02 Eylül 2024

Perdeleri çekme veya çekmeme seçimi sınıfa göre mi belirleniyor?

Cin içebilen yoksullar hangi cüretle zenginlere benzemeye çalışır; ‘zenginler’, kendilerini ‘yeni zenginler’den nasıl ayırır?

Perdeyi, bundan yaklaşık beş bin yıl kadar önce Mısırlılar icat etmişti. Başlangıçta ve çağlar boyunca, temelde içeriyi dışarıdan ayırmak gibi bilindik ve sade bir işleve sahipken Orta Çağla birlikte perde, varlığın ve sosyal statünün bir göstergesine dönüşmüştü.


Görsel, yapay zekâ tarafından oluşturuldu

Ancak sonra Sanayi Devrimi gerçekleşti. Ve pamuklu dokuma teknolojisindeki atılım sayesinde, perdenin seri üretimine başlandı. Bu ise, her bütçeye uygun bir perde demekti. Ve eskiden lüks olan perde, artık alt sınıflara kadar inmişti. Gerçi, dekoratif ve kaliteli olanları halen çok pahalıydı ve alt sınıflara kadar inip de gösterişçi itibarını bir parça yitirmesine karşın, perde, zenginliğin sembollerinden biri olmaya devam etti.

Çekin perdeleri!

İçerinin dışarıdan görünmesini engelleyerek mahrem bir alan yaratan ve yeri geldiğinde, kendisi de bir gösteriş nesnesi olabilen perde, gerçi son zamanlarda bu iki işlevini de devre dışı bırakan yeni moda bir “kullanım alanına” sahip. Bu yeni kullanımında perdeler, gerektiğinde çekilmek için değil, fakat “aradan çekilmek” üzere kullanılıyor. Yani gece gündüz, daima açıklar. Özellikle Amerika ve İngiltere’nin lüks semtlerinde görülen bu yeni eğilim, medyada perdesiz pencereler/evler (Uncovered windows) üst başlığıyla biliniyor.

Konu, sosyal medyanın bir hayli ilgisini çekmiş. TikTokta örneğin, perdesiz pencereler, viral bir içerik.

Perdesiz pencerelerin izini süren ve New York
un lüks semtlerindeki perdesiz evlerin videolarını yayınlayan popüler hesaplar söz konusu. Sadece uçucu sosyal medya hesapları da değil, fakat  Guardian ve New York Times gibi önemli gazeteler de konuyu merkeze alan makaleler yayınlamış.

İç mekânlarının dışarıdan bütün çıplaklığıyla görünür olmasına aldırmayıp perdelerini sürekli açık tutmak, yükselen bir eğilim olarak saptanıyor. Ve bu eğilim bazen o kadar yükselebiliyor ki, gazeteler bazı lüks semtlerin sakinlerinden perde karşıtları” olarak bahsedebiliyor.

Perde “çekiliyor” ve perdesiz pencerelerde, sahne ortaya çıkıyor. Sahne, evlerin içi. Dışarıdan, her şey görünüyor. Akşam karanlığı çöküp de ışıklar yanar yanmaz, hâlbuki gelenektir, dışarıdan sahneye itilmişçesine görünmemek için, ilk iş, pencerelere koşup perdeler kapatılır. Ama yeni eğilim, bunun tam karşıtıdır. Gelenek akşamın ilk ışıklarıyla alelacele pencerelere koşarken, perdesiz evlerin perdeleri peki ne cüretle” açık kalır?


Görsel, yapay zekâ tarafından oluşturuldu

Kuşkusuz, tek bir nedeni yoktur. Ama bu yazının konusu, kimsenin gözünün erişemeyeceği yükseklikteki veya deniz veya orman gibi yerlere baktığı için, mahremiyet gereği zaten bir perdeye ihtiyaç duymayan evlerin perdesizliği değil, fakat şehrin göbeğinde olup da, tam da dışarıdakiler” tarafından görülebilecekken ve belki de sırf bu yüzden, gösterişli iç mekânlarını bütün görkemiyle sergileyen evlerdir.

Bu özel anlamıyla perdesiz pencereler, yeni bir eğilim olabilir. Ama yeni gibi görünen hemen her modern eğilimde olduğu gibi, kökleri tarihte ve bir yönüyle, hiç de yeni değildir! 

Tarihte, sınıfsal fark atma” gösterileri

Sınıfsal üstünlük veya sosyal statü gibi farkların” semboller aracılığıyla sergilenmesi eski bir gelenek. Söz konusu semboller, maddi veya kültürel olabilir. Ama ortak işlevleri, farkı göstermektir. Ve farkı gösterebildikleri sürece, geçerlidir. Sınıfsal/statü farkları, öte yandan, daima görelidir. Ve toplumsal kültür ve değerler, ama özellikle de maddi uygarlık değiştikçe, bu statü/fark sembolleri de değişir.
 
Altın ve mücevher gibi antik çağlardan bu yana, sınırlı da olsa zenginliğin bir göstergesi olmayı sürdürebilen birkaç nesne dışında, bu nedenle, zamana direnebilen statü sembollerine rastlamak pek mümkün değildir.
 
Zaten “Çoğu eşya, yaşam için gerekli ve vazgeçilmez oldukları için değil…” der Peter Burke. Fakat başkalarıyla rekabet etmek için edinilir (1).” Değeri kullanım alanında değil, o halde başkalarının ona sahip olamayışındadır. Ve başkaları tarafından erişilebilir olunca, itibarını yitirir.
 
İngiliz tarihçi ve akademisyen Peter Burke
 
İşte tarih, bunun gibi ayağa düşünce fark atma değerini kaybeden statü sembolleriyle doludur. Bir nesne olarak mor renk, ananas ve siyah çay, örneğin, bunlardan birkaçıdır. 17. yüzyıl İngiltere ve Hollandasında sadece soylular tarafından tüketilen çay, lüks bir üründü. Ve zenginliğin açık göstergelerindendi.
 
Benzer şekilde, mor renk de nadir bir nesneydi. Tek kaynağı, murex isimli bir deniz salyangozuydu. Ve boyanın gramı için, yaklaşık 9 bin salyangoz gerekiyordu.
 
O kadar pahalıydı ki boyayı ancak hükümdarlar satın alabiliyor ve mor renk bu nedenle kraliyet, güç ve zenginlik ama özellikle de Roma, Mısır ve İran'ın imparatorluk sınıflarıyla ilişkilendiriliyordu.
 
Antik Roma'da mor giymek, toplum içindeki yüksek statünüzü gösteriyordu

Yeni keşfedilen” dünya anlamında Yeni Dünyadan Avrupaya getirtilen ve dünyanın yarısını katettiği bu uzun yolculuğunda tazeliğini başarıyla koruyan ananas da, özellikle 18. yüzyıl İngilteresinde zenginliğin ve lüksün çok güçlü bir  ifadesiydi.
 
Bugünkü karşılığıyla 8 bin dolara mal olabiliyor ve meyveyi, yalnızca soylular alabiliyordu. Bu arada yeni bir iş sahası doğmuş, ananas tüccarları ananas kiralama işine de başlamıştı. Zenginleri taklit etmeye çalışan yükselen orta sınıflar, genellikle ananas satın almak yerine kiralıyordu. Satın alamayan bazı varlıklı aileler satın almak yerine, ananası sadece kiralıyordu.
 
Ananası kiralayanlar, ev sahibine hediye olarak vermek için değil, bu kadar pahalı bir meyveyi alabileceklerini gösterebilmek için partilere yanında ananasla katılıyordu. 
 
Ve aynı ananas halka açık etkinliklerden gösterişli akşam yemeklerine kadar, parti parti geziyordu.

Böyle değerli bir meyvenin yenmesi israftı.” Genellikle dekorasyon amacıyla sergileniyordu. Sergilenmekten zaman zaman içleri çürüyordu. Ama yenmek için değil, ananas zaten gösterilmek indi!
 
Lüksün ve zenginliğin bir simgesi olarak ananas, o kadar popüler olmuştu ki Britanya mimarisi üzerinde kalıcı izler bıraktı. Fotoğraf: Dunmore House, İskoçya (Wikimedia Commons)

“Bize benziyorlar!” 

Çay ve ananasın ithalatı yaygınlaşır ve mor rengin alternatif kaynakları bulunurken, bu nesneler statü sembolleri olarak değerlerini kaybeder. Oysa, sosyal hiyerarşiyi korumak gerekir.” Ve mücadele başlar.
 
Alt basamaktakiler” bir üstündekilerin imkânlarına kavuşarak veya onları taklit ederek onlara benzemeye çalışırken, sosyal hiyerarşinin görece üst basamağındakiler, bir altındakilerle mesafeyi korumak ister. Ve sosyal mesafelerini korumak için sürekli olarak tüketim davranışlarını değiştirir. Son moda trendleri takip eder. Ve hatta, yeni modalar icat eder. Mücadele her ne kadar incelikli yollara sapıp, zaman zaman gözden yitecek kadar üstü kapalı olabilse de ardında yatan denklem basittir:
 
Biz de sizdeniz…”

“Hiç de bile!”
 
Görsel, yapay zekâ tarafından oluşturuldu

Öte yandan, tıpkı günümüzde olduğu gibi geçmişte de ayrıcalıklı lüks nesnelerin taklitlerinden kaçınmak öyle kolay değildi. Bu nedenle aristokratlar, yabancı lüks malların tüketimini soyluların imtiyazına alarak alt sınıfların kendi görünüşlerini taklit etmelerini engellemek için hukuktan medet ummuş ve lüksü düzenleyen yasalara başvurmuştu. Zira, görünüşte bile olsa, sınıfsal akışkanlık kaygı vericiydi. Ve görünümü ne olursa olsun, kaygı hep aynı kaygıydı:

Bize benziyorlar!”

Sosyal hiyerarşiyi korumanın bir yolu olarak lüksü düzenleyen yasalar

Başlangıçta sadece aristokratlar, kendilerini diğerlerinden ayırmak için servetlerinin çoğunu gösterişli giyim kuşam ve sanat eserleri gibi yaşamsal olmayan nesnelere harcayabiliyordu. Ama burjuva sınıfının sahneye çıkışıyla, bu ayrıcalıklı konumları sarsılmıştı. Şimdi ilk kez soylular dışında bir grup çıkmış ve tıpkı onlar gibi yaşayıp, zenginliklerini tıpkı onlar gibi kamuoyuna sergiliyordu. Burjuva tebaanın, iktidardaki soylular kadar veya hatta onlardan bile zengin görünmesi, soyluların güçlü ve meşru yöneticiler olarak konumlarını zayıflatıyordu.
 
Ama daha da önemlisi, aristokratlar arasında başlayan yaygın bir rahatsızlıktı. Zira, burjuva adı verilen bu yeni grubun üyeleri gitgide kendilerine benziyordu!
 
Ve mücadele başladı. Soylular müreffeh burjuvazinin gösterişçi/lüks tüketimini sınırlamak için Tüketim Yasaları’nı (Sumptuary Law) çıkardı.
 

Görsel, yapay zekâ tarafından oluşturuldu
 
Giyim kuşam, yiyecek ve lüks tüketiminde, sosyal konuma bağlı bazı kısıtlamalar getirildi. Böylelikle orta sınıfın belirli renkleri, modelleri ve süsleri kullanması yasaklandı.

Kraliçe I. Elizabeth İngiltere
sinde, örneğin, toplumsal sınıfların hangi renkleri, kumaşları ve kıyafetleri giyebileceği, yasalar ile düzenlenmiş ve herkesin uymak zorunda olduğu kurallardı. Ve kraliyet ailesinin yakın akrabaları dışında, mor giymek herkese
yasaktı.

Yoksullar hangi cüretle, zenginlere benzemeye çalışır?

Başka bir tarihsel örnek, sofradan.”

Üst sınıfların içki sofrası; gösteri içeren kültürel bir etkinlikken”, işçi sınıfının içki içmesi sıradan bir olaydı. Ve bira ve şarap gibi en ucuz içeceklerle sınırlıydı. Ama sonra, damıtma teknolojisinde bir atılım yaşandı. Ve cin üretimi patladı. Yeni teknolojiyle çok ucuza mal edilebildiğinden, alt sınıflar da dahil artık herkes biradan daha ucuza cin içiyordu. Bunun sonucunda, 18. yüzyılın ilk yarısında Britanyada Cin Çılgınlığı (Gin Craze) olarak bilinen bir dönem başladı.


Görsel, yapay zekâ tarafından oluşturuldu
 
Bunun tek sorumlusu, gerçi teknoloji değildi. Zira Cin Çılgınlığı, özellikle Londrada sınıflar arası uçurumun derinleştiği, yoksulluk, işsizlik ve yerinden edilmenin arttığı bir döneme denk gelmişti. Ve bu aşırı cin tüketimi, erken sanayi kapitalizminin bu ağır şartlarına bir tepkiydi.

Cin a
çlığı dindiriyor, soğuğu unutturuyordu. Ve hayatın acımasızlığından bir kaçış sağlıyordu. Yıllık ortalama cin tüketimi, Londrada 63 litreye erişmişti. Ve bu, artık toplumsal bir sorundu. Açlık, yoksulluk ve fuhuş, artan suç ve ölüm oranları ve hatta delilik… Bütün bunların sorumlusu olarak, hep cin suçlanıyordu.
'Gin Lane', William Hogarth, 1751
 
Ama işin ilginç yanı, bütün bu toplumsal sorunlar yaşanırken, zenginliğin bir göstergesi olarak spirit tüketiminin ayak takımına” kadar inmiş olmasının, zenginler arasında yarattığı “bize benziyorlar” rahatsızlığıydı.
 
Yoksullar hangi cüretle, zenginlere benzemeye çalışırdı? Sonunda parlamento, cin üretim ve tüketimini kontrol altına aldı. Ama bu, sadece bize benziyorlar” kaygısıyla değildi. Sorun şu ki bize benzerlerse”, değeri kim üretecekti? Çünkü aşırı içki tüketimi erken ölümlere neden oluyor, toprak sahipleri ve fabrikalar iş gücünden mahrum kalıyordu.
 
Öte yandan, cin içebilen yoksullar; yeme, içme ve boş zamanlarını doldurma biçimleri bakımından yoksulların gerçekten de zenginlere benzeyebileceğini göstermişti. Oysa sosyal normlar, işçi sınıfının yemeklerinin daha az rafine olmasını icap ediyordu. Çünkü insanın yaşam tarzı ile yemeği arasında doğal bir benzerlik vardı. Ve ağır el emeği, ancak daha kaba ve daha ucuz gıdalar gerektiriyordu.”

Özetle, ne kadar kötü yaşıyorsan, o kadar kötü yemeliydin!

Bu, her sınıfın kendi sınıfına layık gıdalarla beslenmesini öngören ve Neysen, onu yersin!” şeklinde özetlenebilecek epistemoloji, kökenini 19. yüzyıl Alman filozofu Feuerbachtan alan ve aynı zamanda, Stanford Üniversitesinin gerçekleştirdiği bir araştırmaya da adını veren Ne yersen, osun!” (you are what you eat) sloganının tersine çevrilmiş hali gibiydi.
 
Ludwig Andreas Feuerbach
 
Temelde, farklı beslenme biçimlerinin özdeş canlılar/genetik ikizler üzerindeki etkilerine dair bir iddia olan Feuerbach’ın Ne yersen, osun!” epistemolojisi, insanı özünde çevrenin bir fonksiyonu olarak kuruyordu. O halde, çevre değişirse insan da değişirdi. Oysa Neysen, onu yersin!” bunun tersini yapıyordu. Ve insanı/sınıfı/yoksulluğu kendi kendinin bir fonksiyonu olarak kuruyordu. Neysen, onu yersin!” kendi kendini yiyen ve yine ancak kendi kendine neden olan bir beslenme biçimiydi.”
 
Sınıfı ontolojik bir değişmezlik olarak kuran bu ideoloji, öte yandan, döneme oldukça uygundu. Erken sanayi kapitalizminin ağır koşulları altında, zira sınıftan kaçış/kurtuluş yoktu. Ve sosyal hiyerarşi sosyal değil, fakat bir doğa kanunuydu!

Gösterişçi tüketimin yükselişi ve sürekli değişen fark” sembolleri

19. yüzyıl sanayi devrimleri sırasında ortaya çıkan yeni zenginlerin (nouveau riche) davranışsal özelliklerini incelediği kitabında Veblen, gösterişçi tüketim” kavramını geliştirmişti (2).
 
Gösterişçi tüketim, toplumda statü ve itibar kazanmak için zenginliğin gösterişle sergilenmesiydi.”
 
Ve zenginliğe yeni başlayanlar, bu davranışa daha yatkındı. Buradaki fikir şu ki…” diyordu Veblen: Varlıklı olmaya alışkınsanız, bunu göstermeye ihtiyaç duymazsınız.”
 
Yeni zenginler sosyal hiyerarşinin alt basamaklarından yukarılara yeni tırmanmış, yani sonradan zenginleşmişlerdi. Ve değişen konumlarını gösterme ihtiyacı içinde, üst sınıfların tüketim davranışlarını taklit ediyor ve onlarla aynı markaları ve malları satın alıyordu. Bütün bu tüketim gösterisinde, yeni zenginin mesajı çift yönlüydü. İçinden çıktığı sınıfa farkını gösterirken, içine girdiği sınıfa, ben de sizdenim, diyordu.
 

Mücadeleye devam!

Sosyal hiyerarşi mücadelesi, yüz yıllar sonra bugün halen devam ediyor. Yalnız, ancak büyüyerek ayakta kalabilen bir ekonomik sistemde, özel tüketim malları geçmişe göre çok daha yaygın, çok daha çeşitli ve yine geçmişe kıyasla, daha ucuz. Bu ise, bu nesnelerin fark göstergeleri olarak kullanımını sınırlıyor. Herkes aynı kıyafetleri alıp, aynı yiyecekleri yiyor ve hatta, aynı “elit” aksanı konuşuyor olmasa da daha ucuz taklitleriyle bunu taklit edebiliyor.

Sosyal hiyerarşi yerli yerinde dururken, farkı ortaya koymak bu nedenle zorlaşıyor. Ve daha çok kişinin daha çok maddi/kültürel nesneye ulaşabilmesi, sınıfsal farka rağmen, böyle bir fark yokmuş gibi yaşamayı olmasa da görünmeyi mümkün kılıyor.

"Nasıl zengin görünürsün?

Bu olmadan-görünmeye ilginç bir örnek, yine sosyal medyadan… Milyonlarca görüntülenme sayısına erişen yeni moda hesaplar, takipçilerine nasıl zengin görünebileceklerini öğretiyor.

Nasıl Zengin Görünürsün?” (How to Look Rich?) türevi başlıklara sahip bu hesaplar örneğin hangi kıyafetlerin hangi renklerle kullanılacağını, içlerinde nasıl durulacağına kadar anlatıyor. O kıyafeti alamayanlar, gidip pazardan sahtesini alıyor.
 
Görsel, yapay zekâ tarafından oluşturuldu
 
Peki sahtecilikle zengin görünmeye çalışırken, o kıyafetin sahtesi üzerinde nasıl görünüyor?
 
Bu, nesnenin kendisini değil de elde edilme yolunu tanımlayan sahtecilik de esasında ben de sizdenim/hiç de bilemücadelesinin bir parçası. Uluslararası moda markalarının, markalarını ve müşterilerini korudukları” bilinir. Markayı mağazasından ve fiyatını ödeyerek satın alan orijinal müşteri ile, pazardan bulup çıkaran sahte müşteri ayırt edilmelidir. Öte yandan, modelleri hızla eskiyen ve daima üretim fazlasıyla çalışan markaların, ürünlerinin pazarlara düşmesine göz yumdukları bilinir. Ama tek şartla; gösterilebilen bir nesne olarak etiketleri kesilmelidir! Zira etiketi kesilen, artık sahtedir. Ve gösterileni elinden alındığında, sahte müşteri sınıfsal DNAsıyla perdesiz kalır.

Gerçi pazar dinamikleri, bunu da bir adım öteye taşımıştır. Küresel hızlı moda markaları, taşeronlarla çalışır. Her model için, belirli bir sipariş büyüklüğü vardır. Oysa bazı taşeronlar, sipariş fazlası üretim yapar. Bu fazlalık, mağaza dışı yerli pazar içindir. İkisi de aynı makinelerde, aynı malzemelerle ve aynı tekstil işçileri tarafından üretilmiştir. Ama marka için üretilen etiketliyken, öteki etiketsizdir. Şimdi soru şu ki biri kuşkusuz orijinal iken, diğeri neden sahtedir?

Picasso’nun sahte tablosu

Akla, ünlü ressam Picassonun hayali bir anekdotunu getiriyor. Bir arkadaşı Picassoya bir resim gösterir. Ve bunun, orijinal bir Picasso olup olmadığını sorar.

Hayır” der Picasso. Sahte!” Arkadaşı başka bir resim daha gösterir. Peki ya bu?”

Picasso resme bakar. Ve yine Hayır” der. Bu da sahte!” Arkadaşı şaşkındır. Ama nasıl olur?” der. Ben senin bu resmi yaptığını, kendi gözlerimle görmüştüm!” “Nolmuş?der Picasso. Ben sahtelerini de yapıyorum.”

O halde sahtelik, ürünün kendinde bir özelliği değildir. Ve tıpkı aynı ressamın elinden çıkma resimlerde olduğu gibi, tek farkı etiket olan iki özdeş gömlekten hangisinin sahici olduğu, onu kimin alabildiğiyle ilgilidir. Böylelikle gerçek sahtecilik de saptanmış olur; her sınıfın kendi sınıfına layık gıdalarla beslenmesini öngören Neysen, onu yersin!” kuralının ihlali, yani sınıfına layık giyinmemektir!

Öte yandan, gücü yetmeyen biri de pahalı markaların orijinal ürünlerini, büyük ekonomik fedakârlıklar bile gerektirse, yine de satın alabilir. Ve etiketlisi veya iyi taklitleriyle, markanın orijinal müşterisiymiş gibi görünebilir. Bu ise, zenginliği bir gösteri olarak yaşayanların Bize benziyorlar!” tarihsel kaygısı için yeterlidir. Ve mücadele, kaldığı yerden devam eder.

Bir marka, etiket veya herhangi bir dışsal nesne onu elinden tutup imrenilenlerin arasına katmaya yetiyorsa, o dışsal nesne ona layık olmayanların elinden alınmalıdır. Ama artık her şey taklit edilebiliyorsa, o halde en iyisi, herhangi bir gösterenebağımlılıktan kurtulmaktır. Ve sosyal hiyerarşide alttakilerle” mesafesini korumak isteyenler açısından, mantıksal bir uç noktaya varılır; öyle bir şey göster ki senden olmayanlar” tarafından gösterilebilir olmasın.

Gizli zenginlik ya da sessiz lüks


Görsel, yapay zekâ tarafından oluşturuldu

“Markasız” giyim markaları, tam da bunu başarmış gibidir. Gizli zenginlik (Stealth wealth) veya sessiz lüks (quiet luxury)” adı verilen bu moda trendinde, aşırı desenlere ve logolara yer yoktur. Dahası, kıyafetlerin üzerinde markaya dair küçücük bir işaret bile yoktur. Gizli zenginlik, yeni değil fakat nesillerdir zenginlerin kendilerini yeni zenginlerden veya zengin olmayıp da zengin gibi görünenlerden ayırmasının incelikli bir yoludur. Ortalama” bir insanın, bu lüksün farkına varamayacağı söylenir. Ve ancak benzer düzeydeki varlıklılar, bu oldukça sade görünen kıyafetlerin gerçek değerini anlayabilir.

Kuşkusuz, sosyal hiyerarşi mücadelesi temelde en varlıklı olan ile en yoksul arasında değildir. Daha ziyade, birbirlerine sınıfsal veya kültürel olarak yaklaşıp uzaklaşma ihtimali olan ve ancak birbirlerine benzeyebilecekler arasındadır. Bu nedenle, bu markasızlığı” herkesin anlaması gerekmez. Markasız markaların sloganı da zaten buna uygundur:

Ancak biliyorsan, bilirsin…(if you know, you know)

Sahi, ancak göstererek veya ben de sizdenim diyerek görünebilir olan için, böyle bir gösteriş nasıl taklit edilebilir? Onu bulup giyse bile, zira üzerinde sahtedir!

Markasız markalardan, perdesiz pencerelere…

Markasız markalar kadar dahice” değil belki, ama girişte anılan anlamıyla perdesiz pencereler de farkı göstermenin yeni bir yolu. The Atlanticte yayımlanan bir makalede, örneğin, yıllık 150 bin dolardan fazla kazanan Amerikalıların perdelerini açık bırakma olasılıklarının, 20-29 bin dolar olanların neredeyse iki katı olduğu belirtiliyor. Ve perdeleri kapatmamanın, zenginliğin ve sosyal statünün yeni bir göstergesine dönüştüğü tespit ediliyor.

Perdesiz pencereler, en çok Amerika ve İngilterenin lüks semtlerinde görülüyor. Ama TikTok paylaşımları, bu yeni trendin dünyanın birçok bölgesine yayıldığını gösteriyor.


New York City (Getty Images/Anthony Spatari)

Belirtmeye gerek yok, bu perdesiz pencere trendi gösterişçi ultra-zenginlikle ilişkiliyken, tersi geçerli değildir. Yani, perdeleri kapamanın yoksullukla doğrudan bir bağlantısı yoktur. Ama karşıtlığı uç noktasına sürüklemek için, yoksulun perdeyi deneyimleme biçimlerine bakılabilir.
 
Editörlüğünü Necmi Erdoğan’ın yaptığı ‘Yoksulluk Hallerinde örneğin yoksulun evinde Bozuk birkaç çekyat, eski model bir televizyon, kırık dökük bir mutfak masası ve sandalyeler, başka da pek bir şey…” bulunmadığından bahsedilir. Evinin durumu, eşyalarının azlığı ve giysilerinin eskiliği, yoksul için utanç kaynağıdır.(3)”
 
Zenginliğin göstergeleri sürekli değişebilir, ama yoksulluğunki hep aynı “utançtır.” Ve yoksul, bu utancı” evinin içine/perdenin arkasına çekilerek örter.
 

Sevgili Arsız Ölüm

Gerçi, biz bu karşıtlığa Dirmitin gözlemlerinden de aşinayız. Bir Latife Tekin romanı olan Sevgili Arsız Ölümde (4) kırdan kente göç eden yoksul bir ailenin en küçük çocuğu olan Dirmit, damlarından görünen bazı evlerin perdelerinin geceleri ardına kadar açık olduğunu fark eder. Ve kendileri ışıklar yanar yanmaz perdelerini alelacele çekerken, onların nasıl olup da açık bırakıldığını annesi Atiyeye sorar. Bu da soru mudur! Annesi kızının keçileri kaçırdığından yakınadursun Dirmit gözlemlerine dayanarak bir cevap bulur:

“Duvarlarında çiçekli kâğıtlar var, tavanlarından da rengârenk ışıklar saçan lambalar sarkıyor çoğunun kız...”

Malum, kapalı perdeler farklılığı gizler. Oysa amaç farklılığın gizlenmesi değil, ortaya çıkarılmasıdır. Zira ayrıcalıklı bir hayat yetmez, ama bu ayrıcalık göstere göstere yaşanmalıdır!


 Kaynaklar

(1)  Peter Burke, Res et verba: conspicuous consumption in the early modern world, In: John Brewer Roy Porter, Consumption and the World of Goods, Routledge, London-New York, 1993.

(2)  Thorstein Veblen, The Theory of the Leisure Class, OUP Oxford, 2009.

(3)  Necmi Erdoğan, Yoksulluk halleri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2007.

(4) Latife Tekin, Sevgili Arsız Ölüm, İletişim Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2014.

 

Zeynep Yıldırım kimdir?

Siyaset Bilimi Doktoru Zeynep Yıldırım, siyaset bilimi alanındaki doktorasını Türkiye'de yaşayan Suriyeli mültecilerin menşe ülkelerine geri dönüşü üzerine yaptığı tez çalışmasıyla 2019 yılında İstanbul Üniversitesi'nden aldı.

2018 yılından beri Londra'da yaşayan ve bağımsız araştırmacı olarak çalışan Dr. Yıldırım, Londra Göç Müzesi'nde gönüllü danışmanlık yapıyor.

Duvar ve Birikim gazetelerinde yazıları bulunuyor. 2021 yılında başladığı T24'teki yazılarına devam ediyor ve yazılarında çoğunlukla göç etmenin ve göçmen olmanın insanlar üzerindeki etkisini sanat, edebiyat ve siyasetin iç içe geçtiği bir yaklaşımla değerlendiriyor.

Çalışma alanları arasında gönüllü ve zorunlu göçler, göçmen ve mülteci deneyimleri, mülteci politikaları, siyaset teorisi, kimlik ve kültürel çeşitlilik, popüler kültür ve siyaset ilişkisi ile politik sanat bulunuyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Dün her şey daha güzeldi...

Dünün daima daha güzel olduğu düşüncesi, sürgün edebiyatından önce, nostaljinin konusudur. Bir kelime olarak nostalji, “eve dönüş” ve “acı” anlamlarına gelen Yunanca sözcüklerden türer.

Agota Kristof'un üçlemesi: Sürgün, nostalji ve yas

"Ülkemi terk etmeseydim hayatım nasıl mı olurdu? Sanırım daha zor, daha yoksul ama daha az yalnız, daha az parçalanmış ve belki daha mutlu.”

İsmi dışında tamamen yazısız ve sadece resimlerden oluşan bir roman okudunuz mu?

'The Arrival' tamamen yazısızdır. Belirli bir sistematik dahilinde bir araya getirilen görseller, illüstrasyonlar ve simgeler, hikâyenin çeviriye gerek kalmadan ve yeryüzündeki hemen herkesçe anlaşılmasını mümkün kılar

"
"