Kısa süre önce Bodrum’a gider gibi yola çıktım, tek farkı iç hatlar yerine dış hatlara yönelmek oldu. Meğer ne kadar yakınmış.
Son yıllarda etrafımda pek çok arkadaşım ya oturum almak için ya da kira getirileri daha yüksek diye Atina’ya yatırım yapıyor. Onlardan duya duya galiba içime bir merak düştü.
Kısa bir tatil yapmak için de iyi bir fikir olabilirdi. Hoş Atina için kısa sayılmayacak bir yedi günü orada geçirivermişim. Bazı arkadaşlarım arayıp “Artık dön, ne buldun orada, anladık hoşuna gitti fakat oraya en fazla üç dört gün yeter!” diye serzenişte bile bulundular.
Oysa ben şehri çok sevmiştim, daha da kalasım vardı doğrusu…
Ankaralı biri için Atina pek başkent gibi değil de daha çok sayfiye yeri gibi geldi bana. Biraz İzmir, biraz çocukluğumda güzel anılarımın olduğu İstanbul gibi…
Karizması olan bir şehirmiş Atina.
Bazen anneme “Yunan Adaları’ndan bir ev mi alsam?” diye sohbet arasında takılırım. O da hemen koltuğundan kızarak kalkar ve “Artık şu dünyayı almadan da gezebileceğini anlasan” diye homurdanır. Sonra “Al da Yunanlar kessin seni ilk savaşta” diyerek kıkırdar… Ah annem ya…
Oysa Yunanların şu anda para kazanmaktan başka hiçbir derdi yok. Para her şeyi satın alıyor. Buraya gelen, yatırım yapan Türkleri Atinalılar pek bir sevmiş. İstanbul’a Konstantinopolis bile demiyorlar artık…
Ah o sihirli kağıt parçası… Nasıl da girdiği her ortamı sıcacık ısıtabiliyor…
Neyse, ben döneyim gezi kısmına.
Benim gibi sonradan “bir Atina yapayım” diyenlere üç-beş faydam olsun, öyle değil mi?
Seyahate başlamadan önce bir iki YouTuber’ın videosunu izledim, Condé Nast yazarlarının önerilerini okudum. Genel hatlarıyla Atina’yı hem haritada hem de kafamda yerleştirdim.
Her yer yürüme mesafesiydi. “Araca ihtiyacımız olmayacak, ne güzel” diye düşündüm.
Uçaktan inince, havaalanında uzun bir kuyrukla karşılaştık. İlk karşılaşma biraz yorucu oldu. Kuyrukta 45 dakika bekledik.
Neyse sonrası su gibi aktı…
Turist information bankosundan gerekli bilgiler alındı. Hemen taksiye atlayıp şehre gitmedim tabii. Otobüs ve metroyu sordum, yaklaşık 45 dakika ile 1 saat arasında şehre ulaşabilirmişiz. Devir ekonomi devri diyerek otobüse bindim.
Otobüsle şehre gitmek çok kolaymış, gözünüz korkmasın. Şehri izleye izleye son durakta indik. Burası bir meydandı, adı SYNTAGMA meydanı.
Günlerden pazardı; insanlar tam bir tatil mutluluğu içindeydi.
Hafif ısıran rüzgârın güneşle az da olsa buluştuğu bu meydandan kalabalıkların içine yürüyerek Kolonaki’deki otelimize ulaştık. Otelin yeri mükemmeldi. Hotel Lozenge adını sanki Fransızca telaffuz edilir gibi söyledi resepsiyondaki kızlar. Anlamını sordum, elmas şekli demekmiş.
Otelin dış cephesini başka bir malzemeyle giydirmişler. Sanırım bu estetik olarak Atina mimarlarının sevdiği bir şey, bizim otelin dışında birkaç yerde daha aynı kaplamaları gördüm, dışardan otel çok modern görünüyordu. Fakat otelimizin iç kısmı aynı şıklıkta değildi. Hatta çok sıkıcı bir dekorasyonu vardı.
Her şey yeteri kadar konulmuş. Ne eksik ne fazla. Yataklar konforlu, tertemiz.
Ama etrafta bir tane bile tablo, ortamı birazcık sempatik hale getirebilecekleri dokunuş yoktu. Fakat hizmet kalitesi gayet iyiydi.
Genelde Atina’da çalışanların hepsi çok genç. Ben konfor ve özelliği olan butik otellerde kalmayı severim ama seyahatlerde çok pahalı konaklama yapmayı da istemem.
Daha eli ayağı düzgün şehir otelleri seçip gezi süresince iyi yemek ve müze, konser görmeye ve paramı bunlara harcamak isterim.
Yatak kalitesi iyi, temiz ve sessiz bir otel bana yeter. Ha bir de güler yüzlü servis…
İşte bizim otel de böyleydi. Otel sahibini bulup tebrik etmek istedim. Ama hiç ortalarda yoktu. Çalışan ekip genç ve çok çalışkandı. O sevimsiz iç dekorasyonu olan oteli, varlıklarıyla nasıl da güzelleştirmeyi başarıyorlardı. Güzel ekip ruhu her zaman müşteriye yansıyor.
Otel sahiplerinin bir numaralı önceliği bence ekip olmalı. Bu yüzden yıllardan beri hala hepimiz usanmadan her yaz Hillside’a gidiyoruz. Hala Türk hava yolları bizim için en iyi havayolu. Her ikisinde de hizmet veren ekip çok iyi.
Bir oteli, içindeki mobilyaları ve binası dışında değerli kılan esas şey orada çalışan ekip ve onların enerjisinden başka bir şey değil. Esas bize kendimize iyi hissettiren o.
O minicik otelin mini barına her gün ikram olarak su, kola, meyve suyu bırakılıyordu. Bunu beş yıldızlı otellerin çoğu yapmıyor bile.
Pazar gecesi "Yoldan geldim, yorgunum” demeden Yunanların meşhur sanatçısı Antonis Remos‘u dinlemeye gittim. Ha daha önce Remos‘u dinliyor muydum? Tabii hayır ama arkadaşlarım “Mutlaka bir tavernaya git, gece hayatı nasıl bir gör” dediler ben de ödevimi yaptım.
Araya Yunan arkadaşım Akis’in torpilini de koyup yer bulduk ve pazar gecesini eğlenceli bir ortamda gözlem yaparak geçirdim.
Kulübün adı NOX. Gece önden bir iki grup, bir de Eleni Fureira adlı gençlerin bayıldığı bir kadın sanatçı çıktı. Adeta bir Beyoncé tarzı ve şovu vardı sahnede. Çığlıklar içinde salon onu seyretti ama ne zamanki Remos çıktı, orada o en cool takılan gençlere bir haller oldu; sanki bizdeki Tarkan konseri bir anda Kayahan konserine dönüştü.
Daha lokal danslar başladı. Kadınlar, erkekler hafif sirtaki dans figürleri ile salınıp kendilerinden geçtiler. Gece 11’de girip sabah 3.30’da çıktığımız gece kulübü bizim için güzel bir başlangıç oldu.
Pazartesi günümüz şehri keşfetmekle ve biraz da ne nerede rotasyon günü oldu.
İlk önce şehrin eski ve en güzel semti Plaka’ya gittik. Burası her ne kadar turistik gibi olsa da hâlâ lokallerin de sevdiği bir yer. Ben de gerçekten çok sevdim. Binalar şahane. Sokaklar cıvıl cıvıl.
Mutlaka gidin diyeceğim bir lokanta öneriyorum şimdi: PSARAS Tavern. Kabak dolmasını bizden farklı bir şekilde, limon suyuyla terbiye etmişler, denemeye değer… Ayrıca deniz kestaneli linguini için kanatlanıp gitmeye hazırım şu an.
Hava biraz esintili olsa da dışarda oturmak istedim. Meydanda oturup şahane binaları izleyerek en güzel yemeği yemenin mutluluğu içinde, gideceğim diğer lokantaları düşündüm… İlk restoran bu kadar nokta atışı olduysa bir haftada acaba kaç kilo alırım diye düşünüp korktum… Sonra da “aman boş ver şimdi, burada biraz fazla yürür, Londra’da da dikkat edersin” dedim kendi kendime.
İkinci ve üçüncü günler müze ve tarihi yerleri gezdim. Galerilerden çok etkilendiğimi söyleyemeyeceğim. İstanbul çok fark atmış bu konuda…
Akropolis‘e gittim, mutlaka gidin, çok çok etkileyici. Üst kattaki kafesi şahane. Muhteşem bir manzarası var.
Benaki Museum’a gittim, EMST (National Museum of Contemporary Art) biraz hayal kırıklığı oldu, içerdeki işleri pek anlamadım sanırım. Bir iki Türk sanatçının video artı da vardı.
MOMus Museum enteresandı. Bina çok çarpıcı, özellikle çatı katına koydukları heykelleri sevdim. Üst kattan şehir manzarası çok güzel…
Zoumboulakis Galleries de görülebilir. Enterasan da bir mağazası vardı.
Atina sokakları bir kere İstanbul’dan daha temiz. Çöplerin yanından geçerken hiç koku yok. Demek ki şehre iyi bakıyorlar. Özellikle Kolonaki pırıl pırıl, bizim Maçka, Nişantaşı gibi bir yer.
Ama bir Maçkalı olarak ben belediyenin verdiği hizmetten hiç memnun değildim. Umarım yeni başkan bu konuya öncelik verir. Şehrin güya en zengin semtlerinden, her yer kedi köpek pisliği içinde, çöpler kokuyor. Nusret‘in binasının önü dışında her yer pis. Ne oldu canım Nişantaşı’na anlayamıyorum. Burası şehrin en nezih yeriydi. Rumeli Caddesi ve arka taraf zaten anlamadığım bir tekstilci istilasında, şimdi en güzel yerler Teşivikye’ye doğru kaymış ama etraf pis ve bakımsız.
Atina’da arka sokakları da çokça gezdim, özellikle Psirri’de, Monastraki’de, Exarchia’da her yer temiz.
Oralarda da şehrin içinde lokantalar, kafeler var ama bakımlı hepsi. Ayrıca esnafta her yere çiçek, ağaç dikmek gibi bir kültür var.
Binaların balkonlarını bahçe gibi kullanmışlar, teraslar baya ormana dönmüş.
Şehirde en çok dikkatimi çeken, New York, Londra gibi açılan kafe çılgınlığı… Hepsi çok tarz ve çok genç yerler.
Bir de Monastraki’de ve Thissio’da antikacı ve eski eşyaların satıldığı bir yer var. Meraklıysanız oralara da uğrayabilirsiniz.
Bir akşam otele dönerken, kaldığımız otele yakın bir yerde bir kalabalık gördük. Kırmızı halılar serilmiş, kapıdaki ellerindeki kokteyllerde dikilen gençlere sordum ne oluyor burada diye… Otelin 156. yılı kutlaması varmış, “Siz de girsenize” dedi ama ben “Biz davetli değiliz” deyince de “Ne fark eder, iki güzel kadın görür otel” diyerek bizi içeri çekti…
Sonra ben bütün oteli gezip ilk sahibiyle bile tanıştım.
Şahane büfeler kurulmuş, canlı müzikler vs… Biraz etrafı izledikten sonra otelden çıktım.
Yunanlar genel olarak çok bakımlılar, özellikle erkeklerinin şıklığı çok dikkat çekiciydi. Ayakkabıları sanki ilk defa giyiliyormuşcasına temiz ve bakımlıydı.
Yunan erkekleri de kadınlarından daha güzeller. Bize göre sanki biraz daha esmerler, boyları da çok uzun değil. Ama hepsi kibar ve İngilizce konuşuyorlar.
Havanın ilk güzel olduğu günde kendimizi plaja attık. Astir Beach yeni yeni açılmaya çalışıyordu. Ama güneş ve şahane tostlar bize yetti de arttı bile.
Sonra akşam yemeği için meşhur Four Seasons Otel’e gittik. Bizim otellerdeki hizmet ve kalite Atina’dakinden fersah fersah üstün.
Ama yediğimiz etleri unutmak imkansız. Eti çok iyi pişiriyorlar. Hatta çoğu yerde limonla servis ediyorlar.
Şimdilik Atina ile izlenimlerim bu kadar. Tekrar gitme isteğim baki, özellikle İstanbul fiyatlarıyla karşılaştırınca çok daha uygun bir tatil destinasyonu.
Yemekler şahane, servis gayet iyi ve candan… Bir gezgin daha ne ister. Vale for money!
Kalın sağlıcakla…
Kafe önerilerim:
-Clemente. (buraya çok gittim) Konum ve lezzet çok iyi.
-Amygdalo shop kafe. Kahveler şahane, yanına aldığınız tatlılar da doğal ve şekersiz.
-Warehouse
Bar önerilerim:
-Bar Zurbaran. Lucca gibi bir yer, ayni grup Mykonos’ta da beach işletiyor. Guzel ama benim çok tarzım bir yer değildi.
-Brettos Bar. Tatlı, sevimli bir bar. Renkli şişeler var dekorasyon olarak etrafta
-Kowalski. Eğer DJ’li bir gece yakalayabilirseniz muazzam.
Restoran çok tabii…
-Psarras. Şahane bir yer. Çok şık bir aile lokantası
-Thespis. İki kere yemek yedim, çok çok tavsiye ederim.
-Papadakis Restaurant. Burası Kolonaki’de. Şahane, iki defa da buraya gittim, balıklar, makarna süper
-Atitamos. Çok lokal bir restoran. Fiyatlat çok uygun. Balıkları şahane.