01 Ekim 2023
…
Dik! Dik! Dik!
Açlık, yoksulluk ve pislik içinde
Bir kefen ve bir gömlek
Tek seferde çift iplikle
…
(Thomas Hood, Gömleğin Şarkısı, 1843)
Bir kıyafetin tasarım aşamasından, karmaşık tedarik zincirini tamamlayarak satışa sunulmasına kadar olan üretim süreci iki haftayı geçmemeli…
90'ların başında küresel ölçekteki dev bir perakendeci - Türkiye dahil çok sayıda ülkede şu anda her sosyoekonomik kesimin kolayca ulaşabileceği bir marka- New York'taki mağazasını bu misyonla açmıştı. Bu açılışta ilk kez kullanılan 'Hızlı moda' kavramı kısa süre sonra sonra ana akım haline geldi.
Geri dönüşümsüz atık üretme/atık sömürgeciliği kapasitesine değinilen bir önceki yazıda hızlı moda sektörünün hız, değişkenlik ve ucuzluk üzerine kurulu olduğundan bahsedilmişti.
Moda trendleri, hızlı moda defilelerinden çıkıp mağazaların raflarına hızla girmelidir. Durmadan yeni modeller tasarlanmalı, yeni modeller eskimeden kitlesel üretimleri tamamlanmalıdır. Ama her şeyden önemlisi, ürünler hızla satılacak kadar "ucuz" olmalıdır.
Elbette, ülkelere ve ülkelerin farklı ekonomik sınıflarına göre ucuzluk görelidir. Oysa burada bahsedilen, tekstil ürünlerinin tarihsel ucuzluğudur.
Örneğin gıda fiyatları 1980- 2019 aralığında 43 kat artmışken, tekstil ürünleri sadece 8 kat artmıştır. Bu da gıda fiyatları ile kıyaslamalı olarak tekstil ürünlerinin bu 40 yılda reelde 5,4 kat ucuzladığı anlamına gelir. Veya hızlı modanın yükselişe geçtiği 2000'lerin başına odaklanırsak, İngiltere ve Avrupa ülkelerinde 1996 yılındaki kıyafet fiyatlarının sadece 17 yıl içinde, yani 2013'te üçte birine kadar düştüğü görülür. Bugün birçok hızlı moda markasında sadece burger fiyatına çok sayıda ürün görmek mümkündür. 4 dolara gömlek, 7 dolara pantolon ve 11 dolara elbise bulunabilir.
Tarihsel olarak en ucuz günlerindedir. Ve ürünlerinin küresel piyasalardaki ucuzluğu yetmezmiş gibi, kendi hızına yetişemeyen hızlı moda, ürettiğinin önemli bir kısmını hiç satmadan çöpe atabilecek kadar da cömert/müsriftir. Buna karşın, moda şirketlerinin kârları çok yüksektir.
Peki, bu nasıl mümkündür?
Polyester ve naylon gibi sentetik hazır giyim malzemeleri ucuzdur. Ama bu ucuzluğun "fiziksel" bir sınırı vardır. Oysa sınırı çok daha "esnek" olan bir maliyet kalemi daha vardır: Emek!
Bilindiği gibi tekstil sektörü, emek yoğun bir sektördür. Kârın kökeni artı değer/işçinin ödenmeyen emeği olduğuna göre, emek yoğun olması şirketler için aslında büyük bir "fırsattır." Zira emek yoğun demek, yoğun sömürüye açık demektir.
Küresel işgücündeki 3,5 milyar insanın, -kayıt dışı hariç- yaklaşık 430 milyonu moda ve tekstil sektöründe yer alıyor. Pamuk ve elyaf üreticiliğinden kesim, dikim ve süslemeye kadar demek ki yeryüzünde her sekiz işçiden biri bu sektörde çalışıyor. Uluslararası Çalışma Ögütü ILO'ya göre bunun 94 milyonu hazır giyimdeki işçiler. Hazır giyimin altındaki bir endüstri olan hızlı moda ise 75 milyonluk bir paya sahip. Yasadışı göçmen işçilerin çalıştırılmasında olduğu gibi sektörde kayıt dışı istihdam çok yaygın olduğundan, gerçek rakamlar esasında bunların çok üstünde.
Hazır giyim/hızlı moda üreticileri genellikle Asya'da bulunuyor. Ve işçilerin milyonlarcası, pek de modern denemeyecek bir buluş olan ve "modern kölelik koşulları" anlamına gelen "ter atölyelerinde" yani sweatshop'larda çalışıyor.
'Sweatshop'lar kapitalizmin erken dönemlerindeki eski bir İngiliz buluşuydu. Eskide kalabilirdi. Ama hızlı moda ile başka bir kıtada yeniden dirildi.
İşçilerin çok düşük ücretlerle ve uzun saatler, kalabalık, sağlıksız ve güvencesiz koşullarda çalıştırıldığı fabrika ve atölyelere tarihsel adıyla bugün halen "sweatshops" veya Türkçesiyle terhâne, ter atölyeleri deniyor.
Sözcük ilk kez, İngiliz yazar Charles Kingsley'nin Viktoryen İngilteresi'ndeki kötü çalışma koşullarını eleştirdiği 1850 tarihli 'Cheap Clothes and Nasty' adlı yazısında geçmiş. Ve bu yazıdan kısa bir süre sonra, kavram popüler anlamına kavuşmuş. 170 önceki orijinal anlamında ter atölyeleri, kadın, erkek ve çocuk işçilerin ağır çalışma koşulları altında, parça başı ve mümkün olduğunca düşük ödemelerle ve bir aracı olarak adlandırılan 'sweater' için mal üretmek üzere çalıştırıldığı taşeron atölyeleri olarak tanımlanmıştı. 170 yıl sonra bugün, tanım hâlâ geçerli!
Erken Viktoryen dönemde hızla büyüyen orta sınıf, İngiltere'de erkek kıyafetleri için ısmarlama terzilik ile karşılanamayacak düzeyde ucuz hazır giyim talebi yaratmıştı. Bu talebe karşılık birçok kadın parça başı sistemiyle ve çok düşük ücretlerle, kendi evlerinde erkek gömleği ve pantolonu dikmeye başlamıştı.
Eşit işe karşılık, kadın emeği daha ucuzdu. Ve kısa sürede terzilik, vasıflı erkek zanaatkârların sendikalaşmış emeğinden, kadınların - ve çocukların - ucuz emeğine doğru kaydı. 1841 yılında yapılan bir nüfus sayımında, terzilikle uğraşan ülkedeki toplam 107 bin kişiden artık sadece 563'ü erkekti. Gerisi kadın ve çocuktu. Dahası, tekstil işgücünün yaklaşık yüzde 16'sı 12 yaşın altındaki çocuklardı.
Kadınlar ve çocuklar, evlerde veya sweatshop'larda günde 15- 18 saat çalışırlardı. Haftanın yedi günü çalışır ama kazandıkları, yiyecek gibi temel gereksinimlerini bile karşılayamaz ve genellikle aracıya (sweater) borçlanırlardı.
Bu borçluluk onları mecbur kılar ve artık çalışamayacak hale gelene kadar bu aracılar için ve onların uygun g ö rdüğü yüksek performans şartlarında çalışmaya devam ederlerdi. Dönemin kadınları için terzilik ancak başka çaren yoksa yapılacak, korkunç mesleklerden biriydi.
Çocuk İstihdam Komisyonu'nun 1843'te hazırladığı rapor, terzi kadınların Londra'nın arka sokaklarında nasıl zalimce sömürüldüğünü gözler önüne sermişti. Kadınlar, sefil koşullar ve pislik içinde çalışıp, aşırı çalışmaktan ölüyordu. Yorgunluk bir yana terzi kadınlar omurga bozuklukları, sindirim ve romatizmal rahatsızlıklar, nefes darlığı, şişkin ve kızarık, miyop ve acıyan gözler gibi "meslek" dertlerinden muzdaripti.
Gün doğmadan başlayan dikişler akşam karanlığında da devam ettiğinden özellike gözler, karanlıkta dikiş dikmekten çok etkilenirdi. Özellikle siyah yas kıyafetleri diken kadınlarda görme sorunları ve göz ağrıları çok daha sıktı. Çoğu durumda gözler o kadar ağırırdı ki, çok geçmez, tedavi edilemeyen bir körlüğe dönüşürdü.
19. yüzyıl İngiltere'sinden günümüze, dünyanın ne kadar "değiştiğini" anlamak için David Harvey "Çin, Bangladeş ve Endonezya'daki, Guatemela ve Vietnam'daki feci çalışma koşullarına ilişkin çağdaş anlatımlar Marx'ın Kapitali'ndeki (1861) 'İş Günü' bölümüne yerleştirilebilirdi" diyordu. "Ve kimse de farkı anlayamazdı!"
Bir farkla… "Gezegendeki ucuz iğnenin" peşinden koşan aceleci perakendecilerin, maliyetleri düşürmek ve kârı arttırmak amacıyla, düşük ücretli ve korunaksız işgücü arayışı sayesinde bu sweatshoplar günümüzde Asya'ya kaydı. Çarpıcı birörnek… Amerika'da 1960'larda satılan giysilerin %95'i ülke içinde üretilirken, 2015'e gelindiğinde bu oran sadece yüzde 3'e düştü.
Bir aracı bir diğer aracıya aracılık yapar ve oluşan bu aracı/taşeron zinciri eliyle üretim emeğin en ucuz ve en güvencesiz olduğu, toplu ve sendikal hakların, emekliliğin ve doğum yardımının olmadığı Çin, Bangladeş ve Tayland, Vietnam, Hindistan ve Sri Lanka gibi işçilerin kolayca sömürülebileceği ülkelere kaydırılır.
Günümüzde sweatshoplar bu nedenle çoğunlukla Asya'nın gelişmekte olan ülkelerinde bulunur. Asya'nın sweatshop'larında çalışan Asyalı işçiler, Avrupa ve Kuzey Amerika'daki tüketiciler için kıyafet üretir. Bir ülke içindeki ezilen sınıf, başka bir ülkeye transfer edildiğinde bu çoğu zaman bir ülkenin bir diğerini sömürmesi şekline bürünebilir. Oysa elbette ter atölyelerinde sömürülen bir ülke değil, fakat yine işçi sınıfıdır. Harvey'den esinle… Sınırları kaldırırsak, altından yine sınıflar çıkar!
İlginç bir karşılaştırma… Organik gıda markaları, fazlasıyla şişkin fiyatlarını haklılaştırmak için tarımsal üretici işçi, çiftçi ve sevimli köylüleri reklamlarının bir parçasına dönüştürürken, hazır giyimde bunun tersine işçiler ne olursa olsun görünmez kılınır.
Seslerini duyurma ve görünür olma imkânları o kadar kısıtlıdır ki işçiler son çare, etiketlere basılı kaçak mesajlarıyla seslerini, ürettiklerini üzerine geçiren tüketiciye doğrudan ulaştırmayı dener.
Satın alınan kıyafetlerin etiketlerinden kötü bir sürpriz gibi çıkan "Help Me" veya "Bunu Ben Yaptım Ama Karşılığını Alamadım" gibi 'huzur bozan' bu kaçak mesajlar, arada haberlere bile çıkar. Etiketler; kumaşın özellikleri, yıkama talimatı ve üretim yeri gibi bilgiler verirler. Ancak kıyafetlerin nasıl bir atölyede ve hangi koşullarda üretildiği bilinmez. Daha doğrusu, tüketicilerin bunu bilmesi istenmez. Halbuki etiketlerinde Made in China, Made in Bangladeş veya Made in Vietnam yazmasının gerçekte bir önemi yoktur. Çünkü esasında çoğu Made in Sweatshops'tur!
Son olarak, gözlerden kaçırılan sweatshops'ların içlerine kadar girersek… İçerisi havasızdır. Jeneratör ve makinelerden, kimyasal dumanlar sızar. Giysi ve kumaşlar tavanlara kadar yığılmış, aydınlatma yetersizdir.
Aracıların merhametsiz bakışları, üzerlerinde bir sopa gibidir. Şafakla girilen atölyeden akşam kaçta çıkacaklarını çoğu zaman önceden bilmezler. Zaten bazısı, geceleri kumaşların üstünde yatarlar. Siparişlerin teslim tarihi yaklaştıkça, çalışma saatleri uzar. Fazla mesai, bir son dakika konusudur. Son anda bile talep edilebilir. Ve talep edildiğinde, işçiler için bunu kabul etmekten başka seçenek yoktur. Böylelikle günde 16- 18 saat çalışırlar. İtiraz etme hakları yoktur. Yoksa işsiz kalırlar. Başka bir yerde iş bulma ihtimalleri yoktur. Kendilerini ve çocuklarını beslemek zorundadırlar.
Özellikle kadınlar, daha savunmasızdır. Uzun çalışma saatlerinin yanı sıra sözlü taciz ve fiziksel saldırı yaygındır. Yöneticileri tarafından arada sırada hamilelik testleri istenir. Ve düzenli olarak, doğum kontrol hapı kullanmaya zorlanırlar. İğne, iplik ve doğum kontrol hapıyla gerçekleştirilen üretim süreci, kaprisli modanın hızına yetişebilmek ve rekabetçi kalabilmek için ara vermeksizin sürmelidir. Tuvalet molaları bile oldukça kısıtlıdır. Hayal etmesi güçtür, fakat bu kadınlar için mesane enfeksiyonu o kadar yaygındır ki artık neredeyse bir meslek hastalığıdır. Tıpkı 19. yy İngiliz meslektaşları gibi çoğu kronik sırt ve boyun ağrılarından muzdariptir. Yorgunluktan, parmak yaralanmaları yaygındır. Makineler, önlerine çıkan parmakları kapar ve iğneleri kemiğe saplanarak kırılır. Sağlık güvenceleri yoktur. İş kazası yaygındır. Azıcık ciddi yaralanan, işten ayrılmak zorundadır.
Günlük hedef, aşırıdır. Saatte 100- 120 parça dikmeleri beklenir. Yorgunluktan başları düşmesin diye bazı yerlerde işçilere yüksek sesle müzik dinletilir. Bu yeterli olmadığında, birileri elinde bir su kovasıyla gezer. Ve uyuklayanların yüzüne soğuk su çarpar.
Bu ağır ve insanlık dışı koşulların geçmişte fabrika işçileri arasında intihara eğilimi arttırdığı bilinir. Sweatshop'larda pencereler bu nedenle demir parmaklıklarla kapalıdır. Zira, işçilerin intihar etmesi "yasaktır." Sayıları hızla artan intihara eğilimli işçileriyle özellikle Çin bu açıdan ilginç bir örnektir. Ülkede baskı altında ve aşırı çalışan işçilerin pencerelerden kendilerini atmalarını engellemek için geliştirilmiş bir "buluş" olan ve tüm tesisi kaplayan "intihar ağlarının" olduğu çok sayıda fabrika vardır.
Çalışma hayatına Katmandu'da 10 yaşında bir çocuk işçi olarak başlayan Nasreen Sheikh günde 12- 15 saat çalışarak 2 dolardan az kazandığını anlatıyordu. Kanayan parmaklarıyla çalışıyor ve işin tamamı bitmediği sürece, ücretini alamıyordu. İşleri yetiştirebilmek için çalıştığı fabrikada ve genellikle dışarıya hiç çıkmadan yaşıyor, yemek yiyor ve çalışıyordu. Yeterli yiyeceği yoktu. Ve yemek yerken, ağzından daima iplik çekiyordu. Makine dumanlarından, bazan nefes bile alamıyordu. Ve iş günü bittiğinde, yatak olarak kullandığı kıyafetlerin üzerine yığılıp, geceleri orada yatıyordu. "Hayvanlar gibi beslendik" diyordu. "Ve makineler gibi çalıştık!"
Vladimir Nabokov'un otobiyografik eseri 'Speak, Memory'den unutulmaz bir alıntıdır: "Hayat, iki sonsuz karanlık arasındaki bir parça ışıktır."
Sweatshop şafağından, Atamaca Çölü veya Ghana kıyılarındaki ikinci el falezlerine… Gördüğümüz demek ki, iki karanlık arasındaki bir parça vitrin ışığıdır!
- 'Appalling or Advantageous?'
- 'Child labour in the fashion supply chain', https://labs.theguardian.com/unicef- child- labour/
- 'Consumer prices for clothing relative' https://www.eea.europa.eu/data- and- maps
- 'Fast Fashion Isn't Just an Environmental Issue' https://www.maristcircle.com/opinion/2021/4/16/
- 'Fast Fashion and the World Against Child Labour', https://ecowildchild.com/2020/06/12/
- 'Fast Fashion Getting Faster', International Law and Policy Brief https://studentbriefs.law.gwu.edu/ilpb/2021/10/28/
- 'Fast fashion: The dark side of textiles', https://www.solidaritycenter.org/wp- content/uploads/2023/04/
- 'Inside the horrific unregulated sweatshops of Bangladesh', https://www.dailymail.co.uk/news/article-
- 'Living wages for women: The roots of unfair pay', https://www.goodclothesfairpay.eu/blog/living- wages- for- women
- 'Low wages, unsafe conditions and harassment: fashion must do more to protect female workers' https://www.theguardian.com/sustainable- business/2016/mar/08/fashion
- True Cost, https://truecostmovie.com/
Zeynep Yıldırım kimdir? Siyaset Bilimi Doktoru Zeynep Yıldırım, siyaset bilimi alanındaki doktorasını Türkiye'de yaşayan Suriyeli mültecilerin menşe ülkelerine geri dönüşü üzerine yaptığı tez çalışmasıyla 2019 yılında İstanbul Üniversitesi'nden aldı. 2018 yılından beri Londra'da yaşayan ve bağımsız araştırmacı olarak çalışan Dr. Yıldırım, Londra Göç Müzesi'nde gönüllü danışmanlık yapıyor. Duvar ve Birikim gazetelerinde yazıları bulunuyor. 2021 yılında başladığı T24'teki yazılarına devam ediyor ve yazılarında çoğunlukla göç etmenin ve göçmen olmanın insanlar üzerindeki etkisini sanat, edebiyat ve siyasetin iç içe geçtiği bir yaklaşımla değerlendiriyor. Çalışma alanları arasında gönüllü ve zorunlu göçler, göçmen ve mülteci deneyimleri, mülteci politikaları, siyaset teorisi, kimlik ve kültürel çeşitlilik, popüler kültür ve siyaset ilişkisi ile politik sanat bulunuyor. |
Sürdürülebilirlik soyut bir idealdir. Ama onu gerçekleştirmek için, kendisi de birbirini kovalayan üç okla betimlenen geri dönüşüm gibi somut yöntemler söz konusudur. Bu anlamda, sürdürülebilirlik geri dönüşüm demek değildir. Ne de tersi doğrudur. Zira, kıyafetlere dönüştürülen pet şişeler, ilkinde değilse ikincide, çöplüğe geri ‘kavuşur.’
Geri dönüşüm, atık kıyafetleri gözden uzak ülkelere ‘geri göndermekten’ ibarettir. Bir markanın geri alma planı kapsamında Londra’daki bir mağazasına bırakılan bir etek, örneğin, Mali’deki bir çöplükten çıkar
Cin içebilen yoksullar hangi cüretle zenginlere benzemeye çalışır; ‘zenginler’, kendilerini ‘yeni zenginler’den nasıl ayırır?
© Tüm hakları saklıdır.