26 Kasım 2023
Bir kıyafetin tasarım ve kitlesel üretim aşamasından satışa sunulmasına kadar geçmesi gereken süre anlamındaki hızlı moda hedefi, 90’ların başında iki hafta olarak konmuştu. Zor bir hedefti. Halen de zor bir hedeftir. Yıllar içinde gitgide hızlanmalarına karşın, örneğin, H&M ve Zara gibi küresel hızlı moda devleri için bile bu günümüzde yaklaşık dört haftadır.
Üretimin çoğunun Asya’ya kaydırılmış olduğu koşullarda hızlı moda “yeterince” hızlı değildir. Ve “ultra hızlı moda” tarafından, geride bırakılır. Ultra hızlı moda şirketi Boohoo, örneğin, tasarım-satış sürecini iki haftaya düşürür. Ama rakibi başka bir ultra hızlı modacı Missguided bunu da beğenmez. “İki hafta çok uzun” der. Ve bir haftayı amaçlar.
Ultra hızlı moda şirketleri, fiziksel mağazaları bulunmayan online şirketlerdir. İnternet teknolojisine yaslanırlar. Ve yeni trendlere çok hızlı -anında- karşılık verirler. Sloganları, hızlarına uygundur: "See Now, Buy Now” Tıpkı üreticiler gibi tüketiciler de “ultra” hızlı olmalıdır. Düşünmek vakit kaybıdır. Zira, görmek ve -satın- almak, artık bir ve aynı şeydir.
Önceki üç yazıda farklı yönleriyle ele alınan hızlı moda endüstrisi, hatırlanacağı üzere hız ve ucuzluk üzerine kuruluydu. Hız ve ucuzluk baskısı ise üretimin taşeron zincirleri eliyle zaman içinde çoğunlukla Asya ülkelerine kaydırılmasına neden olmuştu.
Asya’daki işçiler “hızlı” ve “ucuz”dur. Geçinemeyecekleri kadar düşük bir ücret ve yorgunluktan uyuklamayıp, daha fazla parça dikebilmek için yüzlerine serpilen soğuk su karşılığında, hızlı moda için “ellerinden geleni” yapar.
Buna karşın, yeni nesil internet mağazaları için Uzak Doğu’dan ürün transferleri halen çok yavaştır. Siparişler için dört hafta beklemek, kabul edilemezdir. Hızlı modanın hızını sınırlayan, o halde, sadece üretimin kendisi değil fakat aynı zamanda nakliye ve lojistiktir. Ve hızlı moda ultra hızlı olabilmek için, bu ayak bağından kurtulmalıdır.
Bir Hollywood aktrisinin üzerinde ilk kez görülen özel tasarım bir kıyafet, öte yandan, sadece birkaç gün içinde internette ucuz taklitleriyle satışa çıkabildiğine göre demek ki hızlı moda bu yavaşlığa da bir çözüm bulmuştur. Ve çözümü ‘Biutiful’dur!
Uxbal’ın kendisi de esasında tıpkı göçmenler gibi sefalet içindedir. Bu yasadışı aracılıktan çok az para kazanır. Ama onun başka bir yeteneği daha vardır. Uxbal, yeni ölmüş kişilerle konuşabilir. Bazen cenazelere çağırılır. Ve ufak bir ücret karşılığında, ölünün yakınlarına iletmek istediği son mesajlarını aktarır. Dünyayla bir hesabı kalıp da “gidemeyenlerin”, neden gidemediklerini anlamaya çalışır. Ve gitmelerine yardımcı olur.
Ölen onlarca belgesiz Çinli’nin cesedi bir araca yüklenir. Ve kıyıdan 300 metre açıklarda bir yerde, gece yarısı denize atılır. Ertesi sabah, cesetleri kıyılara vurur. Açıklama hazırdır. Zaten, botları devrilen yasadışı göçmenler durmadan kıyılara vurmuyor mudur!
Ölülerle konuşabilen Uxbal’la, ilginçtir, arkadaşı Lili dahil ölen hiçbir Çinli konuşmaz. Çinli göçmenler sessizce “gitmişlerdir.” Kâğıt üzerinde yoklardır. Ve öldükten sonra bile, sanki haklarını savunacak hiç kimse yoktur. Zaten, “tek kullanımlıktırlar.” Kullanılmışlardır. Ve yerleri, başka göçmenlerce kolayca doldurulur.
'Biutiful’ bir filmden ibaret değildir. Filmi için araştırmalar yaparken, Iñárritu’nun, Barselona’daki Çinli bir mafya tarafından tehdit edilmesi de zaten bunu gösterir. Öte yandan, İspanya bir istisna değildir. Uzaklardan mal getirtme derdinden kurtulup, Avrupa ve Amerika’daki esas tüketicilerinin dizi dibinde üretim yapabilmek için ultra hızlı moda göçmen işçilerin ucuz emeğine bağımlıdır. Göçmen işçiler, genellikle ucuzdur. Belgesizleri, daha da ucuzdur. Ve yerli işçilere göre, hemen her zaman çok daha savunmasızdır.
Sadece Batı’da değil fakat tekstil üretimi yapan birçok ülkede, bu nedenle, göçmen emeği “önceliklidir".
Malezya, Tayland, Ürdün ve Mısır’ın hazır giyim endüstrileri, örneğin, komşu ülkelerden gelen göçmen işçilere bağımlıdır. Küresel düzeydeki rekabet güçleri de zaten bu ucuz emekten kaynaklanır. Dış göçten olduğu gibi iç göçten yararlanan Çin ve Hindistan gibi ülkeler de vardır. Zira, ülke içi bile olsa bir göçmen -neredeyse- daima daha ucuzdur.
Sektör ayrıca, savaşın vurduğu bölgelerden de faydalanır. Savaştan kaçan yüz binlerce Suriyeli, örneğin, Türkiye’deki hazır giyim atölyelerinde istihdam edilir. Küresel kuzeyin, üretimlerini emeğin ucuz olduğu bölgelere aktarması bir kuraldır. Fakat konumuz olan hızlı modanın ultra hızlılık gereği Avrupa, ABD ve Avustralya’daki birtakım hazır giyim fabrikalarının giderek daha fazla göçmen işçi istihdam ettiği bilinmektedir.
Amerika’daki hazır giyim işgücü, benzer şekilde, çoğunluğu Meksika ve Çin kökenli ve belgesiz göçmen kadınlardan oluşuyor. Kaliforniya ve New Jersey, en önemli iki merkez.
Satış noktalarına/müşterilerine yakın olan bu bölgelerde üretim yaptırarak, markalar ve perakendeciler, siparişlerini “ultra” hızlı bir şekilde teslim alabiliyor. Yanı sıra, emek sömürüsünün simgesi haline gelen Bangladeş, Çin veya Hindistan gibi Asya ülkelerinin kötü şöhretli sweatshop’ları yerine, ürünlerini “Made in USA” etiketleriyle pazarlayabiliyor. Bu etiketlerle pazarlanan giysilerin yüzde 80’inden fazlası Los Angeles’daki 46 bin işçi tarafından üretiliyor.
Çoğunluğu, göçmen kadınlar. Ve genellikle, Meksika ve Orta Amerika’dan geliyorlar. Çalışma koşulları, Asya’daki sweatshop’lar kadar kötü değil. Fakat oldukça kötü. Ücretler düşük. Çalışma şartları ağır. Genellikle İngilizce konuşamıyorlar. Ve ülkede, yasadışı olarak bulunuyorlar. Bu nedenle, hiçbir şeye itiraz edemiyorlar. İşverenlerin bir tercihi olarak, parça başı çalışıyorlar. Ve parça sayısını tutturabilmek için, aralıksız gecenin geç saatlerine kadar, günde 15-18 saat çalışıyorlar.
Parça başı aritmetiğinde, parça sayısı her şey demektir. Et demek, süt demek ve zaman demektir. Artık günler yoktur, parça sayısı vardır. Tıpkı Amerikalı yazar Abraham Cahan’ın bir romanında bir parça başı işçisinin ağzından yazdığı gibi, bir günün yirmi dört saatten oluştuğu, sadece bir laftan ibarettir. “Bir günde 12 kaban vardır… Dün aldığım 12 kabandan, halen dikilecek ikisi kalmıştır.” O halde, siz salı olduğuna bakmayın…“pazartesi hâlâ benimledir!"
Göçmen emeğinin en büyük talibi, kuşkusuz, hızla büyüyen ultra hızlı moda endüstrisidir. Küresel liderlerden Boohoo, PrettyLittle Thing ve Shein, örneğin, birleşik yıllık gelirlerini sadece üç yıl içinde 2 milyar dolardan 15,7 milyar dolara (2021) çıkarmışlardır. “Geleneksel” hızlı moda markalarına kıyasla, daha hızlı ve daha ucuzlardır. Hızlı moda devi H&M,örneğin, web sitesine (ABD) bu yıl 4414 yeni model eklemişken, Shein’inkiler 315 bini bulmuştur. Ve şu sıralarda, sadece İngiltere’de 5£’un altında tam 4029 ürünü bulunmaktadır.
Hızla değişen koleksiyonlar piyasaya sürülmeden önce hızla test edilip, potansiyel müşterilerden geri bildirimler alınmalıdır. Ve bu aşamadan sonra, ürünler mağazalara hızla ulaştırılmalıdır. Rakipleriyle ‘kim daha önce vitrine koyacak’ yarışındaki ultra hızlı modacılar bunun için fabrikalarını genel merkezlerine mümkün olduğunca yakın tutmak ister. Bu aynı zamanda nakliye masraflarının düşmesi anlamına gelir.
Sektörün bu eğilimleri, yakınlığı nedeniyle son dakika siparişlerine hızlı bir yanıt verebilen Türkiye’yi, Çin ve Bangladeş’ten sonra Avrupa’nın üçüncü büyük hazır giyim tedarikçisi konumuna getirmiştir. Tabii bu, sadece Avrupa’ya fiziksel yakınlıkla ilgili değildir. Zira Türkiye, savaşın vurduğu milyonlarca Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapan bir ülkedir. Ve Gaziantep’ten İstanbul’a, hazır giyim sweatshop’ları Suriyeli göçmenlerle doludur.
Daha hızlı ve daha ucuz ultra hızlı moda endüstrisi, tüketim tarafında satın alma, giyinme ve -çöpe- atma döngüsünü hızlandırır. Ama daha önemlisi, ucuz emek için en savunmasıza yönelir. Ve sonuçta, statüleri ev sahibi ülkelerce özellikle askıda tutulan kaçak/yasadışı göçmenlerin “tek kullanımlık emek”/“atık-insan” statüsünü pekiştirir.
Hızlı moda sektöründe Türkiye’nin küresel rekabet gücü, markaların değişken model ve hacim taleplerini esneklikle karşılayıp, hızlı teslimata olanak tanıyan ucuz ve esnek işgücü/kayıt dışı çalışma modeline dayanır. Büyük tedarikçilerdense daha küçük işletmelere taşeronluk verilmesi, esnekliği pekiştiren bir üretim modelidir. Sektördeki 52 bin şirketten yaklaşık 48 bininin, örneğin, 50’den az çalışanı vardır. Ve buralarda çalışan işçilerin yüzde 80’inin iş, sağlık ve mali düzenlemeler açısından kayıt dışı oldukları tahmin edilmektedir.
Sektördeki kayıt dışılık, göçmen emeği ile yakından ilişkilidir. Yakın geçmişe kadar Türkiye’deki hazır giyim sektörünü Azerbaycan, Afganistan ve Özbekistan gibi ülkelerden gelen göçmenler ayakta tutuyordu. Ancak Suriyelilerin gelişi yeni bir kayıt dışı istihdam dalgası yarattı. Sayıları artıp kalış süreleri uzadıkça Suriyeli mülteciler, anlaşılır bir şekilde, gelir elde etmenin yollarını aradı.
Tekstil ve hazır giyim sektörü, nitelik bakımından giriş engeli görece düşük bir sektördür. İşe başlamak için, önden fazla bir teknik bilgi/deneyim gerektirmez. Suriyeli mültecilerin ucuz işgücü, bu nedenle, sektöre hızla soğurulmuştur. “Türkiye’de yaşayan yaklaşık 3,5 milyon (resmi rakam) Suriyeli mültecinin 650 bin kadarının…” geçimini uluslararası markalar için kıyafet üreterek sağladığı tahmin edilir.
Türkiye’deki Suriyelilerin büyük çoğunluğu, ortalama 5 yıldan uzun bir süredir burada yaşıyor. Dahası, ilk dalga 12 yıl öncesine kadar gidiyor. Buna karşın, mültecilerin sadece küçük bir kısmı -91.500- çalışma iznine sahip. Halbuki, güvencesiz çalıştırılan göçmen/mülteci sayısı 2 milyona yaklaşmış.
Genelde, kaçak çalıştırılıyorlar. İş sözleşmelerinde yoklar. Sosyal güvenceleri yoktur. İşten kolayca çıkarılabilirler. İş imkânı kısıtlıdır. Zaten, çalışma hakları yoktur. İşlerini kaybetmemek için hiçbir koşulda çalışma şartları ve ücretlerden şikâyet edemezler. Ve ne istenirse onu yapacak, ne verirlerse onu alacak kadar savunmasızdırlar.
Yerli işçilerin koşulları da, elbette, yeterince kötüdür. Üstelik, göçmenlerin ucuz ve esnek kayıt dışı emeğiyle rekabet edemediklerinden, bir kısmı işlerinden olmuştur. Aynı sınıftaki yerli ve göçmen emeğinin birbirleri için birer tehdide dönüşmesi, sistemin bir mantığıdır. Çünkü işgücü için sektör, daima en savunmasıza yönelir. Bir seçim kampanyası olarak Suriyelileri ülkelerine geri göndermeyi vadeden politikacılara, örneğin, kimisi ekonomik açıdan karşı çıkıyordu.
Zira, ucuz işgücüyle Suriyeliler Türkiye’nin rekabet gücünü arttırıyordu. “Suriyeliler giderse…” Ekonomi çökerdi! Buna karşı “rahatlatıcı” bir argüman ise Gaziantep merkezli büyük bir sanayiciden geldi. “Suriyeliler giderse…” diyordu. Tıpkı eski zamanlarda olduğu gibi, yerlerine “doğudakiler-kastedilen Türkiye’nin doğusu- gelirdi.
Denklem açıktır. Sermaye daima en savunmasız emeğe yönelir. Mümkünse “belgesiz” yabancı göçmen, ama yoksa “doğulu” iç göçmen de olur!
Türkiye’deki Suriyeli işgücü içerisinde, 15 yaş ve altı çocuk işçiliği de yaygındır. Panorama’nın (BBC, 2016) saha araştırmasını da içeren bir belgeselinde, Suriyeli çocuk işçilerin İngiltere’nin High Street mağazaları için kıyafet diktikleri belgelenmiştir.
İstanbul’daki onlarca Suriyeli işçiyle görüşmeler yapan Panorama muhabiri Darragh MacIntyre bu görüşmeleri "Acınacak düzeydeki ücretlerden ve korkunç çalışma koşullarından bahsediyorlar” diye özetler. “Sömürüldüklerini biliyorlar. Ama bu konuda hiçbir şey yapamayacaklarını da biliyorlar”dır.
"Kullan-at”/“atık-insan” kaynağı olarak mülteci/göçmen sorunu, elbette, tekstil sektörüyle sınırlı değildir. Çalıştığı kaçak maden ocağında baygınlık geçiren, fakat hastaneye götürülmek yerine gizemli bir şekilde ölen/öldürülen Afgan madenci Vezir Mohammad Nourtani (50), örneğin, halen haberlerdedir. Olayın ortaya çıkmasından korkan ocak sahiplerinin yönlendirmesiyle, madencinin cesedi -o sırada henüz ölü olduğu da kesin değildir- bir arabanın bagajında ormana taşınır. Ve üzerine benzin dökülmek suretiyle, faili meçhul kişilerce yakılır.
“Belge” varlığın kanıtı değil, bir göstergesidir. Fakat tıpkı Marx’ın meta fetişizminde olduğu gibi bir noktadan sonra varlığın önüne geçer. Ve insanlar arası ilişkilerin yerini, belgeler arası ilişkiler alır. Belge yoksa, insan da yoktur. Daha doğrusu, varlığı kolayca inkâr edilebilir. Vezir Nourtani zaten “yoktur.” Bedeni de buna uygun olarak, yok edilmiştir!
Zamanında, ekonomik canlanmayı teşvik etmek için ve “onarmak/tamir ettirmektense yenisini almak” anlamında kullanılan bir slogandır. Şimdilerde, hızlı modanın tüketim ayağına olduğu gibi, tükettiği “tek kullanımlık” göçmen emeğine de uygundur. Ultra hızlı bir dünyada, sahi, emeğin yeniden üretimiyle kim uğraşır? “Suriyeli/Afganistanlı’nın başına bir şey gelirse…” “At at!” Yenisi vardır.
Sürdürülebilirlik soyut bir idealdir. Ama onu gerçekleştirmek için, kendisi de birbirini kovalayan üç okla betimlenen geri dönüşüm gibi somut yöntemler söz konusudur. Bu anlamda, sürdürülebilirlik geri dönüşüm demek değildir. Ne de tersi doğrudur. Zira, kıyafetlere dönüştürülen pet şişeler, ilkinde değilse ikincide, çöplüğe geri ‘kavuşur.’
Geri dönüşüm, atık kıyafetleri gözden uzak ülkelere ‘geri göndermekten’ ibarettir. Bir markanın geri alma planı kapsamında Londra’daki bir mağazasına bırakılan bir etek, örneğin, Mali’deki bir çöplükten çıkar
Cin içebilen yoksullar hangi cüretle zenginlere benzemeye çalışır; ‘zenginler’, kendilerini ‘yeni zenginler’den nasıl ayırır?
© Tüm hakları saklıdır.