Yerleşik birine göre sürgün/göçmen hayatı genel olarak daha sessizdir. Daha yalıtılmış, daha tekdüze ve daha hareketsizdir. Bu yalıtılmış, tekdüze ve sessiz hayat, aynı zamanda Kristof’un kendi hayatıdır.
“Fabrika, alışveriş, çamaşırhane, yemek…” diye anlatır. “Ve biraz da uzanıp, ülkem hakkında hayal kurabildiğim pazar günleri…”
Bekleyecek başka hiçbir şey yoktur. Gerçi, maddi olarak eskiye göre daha iyi durumdalardır. Bir yerine iki odaları, kömürleri ve yeterince yiyecekleri vardır. “Ama kaybettiklerimize kıyasla…” Bu, çok yüksek bir bedeldir !
Doğrusu, ülkenin yerleşikleri onları çok iyi karşılamıştır. Naziklerdir. Gülümserler. Ve onlarla daima konuşurlar. Dillerini anlamasalar da konuşmaların iyi konuşmalar olduğu bellidir. Ama sürgünün derdi, iyi karşılanmak ve ihtiyaçlarını yeterince karşılamaktan ibaret değildir.
Kristof, bir iş arkadaşının sırf onu rahatlatmak için yaptığı bir konuşmadan örnek verir. Arkadaşı, artık korkmasına gerek olmadığını hatırlatır. Ruslar bu ülkeye asla giremezler. Ve bu ülkede, hepsi güvendedirler.
Kristof “Bildiğim birkaç Fransızca sözcükle onu incitmeden, ona bunu nasıl anlatabilirdim…” diye aklından geçirir. “Onun güzel ülkesi hâlbuki biz mülteciler için sosyal ve kültürel bir çöldü.” Ruslardan korkmuyordu. Ve eğer üzgünse, bunun nedeni şu anda fazlasıyla güvende olması ve işten başka yapacak veya düşünecek başka hiçbir şeyin olmamasıydı.
Beklemeyi beklemek
“Yavaş yavaş gidecek hiçbir ama hiçbir
yerim ve herhangi bir yere gitmek için hiçbir nedenim
olmadığını anlamaya başladım.” (Alexander Herzen)
Sürgün hayatı, sessizdir. Ama bu sessizlik sesin olmayışı değil, fakat hiçbir sesin ona seslenmeyişidir. Sürgün, yalnızdır. Ve sürgün hayatında beklemek, artık bir şeyi beklemek değil, fakat bir etkinlik olarak beklemektir.
Tıpkı Lucas gibi Sandor da yeni ülkesinde ölümcül bir sessizlik içindedir. Günler, düşmanıdır. Geçmek bilmez. Öte yandan, suç işlemiştir. Ülkesine geri de dönemez. Ve bekler… Günlerin, ayların ve yılların geçmesini bekler. Çocukluk aşkı ve -yarı- kardeşi Line’nin bir gün çıkıp, peşinden gelmesini bekler. Bir gün mutlaka Line gelip onu bulacaktır. Bundan kuşkusu yoktur. Line’den başka bir şey düşünemez olur. Ve hep Line’yi bekler. Hayalindeki Line hayatının aşkı ve hayattaki tek amacıdır. Sıla, geçmiş ve çocukluk Line’de birleşir. Ülkesine değil Line’ye kavuşmak ister. Geçmişini değil Line’yi özler. Ve çocukluğuna değil Line’ye dönmek ister. Ve gittiği her yerde, hep onunla konuşur.
“Ait oldukları ortamdan kopan bütün emigre’ler, acı hakikatleri görmemek için gözlerini kapatır ve atıl anılardan ve asla gerçekleşmeyecek umutlardan ibaret olan kapalı, akıldışı bir çevreye gittikçe daha çok alışırlar .” (4)
Sandor’un bu sessiz bekleyişlerini Kristof kendi yaşamı üzerinden “Bir şey bekliyorduk…” diye tarif eder. “Neyi beklediğimizi bilmiyorduk.” Ama bekledikleri, kesinlikle bu değildir.. "Bu kasvetli çalışma günleri, bu sessiz akşamlar ve bu donmuş, değişimsiz, sürprizlerden yoksun ve umutsuz hayat…” Değildir!
Sürgün bir etkinlik, bir amaç olarak bekler. Ve zamanla, gerçekte neyi beklediğini unutur. Sandor “artık beklenecek bir şey kalmadığını” düşünür. “Bu yüzden odamda kalıyorum, bir sandalyeye oturup hiçbir şey yapmıyorum.” Ama bir sandalyede öylece ne kadar oturabilir ki? Yerinden kalkmak için bir neden arar. Oda havasızdır. “Ya çatkapı birisi gelirse?” Kalkıp, pencereyi açmayı düşünür. Ama hatırlar. O “birisi” hiçbir zaman gelmiyordur. Zaten, hiç kimsenin geleceği de yoktur. Line de gelmez. Ama Sandor bekler. Bir sandalyede oturmuş, bir şeyleri bekler…
Melancholy, Edward Munch, 1894-1896
Kristof, bu sonsuz bekleyiş ve nostaljinin, İsviçre’deki Macar sürgünleri arasında da yaygın bir atmosfer olduğunu söyler. Bunun dışına çıkabilmek için, fazla bir seçenekleri de yoktur. “Onlara verilen iş, pek hoş değildir.” Herkes fabrika işçisi haline getirilmiştir. Ve eve dönmenin imkânı da yoktur. Tıpkı bütün gün bir sandalyede oturan Sandor için olduğu gibi bugün dün kadar, yarın ise bugün kadar sessizdir.
Bu sessiz simetriye fakat herkes katlanamaz. Haklarındaki kesinleşmiş hapis cezaları/kovuşturmalara karşın Kristof bazı Macar sürgünlerin ülkelerine geri döndüğünü anlatır. Gitmek ama varamamaktansa tercihini daima gitmektenyana kullanan diğer bazılarıysa daha uzaklara, üçüncü bir ülkeye devam eder. Gerçi, “çözüm” bu ikisinden ibaret değildir. Zira, sürgünlüklerinin ilk iki yılında sırf Kristof’un tanıdığı dört kişi kendilerini öldürür. En küçüğü Gisèle, daha 18 yaşındadır.
Sessiz bekleyişlere katlanabilmek için Sandor da yazar Kristof’un yaptığını yapar. Ve hayata devam edebilmek için, yazmaya başlar. Tıpkı kendi dili yerine Fransızca yazan Kristof gibi Sandor da hakim olmadığı yabancı bir dilde yazar. Yazdıkları, yer yer hikâyenin içine de girer. Şiirsel ve rüyayı andıran bu parçalar ise esasında Kristof’un yayınlanmamış bazı şiirlerinden uyarlamalardır.
Nostaljik Yanılgı
Artık bir anayurdu olmayan biri için Adorno, yazının yaşanacak bir yer halini aldığını söyler. Belki de bu yüzden Kristof’un sürgünleri de tıpkı kendisi gibi yazmaya meraklıdır. Üçleme’nin Lucas’ı da Dün’ün Sandor’u da yazar. Ve geçmişi yeniden yazarak, onun içinde yaşar.
Çocukluğu sefalet içinde geçen Sandor, örneğin, geçmişe baktığında veya sırf geçmişe baktığı için, çocukluğunun mutlu geçtiğini söyler. Geçmişin, gerçekte hatırlandığı kadar iyi olup olmamasının bir önemi yoktur. Geleceğin kaleminden yazıldığı sürece, çünkü geçmiş daima iyidir. Bu geçmişi yeniden yazma eğilimi, öte yandan, nostaljinin kayıp nesnesinin geçmişin ta kendisi olduğunu hatırlatır. Anayurt, Claus veya Line değil… Fakat kaybedilen, geçmişin ta kendisidir.
Hâlbuki Lucas kaybettiği şeyin, geride bıraktığı Claus olduğunu sanır. Fakat elli yıl sonraki kavuşma, sadece ölüm getirir.
Peki Sandor, Line’ye kavuşur mu?
Kavuşur.
Sandor’un yaşadığı şehirde karşılaşırlar. Tobias/Sandor kendini tanıtır. Görüşmeye başlarlar. Sandor hep aynı konuyu açar.
“Ben de seni seviyorum Sandor” der Line. “Ama bir kocam ve kızım var.”
"Peki, onlar olmasaydı…” diye Sandor sorar. “Benimle evlenir miydin?”
“Hayır Sandor.”
Çünkü o Esther’in oğludur. Bütün buluşmalarının konusu aynıdır.
“Seni seviyorum Sandor. Ama bu şehirde kalacak kadar değil.”
“Peki ya ülkeye seninle birlikte dönseydim… Benimle evlenir miydin?”
“Hayır Sandor. Hayır.”
Çünkü o Esther’in oğludur.
Anne babasının isimlerinden kendine yeni bir isim yapan Tobias geçmişin peşini bırakmamıştır. Ama zaten geçmiş de Tobias’ın peşini bırakmaz. “
"Çocukluğumuzda da çirkin ve kötüydün!” diye Line’nin arkasından söylenir. “Seni sevdiğimi sanmıştım. Yanılmışım!”
Hâlbuki yanılgı, nostaljik bir yanılgıdır. Ve tıpkı Lucas-Claus buluşmasında olduğu gibi, kavuşma gerçek bir kavuşma değildir. Zira geçmiş, kavuşulamazdır.
Eski bayramlar…
Agota Kristof eserlerinin esas gücü, nostaljinin kayıp nesnesi olarak geçmişin kişilere, somut varlıklara veya anayurda yansıtılması değildir. Fakat imkânsız kavuşmadır. Bu tatminsiz duygu ise, sürgün ile sürgün olmayanı birbirine yaklaştırır. Zira, kafasında öyle ya da böyle herhangi bir geçmiş taşıyan herkes az çok sürgündür. Ülkesinden değil, fakat geçmişinden uzaktır. Ve ülkesine değilse de, geçmişine dönemezdir.
Bu dönüşsüz yolculukta, hep bir şeyler özlenir. Eksik olan, hâlbuki kaybın adıdır. Bir şeyler değil, fakat geçmişkayıptır. Ve popüler kültür, bu kayba yönelik özlemle doludur.
Eski bayramlar, eski perdeler, eski insanlar, eski şarkılar… Dün her şey daha güzeldir.
- Ágota Kristóf, Dün, çev. Ayşe İnce Kurşunlu, YKY, 2011, s.44.
- Milan Kundera, Bilmemek, çev. Aysel Bora, Can Yayınları, 2011.
- Ágota Kristóf, Büyük Defter-Kanıt-Üçüncü Yalan, çev. Ayşe İnce Kurşunlu, YKY, 2010
4.Alexander Herzen, My Past and Thoughts, II, s.686, Aktaran Richard Sennet, Yabancı: Sürgün Üzerine İki Deneme, çev. Tuncay Birkan, Metis, 2014, s.81