Türkiye seyahatim başlamadan Royal Academy'nin her sene düzenlediği Summer Exhibition'ını kaçırmak istemedim. Metro grevleri falan dinlemeden attım kendimi sokaklara ve sabahın ilk saatlerinde kendimi Royal Academy'nin önünde buldum.
Keyif yapmadan olmaz; önce galerinin şahane avlusunda bir kahve içip etrafı izledim. Bayılırım sağı solu izlemeye; kimler gelmiş, ne giymişler… Buraların ziyaretçisini izlemek de ayrı bir keyiftir. Hepsi birbirinden tarz insanlar. Her milletten insan burada.
Sergi alanına girdim ama katalog almayı unutmuşum. Hemen dışarı çıkıp, 3.5 pound verip bir katalog kaptım, böylece salonların temalarını, küratörler ve sanatçılar hakkında bilgi sahibi olabilecektim.
Aynı zamanda eserlerin çoğu satılık olduğu icin beğendiklerimin fiyatlarını da görmem mümkün olacaktı.
Bu senenin sergi temasi "climate" (iklim) idi. Sergi koordinatörlüğünü Alison Wilding yapmış. Tüm sanatçılar bu sergi için iklim temasını eserlerinde işlemiş. Kimisi temayı pozitif, kimisi negatif açıdan ele alarak eserlerini üretmiş.
Royal Academy'nin sanatçılarından arkadaşım Stephen Chambers'ın sergi için hazırladığı ağaçların önünde durup biraz izledikten sonra kendisine mesaj attım.
"Bayıldım bu işlere, gerçekten çok etkileyici." dedim. Agac çizmeyi sevdiğini biliyordum. Ama bunlar çok farklıydı. Galiba mesajım onu da mutlu etti. Zira yanımdaki arkadaşım da eserleri beğenip ikisini satın aldı.
Ağaçlar Stephen için uzun ömürlülüğün ve doğanın, aynı zamanda savunmasızlığın sembolüydü.
Şimdi bu İklim konseptiyle de o kadar güzel bir araya getirmiş ki yaptığı işleri. Taş baskı tekniğiyle altın kullanarak yaptığı işlerini daha iyi anlayabilmek için kendisine sordum: Neden altın kullandın?
"Altın bir renk değil. Işığı yakaladığımda görünmez olur, ben bu yansımayı seviyorum. Dikkatle bak: her bir ağacın altında çizgiler var, onları güneşin ışığını kullanarak büyüteçle yakarak yaptım. Yanmış çizgi, nesli tükenmekte olan bir ortamı simgeliyor." dedi.
İşlerin bana verdiği hisle sanatçının anlatımı arasındaki fark muazzam. Bazen sanatçıyı dinlemek çok hoşuma gidiyor bazen de eserleri kendi okuduğum şekliyle seviyorum. Hangisi doğru derseniz, pek çok galerici ve sanatçı mutlak bir doğrunun olmadığını, önemli olanın bir eserin kişide yarattığı duygu olduğunu söylüyorlar.
Benim için sanatçıyı tanımak ve dinlemek önemli ama bir eserin bende yarattığı duygu açıkçası daha önemli.
Sergiden çıkarken şu duygu ruhumu sarmıştı: Suçluluk. Yeteri kadar dikkatli miydim? Dünyaya zarar verenlerden biri de bendim. Hâlâ geri dönüşümlü olmayan plastik ambalajlı ürünleri satın alıyor olabilirdim. Daha dikkatli olmam lazım. Bu çöküşte eminim benim de payım var. Artık ne yediğime içtiğime, marka olarak neyi kullandığıma daha çok dikkat edeceğime söz vererek sergiden ayrıldım.
Şimdi size bahsedeceğim marka da bu duyarlılığı gösteren önemli bir İngiliz marka. Uzun süredir hem müşterileriyim hem de büyük hayranları:
'The Daylesford'
İngiltere'nin en başarılı organik tarımını yapan ve organik ürünler üreten markanın öyküsü bu.
Kurucusu Lady Carole Bamford. 76 yaşında ve OBE unvanlı bir iş kadını.
İngiltere'nin meşhur sanayici ailesi J.C. Bamford'ların oğlu Paul Bamford ile evlenmiş.
Tarım makineleri, traktör gibi sayısız tarım aleti üreten aile, organik tarıma inanan bir geçmişe sahip. Şirketlerinin 2021'deki net varlıkları 10 milyon dolar civarında. Paul Bamford muhafazakâr parti destekçisi. Seçim öncesinde yaptığı bağışlarla gündeme gelen önemli bir sanayici. House of Lords üyesi olduğu için de lakabında lordluk unvanı var. Brexit tartışmaları sırasında tüm çalışanlarına niye Avrupa Birliği'nden ayrılmalıyız diye mektup gönderip onların da desteğini istemesi ile kamuoyunun gündemine gelmiş bir işveren. Prens Charles ve Tony Blair'le yakınlığı ile de meşhur.
Bu politik altyapıdan sonra gelelim Leydi Carole Bamford'a. Ben kendisinin hayranıyım. Neden derseniz; sadece davetlerde boy gösteren, kendini influencer olma yoluna adamamış, parasını sosyal olaylara destek olup marka yaratmak için çalışan bir kadın. Her hafta düzenli olarak Londra'daki mağazalarına gelip çalışanlarıyla sohbet ederek bilgi almayı ihmal etmeyen bir iş kadını.
Geçen günlerde eve dönerken mağazaya uğrayıp bir şeyler almak istedim ama bir de ne göreyim, mağazanın vitrininde bir not. Panik oldum ne oldu şimdi diye. Meğer yıldönümleri nedeniyle bütün personel çiftliklerinde toplanıp, hep birlikte başarılarına ve yarattıkları markanın yeni yaşını kutlayacaklarmış. Vay be dedim, ne kadar güzel… Düşünsenize, o günün gelirinden fedakarlık ediyor ve tüm çalışanlarını toplayıp birlikte yeni yaşlarını kutluyorlar. Ben genelde çalışma hayatında bu kutlamalarda hep departmanlarda geride bırakılan çalışma arkadaşlarını görüp üzülmüşümdür. Şirketler aman müşteri kaçmasın diye çalışanlardan bazılarını feda eder.
Marka 2002'de kafe ve FarmHouse olarak hizmet vermeye başlıyor. Ben en çok Notting Hill'deki mağazaya gitmeyi severim. İçerisi pırıl pırıl, tertemizdir… Personel çok mutlu, eğitimli ve bilgilidir. Etleri, yumurtaları, sütleri… Her şey çok lezzetli. Tabii Tesco, Sainsbury's gibi süpermarketlere kıyasla daha pahalı. Ama benim gibi az ve kaliteli yemeye özen gösterenler için ideal bir yer. Sebzenin nereden geldiğini bilmek, üstünde tarım ilacı var mı endişesi taşımamak önemli benim için.
Bir de Carol Bamford'ın ev tekstil ürünleri var. Onlara da bayılıyorum. Mutfak aletlerinin her biri bir tasarım ürünü. Esas çiftliklerinin olduğu Gloucestershire'da çok hoş bir çiftlik evleri var. Cotswolds'daki amiral mağazalarında ise hem öğlen ve akşam yemeği servisi hem de spa mevcut. Ama mutlaka rezervasyon gerekiyor.
Birbirinden güzel kurslar da var. Güzel masa süsleme kurslarının yanı sıra bahçe düzenlemesi, çiçek dizayn kursları gibi kurslar var. Aynı zamanda yemek pişirme kursları da harika. Yaşam şekilleri ile işlerini bir araya getirmiş aile aslında gelecek için doğaya sahip çıkmanın ne kadar önemli olduğunu her seferinde vurguluyor. İyi tarımın öneminin altını çiziyor. Daha çok tüketmek değil, daha doğal ve tabiata saygılı bir tüketimin ve üretimin elçiliğini yapıyor.
Londra'ya yolunuz düşerse mutlaka bir gün uğramanızı tavsiye ederim. Bir gün belki bizim ailelerden biri de iyi tarımı sahiplenir, ülkemizin tohumunu koruyup kaliteli tarım yapmayı ister ve böyle güzel bir markayı güzel ülkemize kazandırır. Her şeyi mevsiminde yiyebildiğimiz, lezzetini kaybetmemiş, kimyevi gübrelerden uzak tarım yapıp marka çıkarabilecek ve bu ürettiği ürünleri global arenada satabilecek sermaye sahiplerinin olması dileğiyle…
Kalın sağlıcakla.