01 Kasım 2024

Karanlığın dansı butoh: Derin anlaşmazlık içinde nasıl seçkinleşti?

Dansçıların toz içindeki beyazlığı ve müzik sık sık Hiroşima ve Nagazaki’yi hatırlatmasa estetik ama duygulardan arındırılmış bile diyebilirim. Oysaki “karanlığın dansı” diye tanımlıyor kendini...

Sahnedeki dansçılar bembeyaz… Hem beyaz giyinmişler hem de kazıttıkları kafaları ve yüzleri beyaza boyalı… Altı dansçının hepsi erkek ama kostümleri elbise ve androjen bir görünüme sahipler… Ağır çekimde gibi çok yavaş ve kısıtlı, arada da çok hızlı hareketlerle bazen dans eder, bazen de sadece devinir gibi görünürken tozu bile koreografinin bir parçası olarak kullanıyorlar.

Toz kirli beyaz, fonda bir bulut oluşturuyor…

Bu Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının enkazından yeni çıkmış gibi görünen bedenler sanki canlanmış hayaletler… Neredeyse gerçek anlamıyla, çünkü bu, izlediğimiz bütün beyazlığına rağmen “karanlığın dansı” diye bilinen Butoh… Japonya’da İkinci Dünya Savaşı’ndan ve Hiroşima’dan sonra, 50’li yıllarda ortaya çıkan, ülkede o yıllarda geleneksel Japon sahne sanatları Noh ve Kabuki’ye de, onlara alternatif olarak tutulmaya başlayan batı tipi dans akımlarına da meydan okuyan, ilhamını Yukio Mishima, Artaud, Genet, Marquis De Sade’dan, absürdden, avant-garde’dan ve tabudan alan bu dans tiyatrosu biçiminin en meşhur grubu Sankai Juku, “Utsushi” isimli eseriyle Tiyatro Festivali kapsamında İstanbullu sanatseverleri ilk kez “Butoh” evreniyle tanıştırdı.

Japonya’dan çıkan birçok sanatsal/kültürel form ya da pop kültür aracı/ürünü gibi “Butoh”un felsefesinin ve tam olarak ne olduğunun anlaşılması da oldukça karmaşık ve zor. Japonların kültürel üretiminin kafa karıştırıcı olmasında bence 17-19. yüzyıllar arasında tamamen kendi içlerine kapalı bir dönem geçirmelerinin (Edo dönemi), II. Dünya Savaşı’ndan sonra resmi din olma özelliğini kaybetse de canlı-cansız her şeyin şeklini alan “kami” denilen ruhlara inanan ve tapınan bir nevi animizm olan “Şinto” dininin ve Hiroşima/Nagazaki atom bombalarıyla “apokalips”i dünya gözüyle tecrübe eden bir ulus olmalarının etkisi büyük. Bunların yanı sıra geleneklerine çok bağlı, kuralcı, düzenli, rutin sever bir toplum, dolayısıyla kültürel ürünleri de bu düzene ve tekdüzeliğe bir karşı çıkış olarak ekstrem fanteziden çok besleniyor. Butoh’un hem geleneksel sahne/dans formlarına, hem de zaten tepki olarak benimsenen Batı dansı formlarına da bir tepki olarak, yani hem tepkiye hem de ona karşı tepkiye başkaldırarak ortaya çıkması bile oldukça tuhaf.

İlk Butoh dansı koreografisi türün yaratıcılarından Tatsumi Hijikata’ya ait “Yasak Renkler” 1959’da bir festivalde prömiyer yaptı. Yukio Mishima’nın (1970’te bir darbe kalkışması sonrası intihar eden ünlü Japon yazar, şair, oyuncu) aynı adlı romanına dayanıyordu, tabu bir konu olan eşcinselliği işliyordu ve sahnede canlı bir tavuğun varlığı söz konusuydu. Seyirci isyan etti ve Hijikata festivalden menedildi. Hijikata dansı için önceleri “karanlığın dansı” anlamına gelen “Ankoku-Buyou”yu kullanıyordu, sonra Buyou kelimesi klasik Japon danslarını çağrıştırdığı için aslında “Avrupa Balo Dansı” anlamına gelen, çoktan tedavülden kalkmış bir sözcük olan Butoh’u seçti.

Sankai Juku’nun kurucusu, ikinci Kuşak Butohçu Ushio Amogatsu 1980’lerde bu dans türünü festivallerle batıyla tanıştırdı. Batılılar dansı tanımlamakta çok zorlandılar. Butoh “karanlığın dansı” olarak önceleri ekstrem ortamlarda sahneleniyordu: Örneğin evsizlerle sarhoşların yaşadığı bir bölgedeki pis bir Sushici, yıkık dökük bir tiyatro, içinde kimsenin olmadığı bir mağara, uzak bir Japon mezarlığı… En ekstrem durumlardan birini Seattle’da bizzat Sankai Juku grubu yaşadı. 1985’te gruptan dört dansçı bileklerinden iplerle bağlanarak altınca kattan aşağı salladılar, birinin ipi koptu ve o dansçı öldü.

Butoh batıdaki festivallere katıla katıla ve yıllar içinde iyice rafine hale gelmiş ki bizim festival kapsamında izlediğimiz eser gayet “nezih ve seçkin” bir ortamda, Zorlu’da sahneleniyordu. Bu yılın mart ayında vefat eden Amogatsu’nun zaman içerisinde çeşitli festivallere katılan koreografilerinden derlenmiş Utsushi, ve episodik yapısıyla bir derleme olduğunu hemen hissettiriyor. Dans Japon halkının fiziksel özelliklerini ve aşırı kontrollü, yavaş hareketlerini benimsediğinden keskin, formal ve bazen sıkıştırılmış hissi verse de açıldığında, yani dansçılar hareketlerini ve mekanla ilişkilerini genişlettiklerinde oldukça görkemli de olabiliyor. Özellikle neredeyse Mevlevi bir ruhanilik içinde adeta transa geçmiş gibi hareket ettiklerinde… Koreograf Amogatsu dansçının bu durumunu “hiper-mevcudiyet” olarak adlandırıyor. Dansçının rüzgâra, toprağa, kadına, hatta tahtaya bile dönüşebilme becerisi, adeta Şinto dininde her şeyde olan ruhlara, “kami”lere öykünmesi de diyebiliriz buna.

Çağdaş dansta felsefe çok önemlidir ama bunun koreografiyle seyirciye ne kadar geçtiği de… Türün en önemli temsilcisi bir gruptan ilk kez izlediğim “Butoh”un bende çok derin bir etki yarattığını söyleyemiyorum; fazla yapılandırılmış, formal, kendini kısıtlayan bir performans izlediğimi düşündüm. Dansçıların toz içindeki beyazlığı ve müzik sık sık Hiroşima ve Nagazaki’yi hatırlatmasa estetik ama duygulardan arındırılmış bile diyebilirim. Oysaki “karanlığın dansı” diye tanımlıyor kendini, sağlam avant-garde bir geçmişi de var. Belki de karanlık arka sokaklardaki pasaklı Suşicilerden çıkıp seçkinlerin arasına karışabilmek için kendisini biraz temizleyip duygusuzlaştırması gerekti.

Utsushi Tiyatro Festivali kapsamında 24-25 Ekim’de sahnelendi.


FARUK EKİCİ'NİN SÖYLEŞİSİ | 28. İstanbul Tiyatro Festivali küratörü Prof. Dr. Mehmet Birkiye: Herkese sanatçı diyebilirsiniz, bir beis yok; insan beyni namussuzun tekidir, her şeyi düşünebilir

TIKLAYIN | Japonya'da Batıyı taklit eden avangart akımlara tepki olarak doğdu, dünyada milyonlara ulaştı; Butoh dansının en çarpıcı örneklerinden Utsushi İstanbul'da


Zeynep Aksoy kimdir?

Zeynep Aksoy İstanbul’da doğdu. Sankt Georg Avusturya Lisesi’nden sonra ABD’de University of Rochester ve Eastman School of Music’te müzik ana dal, sahne sanatları ve sanat tarihi yan dallarında lisans eğitimini tamamladı.

ABD’nin en prestijli üniversitelerinden Brown University’de tiyatro çalışmaları alanında yüksek lisans yaptı. Bir süre New York’ta çeşitli tiyatro ve film şirketlerinde çalıştıktan sonra Türkiye’ye dönüp Radikal İki ve Milliyet Sanat’ta sahne sanatları eleştirileri yazmaya başladı.

20 yıla yakın eleştirmenlik kariyerinde basılı neredeyse her medyada yazıları yayımlandı. “Denizkızı” adlı romanı 2003’te yayınlandı.

T24’teki Haftalık yazıları dışında Milliyet Sanat’ta opera bale yazıları, #tarih dergisinde sinema ve dizi yazıları yayınlanıyor.

Bu aralar bir oyun, bir film ve bir dizi senaryosu üzerine çalışıyor. Boş zamanlarında geziyor, çiziyor ve müzikle uğraşıyor. İki köpek üç kedi annesi…

 

Yazarın Diğer Yazıları

Sessiz sedasız II. Mehmet: Opera sahneye nasıl düzgün bir şekilde konur?

Ege’de bir ada, Venedikli şövalyeler, Fatih Sultan Mehmet ve ordusu, güzel, soylu bir kadın ve imkânsız aşk(lar)ı, işgal, fetih, harem, rahibeler ve dua koroları, fedakarlık, bağışlama ve ölüm…

Muzlu karanlıktan ejderhalı aydınlığa…

Sanatla ilişki kurarken 35 cent’ten sırf bir sanatçı duvara yapıştırdı diye 6.2 milyon dolara satılan ve onu satan 74 yaşındaki Bangladeşli göçmeni ağlatan bir muz yüzünden üzülmeye değil, iki başlı gökkuşağı ejderinin uçuşuyla güzel hayaller kurmaya ihtiyacım var; bence tüm dünyanın ve insanlığın da…

III. Richard: Bir kral olsam, zulmedip dursam

Ostermeier’in III. Richard’ı, dünyanın birbirinden çılgın adamlar tarafından yönetildiği/yönetileceği günümüz politik karanlığına çok güzel bir ayna tutuyor

"
"