önermeliyim ki, o genç on yıl sonra doğru yola girmiş olsun?

Ülkemiz bütün faaliyet alanlarında tüm dünya ile entegre olmuş durumda. Kimi yabancı saç diktirmeye, kimi göz ameliyatı, kimi daha radikal cerrahi müdahaleler için geliyor. Mühendislerimiz kimi yerde bina, kimi yerde elektrik santralı, kimi yerde baraj yapıyor. SIHA’lar, Onuk-Sazan, teknolojinin ileri saflarında kendi yağıyla kavrulan, gölge etmeden başka ihsan istemeyen sanayilerimiz ilerlemeye devam ediyor.

Bunların herhangi biri AB sınırları içinde veya ABD’de olsaydı, kuşkusuz sınırsız araştırma fonuna boğulurdu. Yakinen bildiğim bir şirket teknik ekiplerini bizzat kendisi yetiştiriyor. Türkiye’de Ekber Onuk’un oğlu Kaan’la başlattığı Sazan Onuk sürat teknesi, savunma teknesi ve sürat aracı bu yönde bir başka Tuzla şirketinin uzmanlık alanı.

Otomobil imalatı artık önemsiz, birçok marka burada. Bunların arasında “babayiğit” TOGG ne yapar, bilemem, bildiğim kendisini yenileyen, hafif malzeme işlemeye hazır yerli yan sanayici her zaman Avrupa’nın tedarikçisi olacaktır. O olmazsa, BYD, Cherry, Toyota kendi tedarikçisini montaj hattının yanına getirecektir. Dünyada otomotiv endüstrisi uzun yıllardır bekleyen konsolidasyonun kapısında.

Çin endüstrisi Türkiye için maliyet rekabeti değil, tedarik zinciri bakımından önemlidir. Oradan yapılan tedarikle burada modül üretilip, ya nihai ürüne monte edilerek veya daha büyük parça şeklinde Almanya, Fransa veya İngiltere’ye ihraç edilmektedir. Esasen Çin’de rekabet mekanizması mikro üreticiler tarafından değil, Çin Komünist Partisi ve onun işletmelerdeki komiserleri tarafından belirlenmektedir.

Rekabetin artık nihai ürün fiyatı itibariyle değil, değer zinciri yönetimi, tedarik verimliliği üzerinden olduğunu hatırlamak gerekiyor. Çin için Türkiye nihai ürünler itibariyle belki yüzde 5’i Avrupa, kalanı kendi düzeyinde bir pazar. Ara malları, yani tedarik endüstrileri bakımından ise Çin olmazsa olmaz bir tedarikçi. Üstelik yalnız yüksek kaliteli elektronik girdiler, çipler için değil, kapı menteşesinden, ayakkabı astarına kadar pek çok girdi için bu böyle. Üstelik bu durum ülkemizin zafiyetini göstermiyor, bugün birçok ülkenin değer zincirleri birbirine bağlıdır.

Çin, Türkiye pazarını kaybetmeyi göze alır mı? Elbette her pazar önemlidir, örneğin önemli yatırım yapmakta olduğu otomobil ve ticari araç pazarını yitirmek istemez. Çin’in hangi koşulda bu yola başvuracağı, karşı tedbir alacağı, Türkiye’nin ayağına ne kadar fazla basabileceğine bağlıdır. Çevremiz de ülke içi de toz duman olduğu için böyle bir ihtimal görünmemektedir.

Yazımı siyaset kadroları liyakati konusunun altını çizerek bitireceğim. Her fırsatta 1980’den beri giderek çözülen, kararan bir siyaset ikliminde ilerlediğimizi tekrarlıyoruz.

Siyaset ikliminin ağarması, bunu kotarabilecek kültüre, eğitime sahip siyasetçilerin görev almasıyla mümkündür. Meydanlarda, ekranlarda gördüklerimiz, bunu sağlayabilecek siyaset IQ’sundan ve onun destekleyeceği dünya felsefesinden hayli uzaktır. Bu IQ ise belirli hukuk, adalet ve ahlak ortamlarında yeşerir.


[1] Brooks, David, How the Ivy League Broke America, The Atlantic, Nov.2024

[2] Alain de Botton, felsefe, mutluluk, statü kaygısı gibi çeşitli konularda yazan ve konuşan bir İngiliz aydınıdır.

Ahmet Çelik Kurtoğlu kimdir?

Ahmet Çelik Kurtoğlu, 1942'de Ankara'da doğdu. 1965 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu.

Akademik kariyerini 1982 yılına kadar aynı kurumda sürdürdü, Cambridge Üniversitesi'nde lisansüstü derecesi aldı. 1972-74 yılları arasında Yale Üniversitesi'nde doktora sonrası çalışmaları yaparken teknolojik gelişme ve endojen büyüme teorisi üzerinde yoğunlaştı, 1997-2006 yılları arası Galatasaray Üniversitesi'nde ders verdi.

T.C. Dışişleri Bakanlığı'nın görevlendirmesiyle 1978-82 yılları arasında B .M. UNCTAD "Teknoloji Transferi Davranış Kodu" müzakerelerinde T.C. delegesi olarak yer aldı.

1983-86 yıllarında arasında İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) Kalkınma Merkezi'nde araştırma yöneticisi olarak görev yaptı. Türkiye ve beş Asya ülkesinde Müşavir Mühendislik sektörü üzerinde yaptığı çalışma OECD tarafından yayınlandı.

1987 yılında Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) kurucu direktörü olan Kurtoğlu, 1992 yılından itibaren Karadeniz Ekonomik İşbirliği İş Konseyleri Genel Sekreteri, daha sonra 2008 yılına kadar DEİK Yönetim Kurulu ve İcra kurulu üyesi olarak görev yaptı. DEİK pek çok Türk şirketin uluslararası işbirliği kurması sürecinde yardımcı oldu.

Prof. Dr. Kurtoğlu, yurtdışındaki faaliyetini 1994-2006 yılları arasında European Roundtable of Industrialists (ERT) adlı kurumda danışman olarak sürdürdü. ERT en büyük 50 Avrupa sanayi şirketi başkanları tarafından, AB Komisyonuna politika tavsiyesi yapmak üzere kurulmuştur. Politika tavsiyesi danışmanların oluşturduğu çalışma gruplarında geliştirilmektedir.

1999 yılında Kurdoğlu Danışmanlık A.Ş.'ni, 2003 yılında "İyişirket Danışmanlık A.Ş."yi kurdu ve strateji, şirket değerlemesi ve satış müzakeleri, iş geliştirme ve finansman, kurumsal yönetim (governance) konularında danışmanlık hizmeti verdi.

2001 yılında TMSF "9 Banka Yönetim Kurulu Üyesi" olarak, 2002-2007 yıllarında arasında Tekfenbank Yönetim Kurulu, 2012-2019 yılları arasında Tekfen Holding A.Ş. Bağımsız Yönetim Kurulu Üyesi olarak görev yaptı.

2007-2008 döneminde TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı oldu

A. Çelik Kurtoğlu teknoloji ve uluslararası ekonomik ilişkiler konularında yayın yapmıştır. Son çalışması olan "Değer Zincirinin Evrimi", Aralık 2022'de Efil Yayınevi tarafından yayınlanmıştır.

Yazarın Diğer Yazıları

Renkli yıllar

Uzun yıllardır ülkede ekonomiden güvenliğe, fiyatlardan çevreye, imardan sağlık ve eğitime kadar her şeyin “kötü koktuğunu” bağırıyoruz. Ne yazık ki, bu kokuyu kozmetik ürünlerle örtmek de mümkün değil

Ne alırsan 200 TL, Arjantin

Karma ekonomi, kamu ile özel sermayenin, iki farklı mülkiyet sisteminin birlikte faaliyette bulunduğu yönetim modelleridir. Burada temel kural ahbap-çavuş ilişkilerinin önlenmesidir. Bunun yegâne yolu, doğru yönetim ilkesinin titizlikle uygulanmasıdır

Kim kimin peşinde, kimin arkasında kim var?

Strateji oluşumunu bilardo oyununa benzetirler ama jeostrateji dediğimiz zaman satranç devreye girer. Bunların bazıları ağırlıkla ülke içinde belirlenirken, diğerleri küresel gelişmelerden etkileniyor. Yeni Dışişleri Bakanı ve otoritenin tepesinden gelen MİT Başkanı daha saygıdeğer strateji oluşturabilirler mi?

"
"